Akıllı Telefondan Büyülü Halıya: Teknolojinin Aklı, Mimarlığın Hayallerine Karşı

Aşağıdaki metin, e-flux derginin Nisan 2015 sayısında yayınlanan Honeywell I'm Home: The Internet of Things and the New Domestic Landscape başlıklı yazının ilk kısmından kısaltılarak çevrildi. Yazının, gayri maddi emeğe ve biyopolitik denetime odaklanan ikinci bölümü ilerleyen günlerde yayınlanacak.

Justin McGuirk, Radical Cities: Across Latin America in Search of a New Architecture (Londra: Verso, 2014) başlıklı kitabın yazarı.

 

Radikal tasarım grubu Superstudio, 1972’de New York Modern Sanat Müzesi’nde açılan “İtalya: Yeni Eviçi Manzara” başlıklı sergi için, sonsuza kadar kendini kopyalıyormuş gibi görünen, aynalı duvarlarla kaplı küçük bir kübik oda hazırlamıştı. Grubun, küratör Emilio Ambasz’a gönderdiği proje sunumunda, bu “mikro-çevre”nin tam olarak nasıl kurulacağını tarif eden bir sayfalık bildiri ile Superstudio’nun kurucularından Adolfo Natalini’nin kuramsal açıklamalarından oluşan dokuz sayfalık metin yer alıyordu. Yer yer düzyazı şiire ve kısa öyküye kayan, bir nevi manifesto niteliğindeki bu dokuz sayfalık metinde Natalini, yeni bir yaşama biçiminin hatlarını çiziyordu. Düşündüğü varoluş biçiminin özellikleri, “daimi göçebelik”, “nesnesiz yaşam” ve “çalışmanın olmadığı yaşam”dı. Bu koşullar, Natalini’nin yalnızca “ağ” diye atıfta bulunduğu gizemli bir ızgara strüktürü aracılığıyla gerçekleştirilecekti.

 

Superstudio, Mikro-olay/Mikro-çevre, 1972.

 

Arşivleri seçici bir gözle tarayıp, şu veya bu radikal fikrin kâhince olduğunu öne sürmek çok kolay. Fakat Natalini’nin hayalinin tekinsiz bir öngörüye denk düştüğü açık. Tabii hayal ettiği “ağ” sadece bir arzunun ifadesiydi, yoksa onun tam olarak ne olduğu hakkında en küçük bir fikri yoktu (gerçi, işe bakın ki, internetin öncüsü ARPANET de ilk kez 1972’de halka gösterilmişti). Natalini sadece, ağın “bütünsel bir iletişim sistemi” olduğunu biliyordu. Superstudio’nun foto-kolajlarında ağ, bir ızgara biçimini almıştı – Mütemadi Anıt adı verilen soyut bir ızgara düzlemi ya da ızgara mega-strüktürü. Aslında onlarınki, hem modernizmi hem de tüketimciliği eleştiren bir tür ütopya parodisiydi, gelin görün ki, ağ eninde sonunda gerçeğe dönüştü. Fakat ağ, bir mega-strüktür değil. Doğrusu, nereden bakılırsa bakılsın, görünmez – dünyanın büyük çoğunluğu, sunucu kümelerini ve denizaltı kablolarını göremiyor.

 

Superstudio, Mütemadi Anıt, 1969

 

Ağ çağının 21. yüzyıl başlarının kent hayatı üzerindeki etkileri aşağı yukarı Natalini’nin öngördüğü gibi, ama o kadar ütopik değil. Gayri maddi emek, esnek olmakla birlikte eğreti bir hayata yol açtı, artık –en azından genç nüfus açısından– “daimi göçebelik” gerçeklikten o kadar da uzak değil. Bu arada nesneler de maddiliklerini kaybederek canlı yayın akışlarına, indirilen dosyalara, e-kitaplara, akıllı telefon uygulamalarına ve “paylaşım ekonomisi” adı verilen şeye dönüşüyor. Artık yazılım donanımdan önce geliyor.

Bundan da önemlisi, “eviçi alanı” fikri yeni baştan tanımlanıyor. Bunu görmek için, Airbnb’nin doğuşuna bakmamız yeterli. Ev kiralama sitesi Airbnb, göçebeliğe, vekaleten yaşamaya dayalı yeni bir çağın simgesi haline geldi: İnsanlar bu sayede artık gömlek değiştirir gibi hayat tarzı değiştirebiliyor. Airbnb’nin havarileri, “mülkiyet paylaşımı” gibi ütopyacı bir misyon iddiasında bulunuyor (şirketin CEO’su Brian Chesky ev sahibi olmamakla övünüyor), ve muteber neo-Marksistler gibi mübadele değeri yerine kullanım değerinden dem vuruyorlar. Fakat tabii Airbnb, aslında dünyanın dört bir yanından insanlara rantiye sınıfının parçası olma imkânı veriyor. Airbnb, ağ tabanlı yaşam kadar, güvencesizliğin de belirtisi – artık pek çok insan oturduğu evin kirasını veya kredi borcunu bu şekilde ödüyor. Airbnb, eskinin devlet destekli ucuz konutlarının yerini aldı, ve eviçi alanının külliyen metalaşmasına yol açıyor.

 

 

Ev, emekten tasarruf sağlayan cihazların ortaya çıktığı ve hayat kalitesinin yükseldiği 20. yüzyılın ortalarından beri ilk defa, yine köklü bir değişimin alanı durumunda. Gelgelelim, evin her ne kadar mimarlığın sahasına girdiği düşünülse de, bu değişimin ne anlama gelebileceği konusunda mimarlardan neredeyse hiç ses çıkmıyor. Mimarlık nasıl yaşayabileceğimizi hayal etmekten adeta vazgeçmiş, onun bıraktığı boşluğu da büyük bir hızla teknoloji dolduruyor. Eskinin bitap düşmüş “geleceğin evi” mecazının yerini şimdi “akıllı ev” aldı. Akıllı ev, ağa her yerde ve her zaman bağlı olmayı vaat ediyor. İlk bakışta gayet masum görünebilir, hatta Jacques Tati filmlerinin acayip aletlerle dolu mizansenlerini çağrıştırabilir –akıllı ev komedinin başat sahasıdır– ama akıllı ev aynı zamanda bir ideolojidir. “Nesnelerin interneti”nin ev biçimindeki suretidir o – orada bütün aletlerimiz ve cihazlarımız ağa dahil olacak ve hem bizimle hem de birbirleriyle iletişim kuracaklardır.

Nesnelerin internetinin bir ideoloji olması, bu fikrin kullanım değerinin hâlâ tüketiciye satılmayı beklediği anlamına gelir. Akıllı telefonla programlayabileceğimiz konuşan buzdolaplarına ve çamaşır makinelerine ne kadar ihtiyacımız olduğunu sorgulayan kuşkucular bu fikirle rahatlıkla dalga geçer (“Çamaşırları makineye koymak için hâlâ bir insan lazım, değil mi?”). Bruce Sterling, nesnelerin internetinin tüketicilerle hiçbir ilgisi olmadığını, meselenin tamamen hizmet sağlayıcıların ticari çıkarlarından ibaret olduğunu öne sürüyor. Verinin yeni geçer akçe olduğunu düşünürsek, nesnelerin interneti, ağın efendileri için muazzam bir güç demek. Sterling bu efendiler arasından “en büyük beş”e odaklanıyor: Google, Amazon, Facebook, Apple, Microsoft. Bu şirketler için nesnelerin interneti, maddi koşulların elverdiği en yüksek kişisel veri toplamının denetimini ele geçirmek anlamına geliyor  [1] Nesnelerin internetinin temel arayüzü olarak akıllı ev de, fiilen, ağın tutunacağı filizleri sağlıyor: kitlesel veri toplamaya ve dijital gözetime olanak sağlamak üzere topraktan yükselip evimizdeki her bir aletin içine giren filizler.

 

 

 

En azından bu, konuyu yorumlamanın bir yolu. Ama nesnelerin interneti gündeminin, gözü dolar işaretlerinden başka bir şey görmeyen iş çevrelerinin teşvikiyle, teknoloji endüstrisi tarafından kışkırtıldığı çok açık. Azimli savunucuları kendilerini Sterling’in kavramlarıyla tanımlamıyorlar ama, onu yalanladıkları da söylenemez. Harvard Business Review’un bu konuya ayrılmış son sayılardan birinde dendiği gibi: “Akıllı, ağ bağlantılı ürünlerin genişletilmiş özellikleri ve ürettikleri veri, yeni bir rekabet çağını başlatıyor.”[2] Öyle veya böyle, akıllı evin Yeni Eviçi Manzara olduğu kesin.

Asıl soru şu: Bunun mimarlık açısından doğurduğu sonuçlar neler? Bu gelişmelerin mekânla ilgili boyutu nedir? Plan ve projeler için, bu teknoloji akınına uyum sağlayacak yeni yöntemler mi bulmamız gerek, yoksa mesele duvarların içinden geçirilecek fazladan birkaç kablodan mı ibaret? Mimarlar, tasarımlarını doğru form ve orantı gibi mimarinin asırlık ilkelerine göre yapmayı sürdürebilir mi, yoksa açgözlü inşaat şirketlerinin önlerine koyduğu standart yerleşim planlarına mı bağlı kalacaklar?

Mimarlık tarihçilerinin, teknolojik yeniliklerin etkisini kayda almaktaki ihmalinin uzun bir tarihi vardır, bu tarihin en iyi vakanüvislerinden biri de Reyner Banham’dır. Banham, The Architecture of the Well-Tempered Environment başlıklı kitabında, elektrik ve havalandırma gibi, peş peşe yaşanan çevresel devrimlerin inşa edilmiş form üzerindeki etkilerini inceler. Banham’ın, kanal sistemlerinin ve elektrik sağlayıcıların çığır açıcı etkisi konusundaki heyecanı, onu alternatif bir mimarlık tarihi yazmaya kadar götürür: Buna göre, Belfast’taki Kraliçe Victoria Hastanesi (1903), günü geçmiş, kuleli stiline rağmen, sırf bir çeşit havalandırma sistemi barındıran ilk bina olduğu için “Walter Gropius’un tasarladığı her şeyden daha çığır açıcı”dır.

 

 

Bu alternatif tarih, elektrik sağlayıcılarını saklamak üzere icat edilen asma tavana da yer verir; 1940’larda, beton döşeme levhaları bu karman çorman kablo yığınını saklamak üzere kullanılan “ölü alanları” yok edince ortaya çıkmıştır asma tavan. Banham, artık dünyanın dört bir yanındaki ticari binalarda rastlanan asma tavanın doğuşunun, mimarlık yazınında hiç yorumsuz geçiştirildiğine dikkat çeker. Oysa, Le Corbusier’nin Manhattan’daki Birleşmiş Milletler binasının –ve daha sonra Uluslararası Stil’in– “Kartezyen cam prizma”sına imkân veren, tam da bu tarz teknik ayrıntılardır.         

O zaman, nesnelerin interneti ve akıllı ev söz konusu olduğunda, acaba bizler de benzer bir teknik ayrıntıyı ihmal ediyor olabilir miyiz? Sonuçta, ilk kez fabrika ve sinema gibi ucuz maliyetli olduğu mekânlarda devreye sokulan havalandırma da, mimarlıkta devrim yaratana kadar pek tutulmamıştı. Fakat ikisi arasında dikkat çekici bir fark var. Havalandırma nihayet ev içinde devrim yarattığında, milyonlarca tüketici ona neden ihtiyacı olduğunu biliyordu. Akıllı ev içinse henüz aynı şeyi söylemek mümkün değil.

Nesnelerin interneti havarileri, bunun gelmiş geçmiş en “altüst edici” olaylardan biri, bir paradigma değişimi olduğunu iddia ediyor. Reyner Banham, vaktiyle elektrik için “insan tarihinde ateşin kullanımından sonra yaşanan en büyük çevre devrimi” demişti; günümüzde de ağın “yeni elektrik” olduğu öne sürülüyor (doğru bir tespit).[3] O zaman diyebiliriz ki ağ, zamanında elektriğin insan hayatı üzerinde yarattığı etkilere koşut değişimler yaratacak. Peki nesnelerin internetinin ev hayatında yaratacağı devrimin tam mahiyeti nedir?

Bu devrimi tüketiciye satmak için, birbirinden parlak binbir çeşit ürün sunuluyor. Ama yeni eviçi manzaranın vitrin yüzü herhalde “Nest akıllı termostat”tır: tam olarak ne kadar enerji sarf ettiğinizi söylemekle kalmayan, enerji kullanım örüntülerinizi ‘öğrenip’ tercihlerinize göre kendini ayarlayan termostat. Nest’in pazarlanmasında öne çıkarılan unsur, enerji tasarrufu ve çevresel sürdürülebilirlik: Nest, daha iyi dünya vatandaşları olmamıza yardımcı oluyor. Gelgelelim, Google’ın Nest’i satın alma sebebi, elbette akıllı termostatın aynı zamanda bir veri toplayıcısı olması – bu konuya ilerde döneceğiz.

Nesnelerin internetinin önünü açacağı uygulama alanları, güvenlikten sağlık hizmetlerine, hayat tarzından kumara kadar, mültimilyar dolarlık endüstrileri kapsıyor. Nitekim Microsoft, üzerine konan yiyecek maddelerini tanıyan ve bunlara uygun yemek tarifleri listeleyen mutfak tezgâhları geliştiriyor. Nefesinizi ve kalp atışlarınızı ölçerek uyku düzeninizi kayda alan şilteler mevcut. Kapıya yaklaştığınızda açılan, arkadaşlarınızı ya da misafirlerinizi eve almak üzere programlayabileceğiniz (Airbnb kuşağı için biçilmiş kaftan) envai çeşit akıllı kilit var. Manchester Üniversitesi’ndeki bir araştırma grubu, biri düştüğü zaman bunu anlayan, hatta üzerinde yürüyen kişilerin olası hareket sorunlarını teşhis edebilen akıllı halı sistemini geliştirdi.

 

Mucitleri tarafından “Büyülü Halı” olarak lanse edilen akıllı halı

 

Bu ürünlerin büyük çoğunluğu, Arthur C. Clarke’ın üçüncü ilkesine uyuyor: “Yeterince gelişmiş bir teknoloji, büyüden ayırt edilemez”. Tüketicileri, her şeyin akıllı makinelerden oluştuğu bir dünyayı kucaklamaya kışkırtan şey, pekâlâ büyü niteliği olabilir. Yüksek performanslı ürünleri biraraya getiren, işleyişini anlamasak da zekâsını emrimize sunan bir ev ekosistemi, kaçınılmaz kaderimiz olabilir. Banham buna kuşkuyla yaklaşıyor, kendinden emin bir edayla, uzay kapsülleri tam yeterlilik gerektirse de “yeryüzünde çoğu zaman gereken tek şeyin pencereye perde çekmekten ibaret” olduğunu iddia ediyordu.[4] Sterling ise, biz tüketicilerin ne olursa olsun seçim şansımızın olmayacağı kanısında. Nesnelerin interneti, elektrikten farksız: Ondan uzak durmayı başardık diyelim, bizi es geçip etrafımızı kuşatarak, uyumsuz bir fazlalık olmamıza yol açacağı muhakkak.


 


[1] Bruce Sterling, The Epic Struggle of the Internet of Things, (Moscova: Strelka Press, 2014).

[2] Michael E. Porter ve James E. Heppelmann, “How Smart, Connected Products are Transforming Competition”, Harvard Business Review (Kasım 2014) s. 65.

[3] Bu ifadeyi, teknoloji şirketi  BERG’in eski CEO’su Matt Webb’den aktarıyorum, fakat ilk defa onun kullanıp kullanmadığı kesin değil.

[4] Reyner Banham, The Architecture of the Well-Tempered Environment (Amsterdam: Elsevier, 2013) s. 278.

ağ toplumu, özelleştirme, mimarlık