‘Yer’i Savunmak: New York’ta Kamusal Alanlar, Kimin İçin?

 

Sanayi sonrası kentlerinde oluşan endüstriyel boşlukları(!) yeniden kullanıma sunarak ‘kentsel canlandırma’ adı altında yapılan kültürel ya da kamusal eksenli projelerin, aslında çevresindeki rant değerini artırmaya yönelik olduğu açıktır. Yıldız mimarların ve tasarım gruplarının odak projelerle ve paketlenen peyzaj alanlarıyla kente getirdiği mekânsal ve ekonomik yeniden yapılanma vaadi, kimin için daha yaşanabilir alanlar yaratıyor?

Black Lives Matter sloganıyla Amerikan şehirlerinde başlayan mücadele; sınıf, kimlik ve aynı zamanda bir ‘yer’ savunmasıdır. Yıllardır süregelen planlama ve tasarım kararları merkezdeki çeşitli etnik grupları ve sınıfları kent çeperlerine itmektedir. Bu yazıda Manhattan Chelsea’daki post-endüstriyel bir alandaki dönüşümün, High Line Park’ın, bölgede yaşayan toplulukları dolaylı ve doğrudan nasıl yerinden ettiğine değinmeye çalışacağım.

 

Kamusal Alanlara Yapılan Müdahaleler, Soylulaştırmayı/Yerinden Edilmeyi Nasıl Tetikler?

Soylulaştırma (gentrification) terimi, 1964 yılında İngiliz sosyolog Ruth Glass tarafından kentsel bölgelerin düşük gelir grubundaki sakinlerini yerinden eden orta sınıfların akışını tanımlamak için kullanılmıştır. Glass, mütevazı ve eski işçi konutlarının satın alındığı ve kiracıların sözleşmelerinin bitmesinin ardından gitmelerinden sonra zarif, pahalı konutlara dönüştürüldüğü Kuzey Londra’daki Islington mahallesi örneğini göstererek soylulaştırmayı resmetmiştir. Yerinden edilme, soylulaştırmanın getirdiği en tahmin edilebilir sonuçtur diyebiliriz. Bölge sakinleri, bölgenin artan değeri nedeniyle mahallede sunulan konut, kamu hizmeti, okul ücretleri ve diğer hizmetler için artık ödeme yapamadıklarında dolaylı olarak yerlerinden edilmektedir. Bu karmaşık süreçte, bir kamusal alanın iyileştirilmesi veya geliştirilmesi ile çevre toprakların değerindeki artış arasındaki ilişkiyi reddetmek zordur. Kamusal alanlara yapılan yatırımların bölge için daha da fazla potansiyel yatırımlarla sonuçlanması muhtemel olduğundan soylulaştırma kimi zaman da kamusalda başlar.

High Line Park vakasının öncülük ettiği tartışmalar sonucunda kent içinde dönüştürülen başka yeşil alanlar da incelenmiş ve yeşil soylulaştırma kavramı ortaya atılmıştır. Yeşillendirme, mahallelerdeki çevre koşullarını iyileştirmek için tasarlanmış olsa da, işçi sınıfını ve siyah, Latin grupları dışarı çıkaran ve beyaz, daha zengin göçmenleri çeken yeşil soylulaştırmayı yaratır. Eşitliğe yönelik kamu politikası müdahalesi olmadan, bu tür girişimlerin mekânsal ayrımcılığı arttırma eğiliminde olduğunu görmekteyiz.

 

 

Planlama mesleğinin kentsel her derde deva olarak elinde tuttuğu ‘mekânsal ayrışma’ geçmişi göz önüne alındığında sadece ‘kamusal alanları yeniden düşünme ve tasarlama’ ya da en iyi şekilde tasarlama kaygısı zaman içinde eleştirilere konu olmuştur. New York’ta çalışma yürüten bir kuruluş olan Project for Public Spaces,[1] 2016 yılında plancılara ve tasarımcılara bir kamusal mekân üretimi etik kodu formüle etme çağrısı yaptı. “Tüm projelerimizde mekânsal katılımı aktif olarak teşvik edeceğiz. Mekânın, neresi olursa olsun ırk, etnik köken, cinsiyet veya gelir farkı gözetmeksizin tüm insanlar için ortak bir payda olduğunu düşünüyoruz. Herhangi bir topluluk ya da kişiye karşı ayrımcılık içermemelidir.”

Niyet övgüye değer. Ancak ‘içermemek’ mevcut adaletsizlikleri geri almaz. Özellikle yeri ‘ortak payda’ olarak görmek, insanların mekânı ve kamusal alanları deneyimleme biçimlerindeki büyük farklılıkları silme riskini taşır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, bu büyük farklılıklar ırksal ve sınıfsal çizgileri aşmaktadır. Kalıcı eşitsizlikler ve onlarca yıllık ayrımcılık, bir etik kuralın onu kesmeyeceği anlamına gelir. Gerçek bir mekân üretimi politikasına ihtiyacımız var.

Dönüşümler, alanı kullanan toplulukla başlamalıdır. ‘Kamusal alan ve kültür onları üretenlere ait olmalıdır’ fikri uzun zamandır tartışılan bir mekân yapma politikası (placemaking)[2] olmakla birlikte, bu hak her topluluk için var olacak mıdır?

Mimarlar ve plancılar, 12 yaşındaki siyah bir çocuğun kendi mahalle parkında vurulduğu Amerikan şehirlerinde ne tür yerler yapıyor?[3]

  

 

Chelsea'deki Truva Atı: High Line Park

High Line Park, New York-Chelsea’de açıldığında Belediye Başkanı Michael Bloomberg, terk edilmiş tren yük hattının harika bir gezinti yoluna dönüşmesinin “kentin geleceğine olağanüstü bir hediye” olacağını öngördü. Harika yerler, kimin için?

Kamusal alanda tasarım için yıllardır süregelen kabullerden biri de “great places benefit everyone” (harika yerler herkese yarar) sloganı etrafında şekillenen bir meslek etiğiydi. Bu tasarım anlayışının ayrıştırma ya da yerinden etmeden ziyade tüm sakinleri bir araya getirecek bir mekân arayışında olduğunu söylemek derinlerde yerleşik etnik ve sınıfsal kaygılar göz önüne alındığında gerçekçi değildir. Şehirleri daha ‘yaşanabilir’ yapma çabası parklar, plazalar ve mutlu yayalar anlamına gelir. Ancak belki de gerçek, daha steril ve özdeş olarak yeniden tasarlanan alanların artık kamusal alan olmadığıdır.

Bir parkın az kullanıldığını söylediğimizde itiraz ettiğimiz şey siyah, Latin ya da evsiz ve yoksul insanların varlığı ise “orta sınıf profesyoneller tarafından az kullanılan” diyerek kaygımızı netleştirmeliyiz. ‘Kamusal alanı aktive etme’ hakkında konuştuğumuzda, bu alanlarda mevcutta kimin aktif olduğunu -aslında gidecek başka bir yeri olmayan insanlar hakkında- da konuşmalıyız. Bir faaliyeti arzu edilen veya istenmeyen olarak tanımlama, mekânı ‘harika bir yer’ veya ‘kabataslak bir yer’ olarak tanımlama yeteneği plancıların ve mimarların düşüncesizce uyguladıkları bir güç türüdür.

 

  

 

Tasarlanırken yılda tahmini 300 bin kullanıcı beklenen High Line Park’ı geçtiğimiz yıl yaklaşık 8 milyon kişi ziyaret etti. Bir zamanlar endüstriyel binalar, otoparklar ve oto tamir işletmeleriyle bilinen mahalle şimdi bir ucunda Whitney Amerikan Sanat Müzesi’nin göz kamaştırıcı yeni binası ve diğer tarafta 25 milyar dolarlık gökdelenlerle çevrili. High Line projesinin tamamlanması ile birlikte Batı Chelsea’da ve pist boyunca uzanan diğer mahallelerde bir gayrimenkul geliştirme patlaması yaşandı. Toplam yaşam maliyeti hızla arttı. Derin kültürel kökenlere sahip işletmeler bile kira artışları sebebiyle bir çeşit zorunlu göçe maruz kalan mahalledeki müşterilerini kaybetti ve kapandı. Marketler ve çamaşırhaneler gibi küçük aile işletmelerinin yerini hızla yeni butikler ve yeni sakinlerin zevklerine hitap eden egzotik restoranlar aldı.

High Line Park’ın mimarı Robert Hammond 2017 yılında CityLab’a verdiği ropörtajda “Yatırımcılar, mevcutta düşük gelirli grupların yaşadıkları alanlarda yerleşmeyi teşvik etmek için High-Line Park’ın avantajlarını kullanıyorlarsa, bu artık farklı bir top oyunu” diyerek aslında gelinen noktayı özetliyor.

Parkı kim kullanıyor sorusunun cevabı da aslında çok net görülüyor. Mahalledeki sakinlerin üçte ikisi siyah ve Latin olmasına rağmen park kullanıcılarının çoğunluğu turist ve ezici bir şekilde beyaz. Tasarım aşamasında da toplulukla iletişime geçtiğini ve katılımı teşvik etmek istediğini söyleyen Hammond, “Bunu mahalle için yapmak istedik ama sonuçta başarısız olduk” diyor.

Chelsea mahallesinde yaşayan düşük gelir grubundaki toplu konut kiracılarıyla bir dizi ‘dinleme oturumu’ yapan tasarım grubu adına Hammond, insanların gerçekten ihtiyaç duyduklarının iş ve daha uygun bir yaşam maliyeti olduğunu söylüyor. Sakinler ayrıca iki ana nedenden dolayı High Line’dan uzak durduklarını belirtiyorlar: Onlar için inşa edildiğini hissetmediler, kendileri gibi kullanan insanları görmediler. Belki de düşünülmesi gereken ‘katılımcı tasarımın’ın dinamikleridir. Tüm paydaşların birarada olduğu bir masada katılım adı altında hangi gündemler tartışılıyor?

 

 

High Line’ın planlama aşamalarında Hammond ve ortağı David, kamu konut kiracılarının erişimini sağlamak ve tasarım hakkındaki görüşlerini almak için yerel bir ofis kurdular. Ancak toplantılarda sordukları sorular aslında neydi: Mavi boya mı yoksa yeşil boya mı? Soldaki veya sağdaki merdivenler? Gerçekten önemli olanın farkına varamadılar. Hammond, park açıldıktan ancak 7 yıl sonra “Şimdi düşünüyorum. Tasarımın nasıl görünmesi gerektiğini sormak yerine, ‘Sizin için ne yapabiliriz?’ diye sorsaydık, çünkü insanların tasarımdan daha büyük sorunları var” diyebildi.

High Line Park için kontrolden çıkmış bir ‘başarı’ denilebilir ama aynı zamanda Manhattan’daki artan eşitsizliğin sembolü haline geldi. New York’taki bu soylulaştırma anıtının mimarı diğer şehirlerde meslektaşlarının yapacağı muhtemel hataların önüne geçebilir mi?

Soylulaştırma ve yerinden olma endişeleri, neoliberal kent düzeninde hemen hemen her yeni gelişme ile ortaya çıkıyor. Ancak söz konusu kamusal alanlar ve unutulmuş mahallelerin belirli köşelerini güzel parklara dönüştürmek olduğunda, gelen bu dalgaya karşı koyabiliriz. Çünkü barınma ve kent hakkı, aynı zamanda ‘yer’in savunulmasıdır.

politeknik.org.tr



[1] Kamusal Alanlar Projesi (Project for Public Spaces – PPS): New York’ta, topluluklar inşa eden kamusal alanlar yaratmaya ve sürdürmeye adanmış, kar amacı gütmeyen bir kuruluştur.

[2] Mekân yapma (placemaking): Kamusal alanların planlanması, tasarımı ve yönetimine çok yönlü bir yaklaşımdır. İnsanların sağlığını, mutluluğunu ve refahını teşvik eden kamusal alanlar yaratmak amacıyla yerel bir topluluğun varlıklarından, ilhamından ve potansiyelinden yararlanır. Yer kimliğinin doğası gereği politiktir.

[3] On iki yaşındaki Tamir Rice, elinde oyuncak silah tabanca olduğu gerekçesiyle 22 Kasım 2014’te Ohio Cleveland’da polis tarafından katledildi.

 

kentsel dönüşüm, mimarlık ve suç, mimarlık