Richard Sennett’ın 1981’de Michel Foucault’yla birlikte kaleme aldığı “Sexuality and Solitude” başlıklı metnin ilk kısmının çevirisidir, London Review of Books, cilt 3, sayı 9, 21 Mayıs 1981. İkinci bölüm için bkz. Cinsellik ve Yalnızlık II.
Foucault’nun metni için bkz. “Cinsellik ve Yalnızlık”: Öznellik, Hakikat ve Cinsellik
Birkaç sene önce Michel Foucault’yla şöyle bir şey fark ettik: İkimiz de, tarihin çok farklı dönemlerine bakmakla birlikte, aynı soruyla uğraşıyorduk. Soru şu: Cinsellik, insanların kendilerini tanımlamasında neden bu denli önem kazandı? Cinsellik, uyumak ya da yemek yemek kadar temel bir faaliyet şüphesiz, gelgelelim modern toplumda bundan fazlasını ifade ediyor. Cinsellik insanların kişiliklerini, zevklerini tanımlamak için başvurdukları mecra. Her şeyden öte, insanların kendi kendilerinin bilincine varmak için kullandıkları araç. İşte Foucault da ben de, özbilincin, yani öznelliğin, cinsellikle arasındaki ilişkiyi keşfetmek istiyoruz. Günümüzde Brillat-Savarin’in “ne yediğini söyle, kim olduğunu söyleyeyim” şiarına katılacak fazla kişi olmayabilir, ama bu sözlerin cinsellik alanına tercümesinin kabul göreceği muhakkak: nasıl sevdiğini bilirsen, kim olduğunu da bilirsin.
Dediğim gibi, Michel Foucault ve ben, cinsellik üzerinden kendini bilme temasının ortaya çıktığı, birbirinden epey farklı iki tarihî dönem üzerinde çalışıyoruz. O, Hıristiyanlığın, erken dönemlerinde (3-6. yüzyıllar arasında) cinselliğe yeni bir değer atfetmesine ve bizatihi cinselliği yeniden tanımlamasına odaklanıyor. Bense 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıla odaklanıyorum ve o dönemde hekimlerin, eğitmenlerin ve yargıçların cinselliğe nasıl yeni bir ilgiyle baktıklarını inceliyorum. İncelediğimiz dönemler hakkında benzer sorular sorduğumuzu fark edince, iki dönem arasında ne tür bağlantılar kurabiliriz diye görmek için ortak bir seminer dersi başlatmaya karar verdik. Böylece Hıristiyanlığın modern kültür üzerinde hâlâ devam eden etkisine dair genel bir fikre ulaşmayı umuyoruz.
Aslında benim niyetim başta cinselliği incelemek filan değildi. Modern toplumda yalnızlığın tarihini incelemek istiyordum. Yalnızlık deneyimlerinin geçirdiği evrimi anlamaktı derdim, çünkü modern kültürde öznelliğin gelişimi gibi son derece geniş ve dağınık bir konuyu incelemek için iyi bir yol gibi görünüyordu bu bana. Son iki yüzyıl içinde “ben” kavramı nasıl bir değişimden geçmişti? Bu son derece genel konuyu işlemek için, insanların kendi başlarınayken yaşadıkları yalnızlık duygusunun koşullarındaki değişimi kavramaya çalıştım: aile ve iş hayatında, siyasi hayatta, insanları yalnız hissettiren koşullar nelerdi? Başta somut sorulara odaklandım: İnsanlar kent kalabalığının ortasında kendilerini nasıl yalnız hissediyorlardı (ki bu, 17. yüzyıl ortalarında yaşayan biri için düşünülemez bir şeydi), veya fabrika koşullarındaki hangi değişimler sonucunda insanlar birbirlerinden az çok yalıtılmış olduklarını hissetmeye başlamışlardı? Fakat bir süre sonra, insanların kendilerini yalnız hissettiği bu durumların tarihi bana ele aldığım konu için yetersiz görünmeye başladı. Özellikle de insanların yalnız olduklarında kendileri hakkında düşünmek üzere kullandıkları araçları hesaba katmaması bakımından. 19. yüzyılda insanın kendini tanımlamasını sağlayan ve giderek daha da önem kazanan araçlardan biri, insanın kendi cinselliğine dair algısıydı. Mesela 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde şöyle bir anlayış ortaya çıkmıştı: insan ailesinin yanından ayrılıp kalabalığa karışınca, kendini ailenin bir ferdi olarak düşündüğü zaman arzu ettiğini itiraf etmeye utanacağı her türlü cinsel tecrübeyi yaşamakta serbest olurdu. Böylece iki tür arzu ortaya çıkmıştı: biri kalabalıklar içindeki isimsiz insanın, diğeri aile ferdinin arzusu.
Bu noktada “yalnızlık” kelimesinin anlamına dair iki çift laf edeyim. Biz toplumda üç tür yalnızlık tanıyoruz. Bir, iktidarın dayattığı yalnızlık var. Bu, tecritin yalnızlığı, dışlanmışlığın… Bir de, iktidar sahiplerinin yüreğine korku salan yalnızlık var. Bu da hayalperestin, “başkaldıran insan”ın, asinin yalnızlığı. Son olarak da, iktidar şartlarını aşan bir yalnızlık var. Epiktetos’un, yalnız olmak ile tek başına olmak arasında fark olduğu fikrine dayanan bir yalnızlık bu. Bu üçüncü yalnızlık türü, birçokları arasında tek olma duygusu, başkalarının hayatlarının yansımasını aşan bir iç dünyaya sahip olma duygusudur. Farklılığın yalnızlığıdır.
Bu yalnızlık türlerinin her birinin bir tarihi var. Kadim dünyada iktidarın dayattığı yalnızlık sürgündü; 17. yüzyıl Fransa’sında iktidarın dayattığı yalnızlık taşraya sürülmekti. Modern bir büroda iktidarın yarattığı yalnızlık, kitle içinde kendini tek başına hissetmektir. Kadim dünyada muktedirleri korkutan hayalperest, devletin yasalarının karşısına daha üstün bir yasayla, iktidarın kurulu düzeninin karşısına bir idealle çıkan bir Sokrates’ti. Modern “başkaldıran insan”, bir Artaud veya bir Genet, iktidar düzeninin karşısına kanunsuzluğun hakikatini çıkarıyordu. Farklılığın yalnızlığının; başka hayatların yansımasından fazlası olan bir iç dünyadan ileri gelen yalnızlığın da aynı şekilde bir tarihi var.
Bu konu üzerine yazılanların büyük kısmında ilk iki yalnızlık türü vurgulanır; tecrit halindeki insanlara ya kurban ya da asi gözüyle bakılır. Emile Durkheim kurban olarak yalnız insanın belki de en büyük sözcülerindendir; Jean-Paul Sartre da asi olarak yalnızın. Ayrılık, farklılık duygusu büyük ölçüde göz ardı edilir, ki bunun iyi bir gerekçesi vardır. Bu, modern toplumda son derece karışık bir deneyimdir ve karışıklığın sebebi, cinselliğin özbilinci tanımladığı yolundaki fikrimizin toplumdaki diğer bireylerden nasıl ayrı durduğumuzu anlamımızı zorlaştırmasıdır. İşte Foucault ve ben, bu üçüncü yalnızlık türüne odaklanıyoruz.
İnsanın cinselliğinden ötürü başkalarından ayrı olma deneyimiyle ilgili karışıklık kısmen korkudan beslenmektedir. Cinselliği inceleyen ilk modern araştırmacılar, uygar toplumun kısıtlamaları olmaksızın, tek başına insanların cinsel arzularına bakmakla, dizginlenmemiş şehvet, sapkınlık ve yıkıcılıkla dolu korkutucu bir Pandora kutusunu açtıklarına inanıyorlardı. Tissot’un ve başkalarının mastürbasyonla ilgili yazdıklarını analiz ettiğimizde, bu dehşet duygusunun hissedileceğini sanıyorum. Cinselliğiyle baş başa kalan bir insan, son derece tehlikeli bir güce sahip biri olarak görülüyordu. Biz de seminer dersimizde, Aydınlanma’nın son dönemlerinde ve Viktorya döneminde insanın içindeki bu Pandora kutusundan duyulan korkuyu anlamaya çalıştık; bu sadece önyargılardan veya bilimsel araştırmalardaki sapmalardan kaynaklanan bir korku olamazdı. Bu korkular, Viktorya dönemindeki hekimlerin farkında olmadığı, zihin ile beden, söylem ile arzu arasındaki ilişkileri ifade ediyordu. Hekimlerin yaklaşımları, arzu, söylem ve siyasi tahakküm arasındaki ilişkiyle ilgili temel Hıristiyan ilkelerine derinden bağlıydı. Körü körüne miras alınan bir şeyin, aynı körlükle devredilmesi muhtemeldi.
Viktorya dönemi ahlakı, sadece sağ kanadın son ABD seçimlerinde ayyuka çıkan toplumsal baskı çağrılarının ahlaki temelini oluşturmakla kalmıyor, çok daha ılımlı çevrelerde yaygın olan bir inancın da temeli aynı zamanda: insanın cinselliği hakkında düşünmesinin, bir “problem” hakkında düşünmesi anlamına geldiği; insana zevkle birlikte büyük zarar da verebilecek, kendi içindeki sırlar hakkında düşünmesi anlamına geldiği inancı. Cinselliğe yüklenen bu büyük psikolojik değer, bizler o dönemin baskıcı önyargılarından kurtulmakla ne kadar gururlansak da, Viktorya aklının mirasıdır. İnsanın kimliğinin cinselliğine dayandığı fikri, insanın erotik duygularına muazzam bir yük bindirir – 18. yüzyılda yaşayan biri için anlaşılması çok zor bir yüktür bu.
Seminer dersimizin, cinsel özbilincin yön kaybına odaklandığı ikinci yol, zihin ile bedeni ilişkilendirme edimine dayanıyor. Derste, “benlik teknolojisi” ifadesiyle, cinselliğin insan mizacını değerlendirmek için kullanılışını tarif ettik. Modern benlik teknolojisi, kısmen, bedensel arzunun bir insanın samimiyetini ölçmek için kullanılmasından oluşur. “Bunda gerçekten samimi misin?” “Kendine karşı dürüst müsün?” Bunlar, insanların bedenlerinin neyi arzuladığını bulmaya çalışırken cevap verdiği sorular oldu: Bedeniniz bir şeyi istemiyorsa, kendinize karşı dürüst olmadığınız sonucu çıkıyor. Öznellik, cinselliğin boyunduruğu altına girdi: Öznel özbilincin hakikati, ölçülen bedensel uyarımlar çerçevesinde tasavvur ediliyor. Amerikalıların konuşma dilinde kullandıkları “söylediklerimi gerçekten hissediyor musun?” ifadesi, yani insanlar arasında hakikatin ölçütü olarak “hissetme” kelimesinin kullanılması, öznelliğin bu şekilde cinselliğin boyunduruğu altına girmesinin sonucudur ve bir şey hissedilmiyorsa doğru olmadığını ima eder. Seminer dersimizde, bedensel arzular aracılığıyla doğruyu söyleme fikrinin kökenlerinin yine Hıristiyan kaynaklarına dayandığını gördük. Modern dönemde bunun sonucu, cinsel arzunun yola gelmez seyrinin, insanın kendi özbilincine duyduğu güveni asit misali eritmiş olmasıdır: bedensel arzular değiştikçe, insanlar kendilerine, kendileri hakkında yeni, farklı ya da çelişen hakikatler anlatmak zorunda kalırlar. İnsanın benliğinin hakikati bedenin standartlarına tabi kılındığında, insanın kendine, özbilincinin bütünlüğüne duyduğu inanç sarsılır.
Demek ki cinsellik, bahsettiğimiz üçüncü yalnızlık deneyimine, insanın diğerlerinden ayrı bir varlık olduğunu bilmesi deneyimine, hem korku hem de kendinden şüphe unsurlarını sokmuştur. Psikolojik açıdan, korkulan ya da kuşku duyulan bir şeyin, bir insan için elzem bir şey haline geldiğini söylemeye gerek yok. Cinselliğin öznellik için bizzat yarattığı belirsizlikler, bu deneyimin önemini büsbütün artırır: yani, cinsellik ne kadar problemli hale gelirse, kendimizi tanımlama noktasında da o kadar önemli olur. Foucault ile paylaştığımız retorik ve politik görüş bence şu: cinsellik aşırı önemli hale gelmiş, kendini tanımlama ve kendini bilme noktasında yerine getiremeyeceği ve zaten getirmemesi gereken görevleri yüklenmiştir.
Son bir noktaya daha değineyim. Cinsellik ve yalnızlık problemine verilen mantıkî tepkilerden biri de şu: “Boşver. Seksin tadını çıkar ve kendin hakkında düşünmekten vazgeç.” Yalnızlık meselesinin neden bu şekilde geçiştirilemeyeceğini düşündüğümü açıklamak istiyorum.
Yalnızlık ile sosyallik arasında doğrudan bir bağ vardır: bir insan yalnızken rahat değilse, başkalarıyla da rahat olamaz. Farklılığın yalnızlığı ile sosyallik arasında, toplumda korunması gereken bir ritim vardır, biz bu ritmi hissetmeyiz çünkü kendimizle baş başa olma deneyimi ziyadesiyle sorunludur. Ama şunu da eklemek isterim ki, bence bizim bu ritmi hissetme olasılığımız geçmişe nazaran daha yüksek, çünkü Batı burjuva toplumunda muazzam bir fırsatın önü açılmıştır: Parçalara ayrılmış bir toplumda yaşama fırsatı.
Bugün, eskiden birçok toplumu –fiilen olmasa da, en azından bir ideal olarak– birlik içinde tutmuş organik bağlardan, din, aile, iş ve cemaat bağlarından kurtulma fırsatımız var. Artık organik sevdası olmadan da yaşayabiliyoruz. Büyük bürokrasiler organik dayanışma ilkeleriyle birarada tutulmuyor, Durkheim buna dikkat çeken ilk kişilerdendi; aile ve işyeri artık 18. yüzyıl kentinde veya taşra kasabasında olduğu gibi, aynı hane içinde fiziksel açıdan bile birbirine bağlı değil. Din artık geleneksel Katolik ya da Yahudi hayatında oynadığı role sahip değil. Bu değişimleri, toplumdaki çöküş alametleri olarak görmektense, onları kabullenip önünü açtıkları olumlu gelişmeleri görmeye çalışmamız gerek. Bence bunun en hayırlı sonucu, hem yalnızlık hem de sosyallik için önünü açtığı yeni fırsattır.
Organik bağların gevşemesi, toplumsal ilişkilerin giderek bir seçim meselesi haline gelmesi demek. Toplumsal ilişkiler bir doğa düzeninin, ilahi kanunların, organik zorunluluğun parçası gibi görünmekten çıktıkça, insanlar kendilerini toplumsal rollerinden ayrı bir hayata sahip varlıklar olarak görebilir. Toplumsal ilişkiler kurmayı seçtiğimizde, bu ilişkiler daha da önem kazanır. Fakat bir insanın parçalara ayrılmış bir toplumda neyle ilgilendiğini seçmesi, insanın kendini ayrı, kendi başına bir varlık olarak tanımasına bağlıdır. Cinselliğin, ruhsal hakikatin ölçüsü haline gelecek kadar şişmesi, böylesi bir kendini bilme sürecini yönünden saptırmıştır.
Richard Sennet’in 1981’de Michel Foucault’yla birlikte kaleme aldığı “Sexuality and Solitude” başlıklı metnin ilk kısmı, London Review of Books, cilt 3, sayı 9, 21 Mayıs 1981.