Lewis Mumford, 1895-1990
Çöküntü bölgesi, varlığı için elzem olan belediye hizmetlerindeki payını ödemede kronik acziyet içinde olan, dolayısıyla ekonomik durumundan ötürü kendi içinde gerekli yenileme ve onarımı hayata geçiremeyen bir bölge olarak tanımlanabilir. Tüm işçi sınıfı mahalleleri, düpedüz yoksullukları hasebiyle, çöküntü halindedir; zira, kent merkezinden uzak yerlerde, merkezle bağlantıyı sağlayan kamu hizmetlerinin maliyeti istikrarlı biçimde artarken, buralarda yaşayanların gelirinde veya ekonomik ayrıcalıklarında eşzamanlı bir artış olmaz; merkezdeki işçi sınıfı mahallelerinde ise, “kendini döndürme”nin yegâne yolu, aşırı kalabalık ve berbat bir sıkışıklıktır.
Gerçek şu ki, metropol genişlerken, merkezden uzak alanlarda elzem olan umumi kurumların inşası mütemadiyen gecikir; aslında sefil çöküntü bölgelerinin ayırıcı özelliğidir bu: yokluk veya terk edilmişlik yüzünden ihmal. Bu yoksul mahallelerde bazen kilometrelerce yürüseniz de bir okula, halk kütüphanesine, parka, itfaiyeye, hatta bir sinema salonuna rastlamayabilirsiniz…
Metropolün “büyümesi” denen şey aslında kesintisiz bir proletarya takviyesi sürecidir – yeterli doğal ve kültürel kaynakların bulunmadığı bir çevreye ayak uydurabilen bir proletarya: temiz hava olmadan, sağlam bir uyku olmadan, iç açıcı bir bahçe veya oyun parkı olmadan idare eden; gökyüzünü ve güneşi görmeden, özgürce hareket edemeden, içinden geldiğince oynayamadan, gönlünce sevişemeden yaşayabilen insanlar. Metropollerin “çöküntü” denen alanları esasen “olmadan idare edilen” alanlardır. Buralarda yaşayıp da güzel bir kent manzarası görmek isteseniz, otobüse binip kilometrelerce yol tepmeniz gerekir; bir parça doğa yüzü görmek için kalabalık bir trenle şehir dışına çıkmak zorundasınızdır. İmkânınız yoksa, pes edersiniz: Kronik açlık, iştah kaybına yol açar. Nihayet, ne kaybettiğinizin farkında bile olmadan yaşayıp ölebilirsiniz.
“Kamusal tükenme pahasına büyüme” yönündeki aynı kaide, hastanelerin, oyun alanlarının, konser salonu veya okulların düzenlenişi için de geçerlidir. Bu kurumlar genelde megalopol ölçülerine yetişmek için boyutları itibarıyla büyür; ancak, biyolojik organizmalarda geçerli olan şey, belli ki, toplumsal yapılarda da geçerlidir: Etkili büyüme için, sadece çekirdeğin şişmesi değil, hücre bölünmesi gerekir. 3000 kişilik bir salon, 50 bin nüfuslu bir kasaba için yeterli olabilir ama bunun on misli nüfusa sahip bir kentin hakkını veremeyeceği muhakkaktır. Böyle kalabalıkları ancak sokaklar taşıyabilir; gelgelelim metropol, Ortaçağ şehrinden farklı olarak o kadar devasadır ki, büyük bir kutlama için sokaklarda toplananlarda doğrudan birlik beraberlik duygusu uyanması imkânsızdır: Hiç kimse kentte olup bitenleri radyo dinlemeden veya gazeteye bakmadan göremez veya bilemez.
Dahası, belli bir noktadan sonra mekanik araçların bile boyutlarına sınır getirilmesine ihtiyaç vardır. Hoparlör kullanımıyla birlikte, devasa bir meydandaki konuşmacının görünür mevcudiyeti anlamsızlaşır, zira dinleyicilerin büyük kısmı konuşmacının yüz ifadesini hatta hareketlerini bile göremeyecek kadar uzakta olacaktır. Seyirciye önem verilen pasif spor dallarının metropol âdetlerinde bu kadar büyük yer tutma sebebi, vekâleten spor yapmak veya hiç spor yapamamak dışında bir seçeneğin bulunmamasıdır.
Kurumların rahat ve işlevsel kullanım amacıyla makul biçimde planlanması için metropol modeli yeterli olmaz. İşlevsel bir ilişki kurulabilmesi için, birim, fiilî çalışma kapasitesine göre ölçeklendirilmek zorundadır: Büyümeye değil, yeniden üretime ihtiyaç vardır; münferit birimlerin düzen içinde bütünleştirilmesiyle birleşik büyüme sağlanabilir. Mekanik hizmetlerin inorganik biçimde genişlemesi, kronik yetersizlikle sonuçlanır. Binanın veya kurumun boyutu, olsa olsa bu yetersizliği örten bir maskedir. Aynı alanda toplanmış 50 bin kişinin birlikte hareket etme imkânları, 2000’er kişilik 25 gruba kıyasla daha düşük olur: O 50 bin kişinin başlıca işlevi, orada bulunmak ve doğru zamanda Yaşasın! ya da Çok Yaşa! diye bağırmaktan ibarettir. Diktatörlerin kalabalıklara bayılması ve onlar için dev meydanlar ve salonlar inşa etme peşinde olmaları bundandır: Kalabalık ne kadar büyükse, işlevi o kadar az olur.
Metropol ekonomisinin finansal atılımları nasıl ki toprak ve ham madde tekeli, büyüyen kentli proletaryanın sömürülmesi, bağımsız çiftçinin kiracı çiftçiye dönüşmesi üzerine kuruluysa, kentsel büyüme atılımları da şehrin içinde harap ve standart-altı [sub-standard] alanların varlığının kabul edilmesine dayanır: kırsal alana yakın oldukları için değil, mevcut uygarlık normlarının altında oldukları için suburban [=kent-altı/varoş] olan yerlerdir bunlar.
Metropolün devleşmesi, çevresinin tükenmesine yol açan etkenin ta kendisidir. İlk bakışta, iki veya üç milyon insanı nispeten küçük bir merkezî alanda biraraya toplamanın sosyal münasebeti teşvik edeceği zannedilebilir; oysa, fukaralığın bir tür komşuluk samimiyetine mecbur ettiği kenar mahalleler haricinde, sıradan insanlar için, aşırı kalabalık ve sıkışık alandansa köyde çok daha fazla ortaklaşa hareket sahası vardır. Organizasyondaki karmaşıklık, daha çok ve daha verimli bağ kurulmasına yol açacak diye bir kaide yoktur: İlkine egemen olan mekanik verimlilik ilkesi, iyi eklemli bir fabrikadaki gibi, ikincisine pekâlâ engel olabilir: Hatta, ilişki ve bağ kurmanın kendiliğinden canlandığı yerler, tam da mekanik organizasyonun yetersiz olduğu, otobüs kuyruğu gibi yerlerdir.
Belli bir noktadan sonra yoğunluk bile bağ kurmayı engeller… 1000 kişinin yaşadığı bir blokta komşularınızı tanıma ihtimaliniz, 100 kişilik bir bloktakinden daha düşüktür; zira birincil gruplarda bile her türlü bağ kurmada seçici bir yön vardır: tanınabilir yüzlerin ve tekrar edebilen karşılaşmaların varlığına dayanır.
Ortak yaşamı parçalamada mesafenin de yoğunluğa benzer bir etkisi olur. Birincil ilişki biçimlerinde mekânsal yakınlığın önemini ne telefon ne de radyo azaltabilmiştir. Bir sendikaya üye olan insanları düşünün: Bu insanlar, akşamları sendikalarının etkinliklerine katılmak için ya merkez dışında yaşadıkları evden kalkıp, yorgunluktan bitap düşmek pahasına yeniden şehre gitmeye zaman harcamak zorunda kalıyor, ya da boşuna yol tepmemek için zaten kısıtlı olan paralarıyla akşam yemeğini dışarda yemeyi göze alıp şehirde kalmaları gerekiyorsa, sendika işleriyle faal olarak ilgilenmelerini sağlamak zor olur. Bu koşullarda ilgisizliğin galebe çalmasına, daha doğrusu ev hayatının etkin bir siyasi hayata ağır basmasına şaşmamak gerekir.
Her halükârda, ister lokal, ister müze, ister sendika veya meslek birliği olsun, metropole özgü tüm ilişki kurma biçimlerinde herkesin bildiği bir gerçek vardır: Buraların faaliyetlerine, genelde ya mekânsal avantajları ya da özel ulaşım araçlarına erişimleri sayesinde fazla fedakârlık yapmaksızın şehir merkezinde çalışma imkânı olan küçük bir grup yön verir.
Kitlesel kentin fiziksel yayılımı, sıkışıklığı ve yanlış planlanması yüzünden kamu işlevlerinde yaşanan tüm bozukluk ve yanlışları burada tek tek saymak imkânsız: Gürültülü ve pis işlek caddelere inşa edilmiş hastaneler; kırlık alanlardan, hatta parklardan kilometrelerce uzakta olduğu için öğrencilere en basit bitki ve hayvan türlerini tanıtmak için bile otobüs turuna ihtiyaç duyulan aşırı kalabalık okullar; konserden çıkıp kalabalık bir metroya binmenin yarattığı iç daralması; evinden okuduğu liseye gitmek için her gün bir buçuk saat yol tepmek zorunda olan bir öğrencinin okuma şevkinin kırılması…
O dip dibe mahallelerdeki fiziksel tükeniş, duygusal hüsran, o izbe sokaklar, toplu taşımaların harabiyeti ve gürültüsü – bunlar megalopol büyümesinin en kolay görünen sonuçlarıdır… Metropol bir eliyle verdiğini diğer eliyle geri alır; onun yaldızlı ağacına çıkmak öyle zahmetlidir ki, meyvesini koparacak kadar talihli olanlarda bile, artık o meyveden tat almaya mecal kalmaz.
Lewis Mumford’ın The Culture of Cities (Harvest/HBJ, 1970) başlıklı kitabından seçilmiş pasajlar, s. 247-252.