Neoliberalizm İş Başında: Eşitsizlik, Güvensizlik ve Toplumsalın Yeniden Kurulumu. Politik-Ekonomik Alanın İncelenmesi İçin Temel Öğeler

Foucault, Birth of Biopolitics’te, 18. yüzyıl liberalizminden Alman ordoliberalizmine[1] ve daha yakın tarihli ABD neoliberalizmine geçişi incelerken, bu değişimlerin önceden çok da açık olmayan dikkat çekici birçok yönünü teşhis eder ve böylece günümüz kapitalizmine temel teşkil eden mekanizmaları ve ilkeleri gözler önüne serer. Yazarın liberalizm eleştirisine yönelmesi, biyopolitika aygıtını [apparatus] analiz etmeye yönelik çabalarının bir parçasıdır ve dolayısıyla iktidar ve tabiiyet [subjection] meseleleriyle, veya daha doğru bir ifadeyle, iktidarın yaşam üzerine iktidar olarak uygulanmasıyla, yani biyoiktidarla ilişkilidir. Biyoiktidar zamanla, belirli, kapitalist bir iktidar ve zenginlik dağılımını, ve öznenin belirli bir biçimini destekleyen koşulları oluşturan ve buna uygun bir çerçeve kuran pozitif bir güce dönüşmüştür. Eldeki metin, söz konusu mekanizma ve ilkelerin pratikte nasıl işlediklerini ortaya çıkarmada bu analizlerin ne derecede yardımcı olduğunu inceliyor. Dolayısıyla sosyo-ekonomik alandaki ve devletin işleyişindeki dönüşümlere odaklanıyor ve bu sırada, günümüz gerçekliğinin söylemsel olduğu kadar pratik boyutlarını da dikkate alıyor.

Metin, dünyanın ve ona nakşolmuş ilişkilerin, dünyayı belirli bir şekilde kurmayı hedefleyen hesaplamalar sonucunda hareket geçirilen ve hem söylemsel olan hem de olmayan, belirlenmiş bir aygıt, veya dispozitif,[2] kompozisyonunun sonucu olduğu fikriyle başlıyor. Böylece tarihsel bir gerçeklik olarak kapitalizm, onu mümkün kılan bu kurumsal düzenlemelerin ve pratik kuralların olumsal bir sonucu olarak görülebilir hale geliyor. Bunu takiben, tavırların [conduct] neoliberalizmin konsolide olduğu dönemdeki yönetilme biçimlerine yön veren motivasyon ve hesaplamaların incelenmesine geçiliyor. Buradaki odak noktalarından biri, Fransa’daki kültür endüstrilerinde çalışan insanların durumudur. Bu durum, yalnız eldeki metnin tasvir etmeye çalıştığı süreci örneklendirmekle kalmaz, aynı zamanda neoliberal düşünce ve stratejiler açısından bir sınama aracıdır. Çünkü bu sektöre müdahaleye ve toplumu neoliberal ilkeler uyarınca yeniden kurmaya yönelik politika ve mekanizmaları teşvik eden kişilerden biri de, Foucault’nun ölümünden sonra yayınlanan çalışmalarının, dolayısıyla neoliberalizme odaklanan 1978-1979 derslerinin de editörü olan François Ewald’dır. Demek ki bir bakıma Fransa’da, Foucault’nun neoliberalizm hakkında ortaya koydukları, neoliberalizmin bir sosyal politika olarak uygulanmasında rol oynamıştır. Böylece ikili bir görünürlük mümkün olur: Bir yandan, piyasa kapitalizmiyle göbekten bağlı bir düşünce sistemi olarak neoliberalizmin anlaşılması, öte yandan, Foucault’nun çalışmalarından mülhem ve toplumu yeniden oluşturmaya hizmet eden araçların inşası.

Makale boyunca, tavırları kavrayıp elinde tutan bir iktidarı mümkün kılacak koşulların parçası olarak bu dispozitiflerin, güvencesizliği, eşitsizliği ve bireyselleşmeyi teşvik ettikleri üzerinde duruluyor. Bu koşullar yeni bir birey tipinin şekillenmesini de içeriyor: “girişim toplumu” [enterprise society][3] haline getirilen bir toplumun çerçevesine uyacak, “kendisinin girişimcisi” haline getirilmiş bir özne. Birth of Biopolitics’te Foucault, liberalizmden ordoliberalizme geçişe tekabül eden ve onu belirleyen bir geçişi, mübadeleden rekabete geçişi vurguluyordu; bu rekabet mantığı, neoliberalizmde, Refah Devleti dahil olmak üzere devletin tüm dispozitiflerini, ve otonom bireyler kabul edilen özneleri kapsayacak şekilde genelleştiriliyor. Bunun aracı, risklerin ve koruma sistemlerin finansallaşması ve değer hesabının bu paradigmaya bağlanması. Paranın bu süreçte bir araç olarak rolü Foucault’nun analizinde eksik bırakılmıştır. Burada, –örneğin “insan sermayesi” kavramındaki gibi– bireyselleştirici teknikler aracılığıyla işleyen finansallaşmanın, riski ve korunmayı yeniden dağıtmayı nasıl başardığını göstererek, bu eksikliği gideriyoruz. Finansallaşma bunu, bireyi artan şekilde piyasanın insafına bırakarak yapıyor. Paralelinde, ücretlilerin ve kamuda çalışanların emeklilik fonları şirketler için finansal bir kaynağa dönüştürülmüş; böylece birikimler, sermaye yararına temellük edilmiş, ücretliler duygusal, düşünsel ve politik düzlemlerde ikili bir tuzağa düşürülmüş oluyor. Bu durum, devlet yönetiminin de parasallaşmasıyla birlikte, süreklileşmiş bir güvencesizliğe ve prekariteye neden oluyor ki, bunlar söz konusu yeni aygıtların işleyebilmesi için gerekli koşullardır.

Toplumsalın neoliberal dönüşümünün önemli yönlerinden biri de, sivil toplumun bu dönüşüme hizmet etmek üzere işe koşulmasıdır. Foucault yeni homo œconomicus’un buradaki merkezî rolüne dikkat çekmişti – “insan sermayesi” olarak diğer tüm bireylerle girdiği rekabette kendisini maksimize edecek, “kendinin girişimcisi” bir birey olarak düşünülen homo œconomicus figürü. Eldeki metin, bu dönüşümleri sağlamak hedefiyle işleme konan mekanizmaları çözümlerken, şunu iddia ediyor: [Kişinin kendisinin girişimcisine dönüşmesini getiren] Bu süreç, yalnızca tavırların neoliberal yönetiminin neden olduğu yaygın güvencesizleşmeyi artırmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal bağların ve toplumsal kaynaşma [cohesion] için gerekli koşulların da yıkımına götürüyor. Bu ise, neoliberal devlet için, ırkçılığı yeniden tesis ederek veya savaş yoluyla çözmeyi denediği ciddi bir soruna neden oluyor. Tüm bunlarla birlikte, sonuç bölümünde ortaya konulduğu gibi, “girişim toplumu” kavrayışından kaçmaya imkân tanıyan karşı-tavırlar da mevcut veya mümkün.

 

Bir Dispozitifler Kümesi Olarak Ekonomi

İşsizlik, istihdam ve iş, onları yönettikleri söylenen kurumları önceleyen, nesnel, bizzat ekonomik bir varoluşa sahip “doğal” gerçeklikler değil. Gerçekte, iki dispozitif kümesinin kesişimi yoluyla işleyen bir inşanın sonucudur bunlar: yasayı, normu, kanıyı, kategorileri, bilgileri [savoir][4] tesis edenler kümesi ve bireylerin tavır ve davranışlarını yönetenler kümesi.

Deleuze’ün[5] ve Foucault’nun söylemsel olan ve olmayan formasyonlar [formations] arasında yaptığı ayrım, üretim ve yönetim (örneğin, çalışanların, işsizlerin yönetimi) dispozitiflerini haritalandırmamıza yardım edebilir. Onlara göre, söylemsel olmayan dispozitifler veya pratikler, insanın yaptıklarına (mümkün veya muhtemel eylemlerine) etki eder, söylemsel pratikler veya dispozitifler ise, söylediklerine (mümkün veya muhtemel ifadelerine). Örneğin işsizlik durumunda, “söylemsel-olmayan pratikler” veya “söylemsel-olmayan formasyonlar”, kaydeden, dosyalayan, denetleyen, celp eden, ödenekleri dağıtan, ihraç ve müeyyidelere karar veren, işsizlerin gözetimini (görüşmeler, eğitim) düzenleyen dispozitiflere atıf yapar; bunlar, devlet, sendikalar ve işveren dernekleri tarafından idare edilen düzenlemelerdir. Bu dispozitifler, yararlanıcıların mümkün veya muhtemel eylemleri üzerinde etki etme imkânına sahiptirler, bu sosyal yardımın [benefit] miktarı ve dönemi, belirli yardım biçimlerine erişim, iş arama üzerinde denetim, iş piyasasına uyma amaçlı yeniden eğitime yönelik baskılar gibi önlemler aracılığıyla mümkün hale gelir. Bu tür söylemsel-olmayan pratikler “işgücü içindeki işsizlerin” [unemployed workers] tavırlarını, iki farklı mantık uyarınca yönetmeye çalışırlar: “yasal özneler” olarak ve “yaşayan varlıklar” olarak, [başka bir ifadeyle] “vatandaşlar” ve “yönetilenler” olarak. Michel Foucault’ya göre sosyal sigorta, Refah Devleti’nin dispozitiflerinden biridir; burada (hak sahibi) vatandaşlar üzerinde uygulanan politik iktidarı ile, (belirli bir yaşta, cinsiyette, belirli yeteneklere, düşünme ve davranma biçimlerine vs. sahip) somut, bireysel öznellikler, yaşayan özneler üzerinde uygulanan iktidar arasındaki düzenleme vuku bulur.[6] Sınıflandırma, denetleme, bastırma, kışkırtma, tavırların idaresi ve öznellik tarzlarını oluşturma işlevlerini üzerlerinden atmak için, bu söylemsel-olmayan sosyal sigorta dispozitiflerinin hizmetine sunulmuş bir dolu “toplumsallık teknolojisi” [technologies of the social] –yani toplumsal olanı kuran prosedür ve mekanizmalar– vardır. Bu araçları işleme koyan “teknolojiler” farklı mantıklara göre işlerler: adli-yasal ve disipliner dispozitifler ve gözetleme [surveillance] dispozitifleri. Aşağıda bunların ne oldukları, nasıl çalıştıkları ve birbirlerine nasıl aktarıldıkları üzerinde duruyorum.

“Söylemsel formasyonlar” veya “söylemsel pratikler” bir beyanda[7] [statement] bulunmaya yarayan heterojen dispozitifler kümesidir. Farklı şekillerde işler ve beyanlar üretirler – örneğin, parlamento gibi yasama organları yasalar tasarlar, istihdam ofisleri normları belirler, başka merciler düzenlemeleri yapar, üniversiteler akademik sınıflandırmalar ve raporlar üretir, medya kanıları inşa eder, ve uzmanlar bilgiye dayanan yargılarda [informed judgment] bulunurlar. Bu söylemsel pratiklerin nesnesi, farklı (yasa, kamuoyu vb. ile ilişkilenen) söylem rejimleri tarafından anlatılan şekilde oluşturulmuş bulunan “işsizlik”, “iş”, “istihdam” gibi kategorilerdir. Söz konusu kategorilerin tutarlılıkları ve etkinlikleri, bu farklı fakat pratikte kesişen sözcesel [enunciative] rejimler boyunca vücut bulur. Bu “söylemsel pratikler”, önemli, çarpıcı veya ilgi çekici olanı tanımlayarak bir toplumun belirli bir andaki “sorunlarını” inşa eder ve belirlerler. Böylece bir yandan mümkün olanın sınırlarını çizer, öte yandan da –paradoksal şekilde, sözün ve ifadelerin dolaşımını kışkırtan teknikler aracılığıyla– egemen beyan rejimine uymaz görünen beyanların dolaşıma girmesine engel olurlar.

Söylemsel-olmayan formasyonların “şeylere” indirgenemeyecek olması gibi, söylemsel formasyonlar da “sözcüklere” indirgenemez. Söylemsel pratikler basitçe konuşma kabiliyetinin ürünü değil, “makinesel” bir işleme biçimine sahip bir kurum ve merci çeşitliliğinin eylemlerinin bir sonucudur. Söylemsel pratikleri gündelik söylemin ve politik polemiğin yerine geçme eğiliminde olan akademisyen, uzman veya gazeteci, beyanların bireysel öznesi değil; karmaşık ve eklemlenmiş bir ekonomik, politik ve kültürel çıkar ağının, işlev, prosedür ve protokol zincirinin söylemsel bir çıkış veya varış noktasıdır. Beyanların çok çeşitli kamular (medya, akademi, yerel ve ulusal düzeyde seçilmiş temsilciler, toplumsal-profesyonel kategoriler vs.) üzerinde etkileri vardır. Bunlar, farklı kamulara has ve kamuoyu oluşturmaya yönelik diferansiyel bir yönetim mantığı uyarınca, semiyotik ve iletişimsel bir teknik yelpazesine başvurdukları ölçüde (ki bunlara zihnin [intellect] teknikleri denilebilir), her şeyi kapsayan bir kategori olarak ideoloji, söylemsel pratikler ile iktidar ilişkileri arasındaki karmaşık ilişkiyi yeterince ifade edemez hale gelir.

Söylemsel ve söylemsel-olmayan pratikler, bir nedensellik, simgeleştirme veya temsil ilişkisi içinde değildir, bunlar karşılıklı olarak birbirlerini önceden varsayarlar. Birinin söylediği, ancak üretim altyapısı üstyapıya temel teşkil edeceği oranda, o kişinin yaptığının bir yansıması veya ters imgesi olabilir. Söylemsel ve söylemsel-olmayan pratikler ara vermeksizin birbirlerinin içine geçer ve dünyamızı ve onu oluşturan ilişkileri üretir.

Dolayısıyla işsizliği, işi ve istihdamı, kesişen ve birbirlerinde destek bulan tüm bu söylemsel ve söylemsel-olmayan dispozitif ve süreç çeşitliliğinin “kitlesel” veya “toplam” etkisi olarak anlayabiliriz. “İşsizlik” en başından ekonomik bir kategori değildir, veya başka bir ifadeyle, ekonomik olan tümüyle “düzenlenmiş” bir eylem kümesi olarak anlaşılmalıdır. Peki kim ve ne tarafından düzenlenmiş? Yasalar tarafından, ve aynı zamanda, belki de dinî, fakat günümüzde özellikle medyatize edilmiş veya kültürel bir nitelik taşıyan normlar, alışkanlıklar, bilgiler, reçeteler tarafından.   

“Ekonomik” olarak adlandırılan, yönetilenlerin mümkün veya muhtemel eylemlerine tesir eden farklı bedenselleşmiş teknikler ve prosedürler tarafından, ve yönetilenlerin mümkün veya muhtemel beyanları üzerinde etkisi olan farklı semiyotik dispozitifler tarafından düzenlenmiş bir etkinlik kümesidir. Düzenleme burada bir yandan oluşturma ve tesis etme [constitution and institution][8] öte yandan da sınırlandırma, baskı ve denetim anlamlarına geliyor. Başka bir ifadeyle, kapitalizmin veya sermayenin, basitçe veya içsel olarak, devamında yasa, normlar ve söylemler tarafından düzenlenip temsil edilen bir ekonomik gerçeklik olduğunu düşünmekten kaçınmalıyız. Sermayenin içsel bir mantığı; veya haklar, kanılar ve bilgiler aracılığıyla sınırlandırılabilecek veya kontrol altına alınabilecek otonom ve bağımsız yasaları yoktur. Sürekli olarak tesis edilmesi [instituted] gerekir.

Tarihsel bir gerçeklik olarak kapitalizm, olabilirlik koşullarını oluşturan (hukukî veya hukuk-dışı) pozitif kuralların ve kurumsal [institutional] bir çerçevenin olumsal bir ürünüdür. Foucault’nun[9] ifade ettiği gibi, ekonomik süreç ve kurumsal çerçeve “birbirlerini çağırır, destekler, değiştirir; ve böylece her biri sürekli bir karşılıklılık içinde şekillenir”.

 

Tavırların Yönetimi

Şu veya bu dispozitifi kullanarak, şu ve şu prosedüre dayanarak, kimi zaman beden teknolojilerine kimi zamansa söylemsel teknolojilere başvurarak bu birleşik ve bütünleşik süreç çokluğunu işleten kimdir? Bu, “yönetim”dir [government]; eğer kavramı, insanların tavırlarını yönlendirmek ve onların eylemlerine ve ilişkilerine dair olasılıkları hesaba katmak üzere işleme konmuş teknikler ve prosedürler olarak anlarsak.[10] Yönetim, hem ifadelerin [statement] ve yapılabilirlik bilgisinin [know-how] oluşumunu mümkün kılan söylemsel pratikleri kullanır ve idare eder; hem de görece açık, tersine çevrilebilir ve dönüştürülebilir iktidar ilişkilerinin “tahakküm durumları” ve tabiiyet modaliteleri [modalities of subjection] şeklinde sabitlenmesini mümkün kılan adli ve yasal mekanizmalar deposunu ve söylemsel-olmayan teknolojileri. Daha doğrusu, bu yönetim kavramını devlet yönetimiyle karıştırmamak için, bunun, söz konusu çoklu süreçler birleşiğini işler kılmaya yönelik etkinliğe verilmiş bir isim olduğu söylenebilir – her bir eylemin uygulayıcısı ister devlet adamları, ister sendikacılar veya patronlar olsun.

Yönetim, üzerinde uygulandığı yönetilenlerin her zaman cevap verme, farklı davranma veya reddetme imkânına sahip olduğu bir iktidar tekniğidir. Foucault için, tavırların yönetimi direnişin her zaman mümkün olduğu anlamına gelir. Yönetim, yönetenler ile yönetilenler arasında stratejik bir ilişkidir; bu ilişki aracılığıyladır ki, birinciler ikincilerin tavırlarını belirlemeyi dener ve ikinciler “yönetilmekten kaçınmak”, yönetilmeyi minimize etmek, veya başka prosedürler, ilkeler, teknolojiler ve bilgiler vs. uyarınca başka türlü yönetilmek, ve böylece kendi kendilerini yönetmek için pratikler geliştirirler. Foucault bu yaratıcı direniş stratejilerini “karşı-tavırlar” [counter-conducts] olarak adlandırır: Bunlar, “otonom ve bağımsız” özneleşme [subjectivation][11] süreçlerini, yani birinin kendisini oluşturması için olanakları açığa çıkarır.

Kısa süreli sözleşmeyle çalışanların mücadelesinde gözlemleme fırsatını bulduğumuz karşı-tavırlar ve özneleşme biçimleri, onları denetlemesi amaçlanan iktidar dispozitifleri kadar çok ve çeşitlidir. Bunlar, farklı şekillerde ifade bulur: kaçma, saptırma, hile, tahakküm halini alaşağı etme denemeleri, iktidar dispozitifleriyle doğrudan çatışma vs. Bu araçlar birbirleriyle çatışmaz. Eşzamanlı olarak savunmacı ve/ya saldırgan yaklaşımları ifade edebilirler ve hem direniş mantığı uyarınca hem de politik denemeler biçiminde eyleme geçirilebilirler.

Demek ki, işsizlik, istihdam ve iş yalnızca denetim dispozitiflerinin, kışkırtmanın ve belirli ifadelerin [statements] üretiminin kesiştiği yerde değil; aynı zamanda farklı stratejilerin kesişim noktasında ortaya çıkar. Bu stratejiler tavırların yönetimiyle ve yönetilmenin reddiyle, veya hem bireysel hem kolektif düzeyde kendi kendini yönetme arzusuyla ilişkilidir. İktidar dispozitifleri haritasının ana hatları, bize farklı yönetim formlarının ve stratejilerinin çeşitli teknolojiler aracılığıyla uygulandığı alanların genel bir çerçevesini verecektir. Bu, aynı zamanda, muhtemel karşı durulabilir bölgeler haritasıdır. Fakat tavırların yönetimine yönelik tekniklerin ve karşı-tavırların organize edildiği tekniklerin nasıl, hangi stratejiler ve mekanizmalar aracılığıyla işe koşulduklarını bize söylemez. Bu çeşitli tekniklerin nasıl eklemlendiğini, farklı bilgilerin nasıl işlediğini, dispozitif yelpazesinin nasıl iş gördüğünü, iktidar ilişkilerinin nasıl çalıştığını anlamamız gerekir.

 

Kültür Piyasasının Düzenleyici İlkesi Olarak Rekabet

Sözleşmeli çalışanlar örneğinde karşımıza çıkan ihtilaf bu kategorileri işler haldeyken görmemize fırsat tanıyor. Rekabetçi bir piyasanın doğumuna ve kuruluşuna has söylemsel ve söylemsel-olmayan modalitelerin takibini mümkün kılıyor, çünkü Fransa’da 1980’lere kadar kültürel sektörün yalnızca bir kısmı (sinema) bu mantığı takip ediyordu, ve söz konusu ihtilafa konu olan şey, tam da bu sektördeki rekabet kurumuydu.

Foucault’nun Birth of Biopolitics’te geliştirdiği kavramlar ve iddialar önümüze koyduğumuz sorunun kalbindedir ve bu modaliteleri tasvir etmemize yarayacak araçları bize sunar. Rekabete kayan bu vurgu, neoliberalizmin Fransa’da ve başka yerlerde giriştiği “toplumsal yeniden inşanın” merkezindedir ve sosyal sigorta rejiminin yeniden yapılandırılması bu dönüşüm için gereken ana yapıya doğru atılan son adımdır. Daha önce ifade edildiği gibi, bu örnek ilginçtir çünkü Foucault’nun ölümünden sonra yayınlanan ve neoliberalizm incelemesini de içine alan çalışmalarının editörü olan François Ewald bu toplumsal yeniden inşa politikalarını (ihtiyatla da olsa) teşvik etmiştir (bir sendika başkanının yanı sıra).

Foucault’nun çalışmasını bu perspektiften sorgulamak isteyen biri, iki soruyla başlayabilir. Bunlar, söz konusu ihtilaftaki ana meselelerle ve işverenlerin “reform” projesinin ana ekseniyle ilişkilidir. Kültür endüstrisi içinde bir emek piyasasının oluşumu neden “sosyal politikanın” idaresinden geçer – işverenlerin kendilerini “sosyal girişimciler” olarak adlandıracakları derecede? Ve neden işsizlik sigortası bir engel teşkil eder? Ve neden Fransa’daki işverenler derneği kendi ekonomi-politik projesini “sosyal” bir proje olarak tarif eder? Foucault’nun cevabı, liberal yönetimin başından beri “toplumun yönetimi” olduğu iddiasıdır.[12] Liberal yönetim, fizyokratların yaptıkları gibi, yalnızca ekonomik yasaların teşhis edilmesi ve gözlemlenmesiyle yetinmez, toplumu bütünlüğü içinde hedefler. Liberal politika, bir “toplum politikasıdır” [politics of society]; bu toplumun okunabilirliği, ölçeği ve hangi kurallar uyarınca işlediği –ordoliberallerin söylediği gibi– piyasaya dayalıdır.

“Toplumsal olan” [the social] kapitalist ekonomi ve politik olan arasındaki ilişki sorunlu hale geldiğinde devreye sokulmuş bir yönetim tarzıdır [mode of government]. Foucault’nun anlattığı üzere, bir egemenin yönetim sanatı, bir toprak ve haklar öznesi [subjects of rights] üzerinde uygulanmalıdır; fakat bu mekân 18. yüzyıldan bu yana hakları değil, çıkarları olan ekonomik özneler tarafından işgal edilmiştir. Homo œconomicus, homo juridicus’a tekabül etmeyen, kesinlikle heterojen bir figürdür. Ekonominin insanı ve haklar öznesi iki ayrı ve gayet heterojen kurulum sürecine yol açar: Haklar öznesi, bir uzlaşım diyalektiği sayesinde diğer hak öznelerinin oluşturduğu kümenin bir parçası olur. Nitekim, politik olanın kurulumu, yargı öznesinin [juridical subject] kendi haklarını bir başkasına devrini varsayar. Tam tersine, ekonomi insanının ekonomik olanlar kümesine dahli, hakların kaybı değil, kendi çıkarlarının çoğalması yoluyla gerçekleşir. Kişi çıkarlarından vazgeçmez çünkü ancak kişinin bencil çıkarlarının korunması yoluyladır ki, kolektivitenin ihtiyaçlarının çoğalması ve tatmini mümkün olur. Foucault için ne adalet ne ekonomi kuramı, ne yasa, ne piyasa bu heterojenliği uzlaştırabilir. Böylece ne hak özneleri bütünlüğü, ne de ekonomi özneleri kümesi olan yeni bir bölgeye, yeni bir alana, yeni bir referans çerçevesine ihtiyaç doğar. İki grubun yönetilebilir hale gelmesi, ikisini de sarmalayacak yeni çatının [assemblage] tanımlanabilmesi koşuluna bağlıdır, böylece yalnızca aralarındaki bağlantılar ve birlikte oluşturdukları kombinasyonlar değil, ekonomik çıkarların ötesine geçen bütün bir öğeler ve çıkarlar dizisi de görünür hale gelir.

Bu tür bir kümelenme veya çatının adı sivil toplumdur. Yönetimselliğin [governmentality] her şeyi kapsayıcı karakterini koruması ve –bir yandan adli diğer yandan ekonomik yönetim sanatları arasında– iki dala ayrılmaması için liberalizm yeni bir referans çerçevesine uygulayabileceği bir dizi teknik icat eder ve bunları dener. Bu yeni çerçeve sivil toplumdur. Sivil toplum burada, devlet karşısında özerkliğin üretildiği bir uzam değil, yönetim tekniklerinin mütekabilidir [correlate]. Birincil veya dolaysız bir gerçeklik değil, modern yönetimsellik teknolojisinin bir parçasıdır. Liberalizm bir yönetim sanatı olarak tam da bu kavşakta, bu arayüzün idaresinde tesis olur. Biyopolitikanın doğduğu kesişim noktası da burasıdır.

20. yüzyılda tavırların yönetimi olarak biyopolitikanın belirli bir işlevi vardır. Sosyal politika, Foucault’nun gösterdiği gibi, liberal kapitalizmin doğumunun ayrılmaz bir parçasıysa, kapitalist stratejinin kalbine de devrimci politikalara, yani ekonomi ile politika arasındaki sorunlu ilişkiden kaynaklanan birbirine karşıt [antagonistic] ikiliğin doğumuna cevaben yerleştirilmiştir. Tavırların yönetiminin görevi nötralize ve depolitize etmektir, bunu kapsamı gittikçe genişleyen sosyal politikalar aracılığıyla yaparken iktidar ile gelir arasında da (ikilikleri tetikleyebilecek) kutuplaşmalara neden olur. Böylece toplumsal olana dair bir politika [politics of the social], liberal stratejilerin merkezine oturur – Keynesçi liberalizm, Alman ordoliberalizmi veya neoliberalizm örneklerinde farklı şekillerde de olsa.

Demek ki mesele, neoliberallerin “piyasa” ve “toplum” kavramlarından ne anladıklarını açığa çıkarmak ve bunlar arasındaki ilişkiyi nasıl kavramsallaştırdıklarını bilmektir. Neoliberalizm için piyasa, Adam Smith’in inandığının tersine, insanların mübadeleye yönelik eğilimlerinin kendiliğinden veya antropolojik bir ifadesi değildir. Mübadele yerine, piyasanın düzenleyici ilkesi olarak rekabeti, ve özellikle de çalışanlar ve girişimler/şirketler [entreprise] arası rekabeti vurgular. Mübadele eşitlikle bağlantılıyken, rekabet eşitsizlikle ilişkilidir. Yeni yönetim tarzı, mübadele-eşitlik çiftinin yerine eşitsizlik-girişim çiftini koyar. Neoliberaller için piyasa, ancak rekabet toplumun düzenleyici ilkesi olarak ortaya konduğunda, düzenleyici bir ilke olarak işleyebilir. Neoliberalizm için, piyasa gibi rekabet de, iştahların, içgüdülerin ve davranışların “doğal oyununun” bir sonucu değildir. Daha ziyade rekabet, eşitsizliklerin, yerleştirilmesi ve sürekli beslenip ayakta tutulması gereken “formel bir oyunudur.” Dolayısıyla iştahlar ve içgüdüler verili değildir: yalnızca eşitsizlik iştahları kabartma, içgüdüleri ve akılları keskinleştirme kapasitesine sahiptir ki, böylece bireyler rekabete yöneltilirler.

Kitle iletişim araçlarının iddia ettiğinin aksine, neoliberal piyasa kavramı, doğal değildir [anti-naturalist]. Piyasa ve rekabet, çeşitli müdahaleler gerektiren bir inşanın sonucudur; bu müdahaleler özellikle devletten gelir ve “bırakınız yapsınlar”ın mümkün ve işler olması için gereken ekonomik ve ekonomi-dışı koşullar üzerinde kurucu etkilere sahiptir. Bu, piyasaya piyasa için müdahale etme meselesi değildir. Daha ziyade, rekabet denilen “kırılgan mekanizmanın” çalışmasına imkân veren koşulların, ve özellikle toplumsal koşulların yönetimi anlamına gelir. Bu da, neoliberal yönetimin, toplumsal süreçleri, içlerinde piyasa mekanizmalarına uygun koşulları yaratacak şekilde üstlenmesi demektir.

Fransa’da “toplumsal yeniden inşa” tam da bu gelenekten mülhemdir ve başlangıcında, “rekabet ilkesinin, ondan özgürleşmeye veya ona hükmetmeye fazlasıyla meyleden bir toplumsallığın içine yeniden ekonomik zorunluluğu dahil ettiği”[13] gerekçesiyle temellendirilmiştir. Bu nedenle, kültür endüstrisindeki sözleşmeli çalışanlar örneğinde öncelikle, özellikle emek örgütlenmesininki olmak üzere, muhtelif tarafların ihtilafta ortaya koydukları “söylemsel-olmayan pratiklerin” rolünü anlamamız gerekecektir. Durum şudur: Rekabet kültürel sektörün emek piyasasında zaten mevcuttu, fakat “reform” mantığı uyarınca; işsizlik ödenekleri (göreli) gelirin, daha çok çalışıp kazanan aleyhine ve daha az çalışıp kazanan lehine yeniden dağıtımı sonucunu doğurduğu için tahrifata neden oldu. Gelir ve ödeneklerin dağıtımına ilişkin sayılar, asgari ücretin altında kalan gelirleri telafi etmeye yönelik teşebbüslerin ücret farklılaşmasını büyük oranda düşürdüğünü göstermektedir.[14] Fransa ulusal istihdam ajansının (Unedic) ileri sürdüğü “reformun” amacı, mevcut karşılıklılık [mutuality][15] mantığını zayıflatmak veya yok etmek, ve yerine sosyal yardımları gelire oranla dağıtan sigorta ilkesini yaygınlaştırmaktır. Neoliberalizm mantığına göre, çalışanları bir yeniden dağıtım sistemi uyarınca koruyan bir sistem “rekabet-karşıtı” olarak tanımlanır. Neoliberalizmin ekonomik-olmayan “toplumsal adalet” kavramına karşı çıkmasının nedeni budur, eşitsizlikleri –uçlarda bile– daha dengeli hale getiren, ve “irrasyonallikleri” düzelten bu sistem rekabeti tahrip eder ve böylece piyasanın olması gerektiği gibi işlemesinin önüne geçer. Aslında kaynakların rasyonel ve etkili dağıtımını sağlayacak olan, bu uygun işleyiştir. Rekabet ve girişimciliğe dayalı bir piyasanın yönetimi, herkesin, Foucault’nun ifadesiyle “eşit bir eşitsizlik” halinde olmasını temin etmelidir.

Dolayısıyla sosyal politika alanına, onu bireyselleştirmek üzere müdahale etmek önemlidir. Bu, ordoliberallerin, (toplumsal harcamaların kolektifleşmesi ve sosyalizasyonu [socialization] anlamına gelen) “sosyalist sosyal politikanın” tersine, “bireyci sosyal politika” dedikleri şeydir. Foucault bu “bireyselleşmenin”, bireyleri risklere karşı korumak şöyle dursun, riskleri bireysel olarak üstlendikleri ve onlara bireysel olarak göğüs gerdikleri bir ekonomik alan yaratmayı amaçladığını iddia eder.

Bu “bireysel sosyal politika” mantığını sosyal koruma mekanizmalarına nakşetmek amacıyla, işsizlik ödenekleri rejiminde öngörülen reform, en eski disipliner tekniklerle (gözetleme, müeyyide uygulama, dışlama, tetkik/sınav [examination]) en yeni güvenlik tekniklerinin (erteleme, ayarlama, kontrol, farklılaştırma) bir birleşimini devreye sokmak zorundadır. Disipliner teknikler yeniden düzenlenir ve güvenlik tekniklerinin belirlediği yeni işlevlere uyarlanır. Aynı zamanda, bu insan, disiplin ve güvenlik teknolojilerinin aktive edilmesi, adli ve yasal etkinliklerde de bir patlamaya, devletin, düzenleyici piyasaların ve emek kurumlarının [labor agency] kaynaklık ettiği norm ve regülasyonların çeşitlenmesine neden olur.

Ele alınan örnekte reform, ilk önce, sektörde çok fazla sanatçı, yaratıcı ve şirket olduğu gerekçesiyle sözleşmeli çalışanların sayısını düşürmeyi amaçlamıştır. İşsizlik ödeneklerini devreye sokan koşullar zorlaştırılmış; ardından yeni diploma derecelerinin yürürlüğe konmasıyla vasıflıları vasıfsızlardan ayıracak tedbirler alınmış, böylece potansiyel kültür çalışanları yeniden sınıflandırılmış ve farklılaştırılmış ve istihdam edilemezlerin edilebilirlerden ayrılması sağlanmıştır. İşsizler damgalanmış ve “şeytanlaştırılmıştır”. Ödenek sistemi, fazla gevşek olduğu ve şu veya bu istismara izin verdiği için, örneğin “sosyal korumanın işten giderek ayrılması”[16] gibi yollarla, “insan sermayesi” ve girişim mantığından kaçmayı mümkün kıldığı için işveren kurumları tarafından eleştirilmektedir. Demek ki, reform ekonomik olmaktan çok iktidarın bir işlemi gibi görülebilir. Çünkü amacı, “toplumsallık” üzerindeki, yönetilenlerin tavırları üzerindeki denetimini geri kazanmak, ve böylece bütçe açığını azaltmak ve işsizlik ödeneği hesaplarını girişim mantığına uygun hale getirmektir.

Kısa süreli sözleşmeyle çalışanların sayısındaki düşüş bir “dışlama” olarak görülebilir, fakat bu dışlananlar bir “nüfus” (istihdam piyasası içindeki insanlar kümesi) içine dahil edilir. Bu nüfus üzerindeki yönetimsel etkinlik [governmental action] eşitsizliklerin diferansiyel yönetimi biçiminde uygulanır. Disipliner dışlama teknolojileri eşitsizliklerin idaresiyle ilişkili bir güvenlik teknolojisinin işleyişine dahil edilir. Bu idareye dair yönetimsel etkinlik, işsizden, düşük ücretli çalışandan, güvencesiz [precarious] çalışandan, sözleşmeliden, yarı-zamanlı ve benzerlerinden geçerek ücretli profesyonele uzanan bütün bir sürekliliği hedefler. Yasa, norm ve regülasyonlarda bir çeşitlilik ortaya çıkar ve sözleşme tiplerinin aktarımını, rejimlere dahil olma, vasıflar edinme, formasyon, tazminat ve haklara ve asgari ödeneklere erişme tarzlarını tesis eder. Bu süreklilik yalnızca “ücrete dair” değildir, aynı zamanda “toplumsal”dır ve bu nedenle toplumsal yeniden inşanın amaçlarına uygunluk gösterir. Güvenlik teknolojilerinin aynı belirsiz nüfusun yönetimi kapsamına aldığı süreksizlikler, eşikler, bölünmeler ve dilimler tarafından kat edilir. Öyleyse yönetime has görev, bir taraftan statüler, gelirler, eğitim, sosyal sigorta ve benzerleri arasındaki “ayrımları” tespit etmek ve bunların etkili bir şekilde birbirlerine karşı işlemesini sağlamaktır. Fakat aynı zamanda bu, her bir kesim, her bir durum içinde, rekabeti teşvik etme aracı olarak bireyselleşme politikalarının büyütülmesi meselesidir (ücretlerin, kariyerlerin, işsizlerin denetlenmesinin bireyselleşmesi).

Bu süreklilik içinde, eşitsizlik konumlarında bulunanların hiçbirinin kendini güvende ve istikrarlı hissetmemesi gerekir. Güvencesiz işçinin, yoksulun, işsizin ve düşük ücretli çalışanın, “vakaların” ve “durumların” çeşitlenmesi (örneğin, genç nüfus, kentli genç nüfus, vasıflı genç nüfus, mahrum kalmış genç nüfus), bireyselleşmenin genişlemesinin ve derinleşmesinin parçasıdır ve hem bireylerin, hem de diferansiyel olarak genel iş durumunun zayıflatılmasını amaçlar.

Neoliberal yönetim stratejisinin nasıl işlediğini anlayabilmek için, onu radikal kanattaki sendikalarla karşılaştırmak mümkündür. Bu sendikalar nüfusun tümüne genel olarak uygulanacak bir norm, yani sürekli iş sözleşmesi fikriyle hareket ederler; durumdan bağımsız bir şekilde “iyi” olduğu ve herkesin uyması gerektiği varsayılan normları temel alırlar. Son otuz yıldır işçiler ve devlet, farklı bir mantık uyarınca düşünür ve harekete geçer; bu, bir “normallikler” çeşitliliğini tespit, inşa ve konsolide etmeye dayalı bir mantıktır. Bu “normallikler” idaresi, tek bir modele uygunluğu araştırmaz; bunların “eşit bir eşitsizlik”, bir rekabet durumunda tutulmalarını, farklılaşmayı teşvik etmeyi ve “harekete geçirici” bir belirsizliği süreklileştirmeyi amaçlar.

İçerme ve dışlama, normal ve anormal, “büyük bir bölünmeyi” belirtmez; daha ziyade, her durumda vakaları, durumları, statüleri çoğaltmaya meyleden yönetimsel etkinliğin değişkenleridir. Yönetim bir bölünmeden çok, bölünmelerin ve farklılıkların modülasyonu üzerinden işler. Foucault,[17] bu yönetim modalitesinin, normalin içerilmesi ve anormalin dışlanması üzerine kurulu disipliner toplumların normalizasyon mekanizmalarıyla ilişkili olmadığını açıkça ifade eder. Ona göre, güvenlik temelli toplum, genel bir normalizasyonu tesis eden ve normalize edilebilir olmayanları dışlayan mekanizmalara ihtiyaç duyan bir toplum değildir.

Dışlama ve hatta bağlantı kesme [disaffiliation][18] kuramları, hâlâ disipliner toplumlara atıf yapar. Bu, dışlanmanın, bağlantısızlığın ve marjinalizasyonun olmadığı anlamına gelmez; neoliberal yönetim pratiklerinde değişen, bunların işleyişidir. İstihdamla ilişkili günümüz politikaları –örneğin, destek alanların çalışmalarını zorunlu kılan “çalıştırmacılık” [workfare]–[19] bireylerin hayatlarına çeşitli derecelerde güvencesizlik, istikrarsızlık, belirsizlik, ekonomik ve varoluşsal kırılganlık [precarity] aşılar. Hem bireysel hayatları, hem de onları geçmişte korumuş olan kurumlarla ilişkilerini güvencesiz hale getirir. İstihdam düzeyi ve koşulları ne olursa olsun, herkes için aynı kalan bir güvencesizlik değildir bu, söz konusu sürekliliği kat eden diferansiyel bir korkudur.

Bu eşitsizliklerin diferansiyel yönetimi, toplumun tüm kesimlerini etkileyen ve eşitsizlikler aracılığıyla yürütülen bu tavırlar yönetiminin “duygusal” [affective] tabanını oluşturan diferansiyel korkular üretir. Bu eşitsizlikler, tesis ettikleri uçurum ne kadar büyük olursa o kadar etkili bir şekilde işler. Yine de bu eşikler ve aralıklar, bir toplumun “tahammül edebildiği” veya başa çıkabildiğiyle orantılıdır. Deleuze ve Guattari[20] bu durumu tasvir etmek için, Foucault’cu “güvenlik dispozitifi” kavramından daha uygun bir terim bulmuşlardır. Onlar güvencesizliğin mikro-politikasından [micro-politics of insecurity] dem vurur ve majör, örgütlenmiş “moler bir toplumun” yönetimine tekabül eden bir küçük korkular mikro-politikası, süreklileşmiş bir “moleküler güvencesizlik” olduğunu iddia ederler. Öyle ki, içişleri bakanlıklarının formülü şu olabilir: bir güvencesizlik mikro-politikası için toplumun makro-politikası.

Emek piyasasının diferansiyel yönetiminin belirli bir politik soruya cevap veren temel bir işlevi vardır: sermaye-emek ilişkisi içinde, indirgenemez politik ikiliklere dönüşmeyecek gelir ve iktidar kutuplaşmaları nasıl yaratılabilir? Tavırların yönetimi, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında ortaya çıkan ve söz konusu eşitsizlikleri “işçiler” ile “sermayedarlar” arasında “ölümüne” bir savaşa dönüştüren “devrimci politikaların” nötralizasyonunu ve depolitizasyonunu amaçlayan bir teknikler kompleksidir.

 

Sermayeleştirme/Kapitalizasyon [Capitalization]

Neoliberal yönetimin toplumsal alana müdahalesi, toplumsal alanın girişimin bir işlevi haline getirilmesi vasıtasıyla gerçekleşir. Bu müdahale, çeşitliliği, farklılaşmayı ve rekabeti teşvik etmek ve tüm bireyleri “insan sermayesine” dönüşmek, kendi kendisinin girişimcisi haline gelmek üzere kışkırtmak ve sınırlandırmak adına yapılır. Neoliberal politikalar devlet müdahalesini içerir, fakat Keynesçilik’ten farklı olarak, hedefi arzı değil talebi hareket geçirmektir. Neoliberalizm özgürlüğü tüketen bir yönetim tarzıdır, fakat bunu yapabilmek için önce onu üretir ve düzenler. Özgürlük, yönetim etkinliğini önceleyen ve (liberalizmde olduğu gibi) hayata geçirilmesi yönetim etkinliği tarafından garanti altına alınan doğal bir değer değildir; bununla birlikte, piyasanın işleyişi için gereklidir. Bu özgürlük aslında güvenlik dispozitiflerinin karşılığıdır. Neoliberalizmin Keynesçi liberalizmden asıl farkı, ilkinde üretilmesi ve düzenlenmesi gereken özgürlüğün girişimin ve girişimcinin özgürlüğü olmasıdır; bu sırada, Keynesçiliğin merkezinde bulunan işçi ve tüketici özgürlüğü ikinci plana atılır. Neoliberal sosyal politika için mesele, toplumun bir “girişim toplumuna” dönüştürülmesi ve çalışanın “bir çeşit girişim” olarak tesis edilmesidir.

Fransa’da kültürel ürünler piyasasının inşasına geri dönecek olursak, meselenin işsizlik sigortası sisteminin hem bir sermayeleştirme hem de bir bireyselleştirme sistemi olarak çalışmasını sağlamak olduğunu görürüz. İşveren ve çalışan tarafından ödenen katkı payları, risklere karşı bireysel bir yatırım gibi işletilir hale gelmiştir, risklerin sosyalizasyonunun ve karşılıklı olarak üstlenilmesinin [socialization and mutualization] bir aracı olarak değil. Dolayısıyla bu katkı payları, yatırıma dönüşmüş sermaye olarak görülür; nitekim “reform” söylemi, sözleşmeli çalışanların katkı dönemini “sermaye” olarak adlandırdı – bireyin tam da “sermaye” imiş gibi yönetmek zorunda olduğu imasıyla. Çalışanlar için bu “sermaye” kavramının etkisi, işsizlik ödeneklerinin, “insan sermayesi” olarak bireyin performansını optimize etmek için yaptığı yatırımların (eğitime, hareketliliğe, duygusallığa yapılanlar gibi) bir parçası haline gelmesidir. Bunun sonuçlarından birisi, bu ödeneklerin, gelirin sözleşmeli çalışanların bir kısmından alınıp diğer bir kısmına yeniden dağıtılması anlamına gelmekten çıkarılmasıdır; çünkü dağıtım, yapılmış yatırıma oranla gerçekleştirilir. Bireysel sigorta modeli, risklerin karşılıklı olarak üstlenilmesi [mutualization] modelinin yerine geçer ve varoluşun tüm alanlarına (sağlık, emeklilik, eğitim vs.) yayılır.

Fransa’da reformların yürürlüğe konulmasının tarihi, devlet istihdam ofisleri (Unedic) yönetiminin, reformların maliyeti daha yüksek olmasına rağmen, yeniden dağıtım öğesi barındıran tekliflere niye direndiğini açıklar. Bu tutumun ardındaki politik rasyonalite şudur: Neoliberal teoriye göre, eşitsizlikleri gidermenin ve rekabetin aşırı etkilerini hafifletmenin yollarını arayan yeniden dağıtım stratejileri, bu ödenekleri alanları, devlet desteğinin “pasif tüketicilerine” dönüştürür.[21] [Buna karşılık] Gelir, statü ve eğitim farklılıklarının, pasif tavırları, bir rekabet ortamında “yatırımlarını” optimize eden girişimcinin “proaktif” eylemlerine dönüştürdüğü varsayılır.

Foucault’nun analizi,[22] çalışanın, piyasa mantığı uyarınca kendini yönetme çabalarından sorumlu “insan sermayesine” dönüşmesine yönelik tekniklerden biri olarak sermayeleştirmenin rolünü anlamamıza olanak tanır. Yeniden dağıtıma ve karşılıklılaştırmaya [mutualization] dayalı sosyal politika, çalışanın bu “kendisinin girişimcisi” [enterprising self] olma haline, “bir sürekli ve çeşitli girişime” dönüşmesinin altını oyar. Sermayeleştirme, sermayenin moleküler bir fraksiyonu olarak bireyin işlevinin, emeğin üretkenliğini değil, sermayenin bütün olarak kârlılığını sağlamak olduğu fikriyle uyumludur. Birey bir “sermaye-yetkinlik” [capital-competence], bir “makine-yetkinlik” [machine-competence] haline gelir; aynı zamanda bir “yaşam tarzı”, bir “var olma biçimi”, ahlakî bir tercih, “kendi kendisiyle, zamanla, evresiyle, gelecekle, grupla, aileyle ilişkilenmenin bir tarzı”[23] olmadan yeni homo œconomicus haline gelemez.

Sosyal politika reformu, yalnızca işletmenin [the enterprise] büyümesini ve girişim fikrinin evrenselleşmesini teşvik etmekle kalmaz, aynı zamanda kendi hizmetlerini girişimlere, birikim ve kâr alanlarına dönüştürmelidir; Kessler’in söylediği gibi “gelecekte, bütün toplumsal dispozitifler ekonomik rasyonalitenin filtresinden geçmelidir”,[24] “çünkü rekabetçi bir evrenin içinde yönetildiklerinden, bir kez daha işletmenin bir fonksiyonu haline geleceklerdir”.[25] Bu, işletmenin, Fordizm döneminde devlete havale edilmiş sosyal koruma aygıtını yeniden içine alması anlamına gelir. Bu, Keynes’in 1939’da “Bireyi –seçme özgürlüğünü, inancını, düşüncelerini ve ifadelerini, girişim ruhunu ve zenginliğini– sayar ve korurken, sosyal ve ekonomik adaleti teşvik edebileceğimiz, ortak amaçlar yönünde birlikte hareket eden bir cemaat gibi davranabileceğimiz bir sistem”[26] olarak tanımladığı Refah Devleti mantığını tersyüz eder.

Savaş-sonrası Almanyası’nda ekonomi politikalarını tesis eden ordoliberaller bile, işletmenin ve rekabetin genelleştirilmesinin önünde sınırlar olduğunu teslim ettiler. Rekabetin, ekonomi için bir “düzen ilkesi” olsa da, “tüm toplumun üzerine bina edileceği bir ilke” olmadığını düşündüler.[27] Sonuç olarak, neoliberal genelleştirme bir anlamda mutlak ve sınırsızdır; çünkü piyasa denilen ekonomik formun “tüm toplumsal bedene” yayılması ve “normalde piyasanın içinden geçmeyen veya onun tarafından yetkilendirilmeyen toplumsal sistem içinde genelleştirilmesi” meselesidir.[28]

 

Risk, Koruma ve Finansallaşma

Sözleşmeli çalışanların durumuna dönmeden önce, Foucault’nun Birth of Biopolitics’te yaptığı neoliberalizm analizindeki bazı sınırlılıklara ve boşluklara değinmek istiyorum. Foucault’nun, bugünün liberalizmini anlamak açısından asli bir öneme sahip oldukları halde dikkate almadığı pratikler, istihdama ve işsizliğe dair olanlar, ve özellikle tavırların yönetiminin en etkili araçlarından biri olan finans politikasıdır. [Söz konusu analiz] “Birikim rejiminin” dönüşümünde paranın nasıl işlev gördüğünü, yani endüstriyel işletme kapitalizminden post-endüstriyel hissedar kapitalizmine geçişi tümüyle göz ardı eder. Ekonominin ve toplumun neoliberalizm tarafından fethinin finans tarafından –ki buna kazanç sahiplerinin doğrudan ve dolaylı gelirlerinin finansal kıymetlere dönüşmesi de dahildir– mümkün kılındığı ve gerçekleştirildiği düşünülecek olursa, bu şaşırtıcıdır.

Ayrıca riskin ve korunmanın, emek piyasası ve Refah Devleti açısından taşıdığı doğrudan içerimlerle birlikte yeniden kavramsallaştırılmasının, finansallaşma temelinde gerçekleştiği de düşünülmelidir. 1970’lerden beri yeni bir risk dağılımıyla ve ona eşlik eden yeni bir koruma sistemiyle karşı karşıyayız. Fransa’da işverenler, sendikalar ve devlet arasındaki Fordist uzlaşmada, emekle ilgili düzenlemelerde ve sosyal güvenlikte, sosyal korunma hakkı [right to social protection], emek sözleşmesinin işveren ile çalışan arasında kurduğu iktidar asimetrisi temelinde meşrulaştırılıyordu; ücrete dayalı tabiiyetin telafisi olarak düşünülüyor ve yasa tarafından böyle tanınıyordu. Ekonominin finansallaşması, yeni bir risk ve korunma kavramsallaştırmasını devreye sokarak bu anlayışı tümüyle tersine çevirdi; ve böylece İkinci Dünya Savaşı sonucunda ortaya çıkmış bulunan uzlaşma ve tavizden tümüyle koptu.

Foucault’dan farklı olarak Anti-Oedipus’ta Deleuze ve Guattari[29] Brunhoff’u[30] takip ederek ve Marksist kuramı yeniden ele alarak, paranın (mübadele aracı ve kredi olarak) ikili doğasına dair şaşırtıcı bir yorum yaparlar. Bu şemada, paranın üç formu vardır ve bunların her biri, heterojen bir potansiyelin varlığına veya yokluğuna [puissance ou impuissance] işaret eden üç hat veya çizgiye tekabül eder. İlk önce, finansallaşma yapısı olarak para vardır (paranın yaratımı ve imhası) – bu “soyut ve değişebilir” bir ilk çizgi çizer, kendi tekilliklerini üreten bir “gerçekleştirilemez nicelik” [non-realizable quantity] yaratır. Buradaki soyutluk Marx’taki soyutlamaya değil, Bergson’un ve/ya Proust’un virtüeline benzer. Para soyut/virtüel bir akıştır, figüratif değildir, üretimden farklıdır ama herhangi bir figüre veya üretime yol açabilir. Sonra “çok daha farklı, somut ve duyulabilir kıvrımlardan müteşekkil” ikinci bir çizgi vardır: “dilimlere bölünmüş, aylıklara, kârlara, faizlere ve benzerlerine ayrılmış, ödeme aracı olarak para”.[31] Ödemenin aracı olarak para, üçüncü bir çizgiyi de beraberinde getirir: belirli bir zamanda üretilmiş “mal ve hizmetler toplamı”. “Paranın yaratımı ve imhası”nı düzenleyen kurumların (işletme kapitalizminde banka sistemi, hissedar kapitalizminde finans) iktidarı, diğer iki çizginin kontrolü aracılığıyla uygulanır. Finans, yatırımın sıklığını ve ölçeğini modüle ederek, herhangi bir figüre/üretime yol açabilir. Kapitalist toplumlarda iktidarın asimetrisi, ödeme için kullanılan para ile kredi olarak para arasındaki güç/potansiyel [puissance] asimetrisine temelden işlemiştir. Borsalarda, emeklilik fonlarında, bankalarda dolaşıma giren veya şirketlerin hesaplarında görünen para, hiç de cebimizde bulunan, maaş olarak veya çeşitli ödenekler biçiminde aldığımız para değildir. Bunlar, iki ayrı güç [puissance] rejimine aittir. “Satın alma gücü” denilen şey, Deleuze’ün ifade ettiği gibi, esasında bir “güçsüzlüktür”. Buradaki mesele, parasal aracın güçsüzlüğüdür; çünkü kendisi de, halihazırda kredi akışları tarafından belirlenen tüketim akışı üzerindeki olası bir kesintiyle sınırlıdır. Kredi parası ise tam tersine, “ekonomik zincirleri yeniden eklemleme, figürlerin yerlerini değiştirme” gücüne sahiptir ve dolayısıyla olası sonuçların oluşumunda etkisi vardır.[32]

Parayı, virtüalitenin kapitalist temellükü –ki bu, potansiyel oluşlar üzerindeki iktidarla ilişki içindedir– olarak düşünen Deleuze, böylece para kuramına şaşırtıcı bir yenilik getirmiş olur. Artık açıktır ki post-Fordist ekonomi, potansiyeller üzerine kurulu bir ekonomidir: finansın, bir toplum için belirli bir anda mümkün sayılan şeyleri belirtme, bunların alanlarını belirleme ve sınırlarını çizme gücünü kendisine ayırdığı bir ekonomi. Günümüz ekonomisi, kendisini tercihlerin ve seçeneklerin, tüketicilere sunulabilecek şeylerin çeşitlenmesi olarak sunar. Tüketici, kredi parasının “soyut çizgisinin” aktüalizasyonuyla belirlenen ve sabitlenen alternatifler arasında seçim yapmaktan başka bir seçme hakkına aslında sahip olmasa da, bu ekonomi kendisini inisiyatif gücü olarak temsil eder. New Deal[33] ile birlikte, parayı yaratma ve imha etme gücünün belirli bir oranda sendikalarla bölüşülmesi gerekmişti. Fordizm’de, soyut çizginin dönüştürülmesi [conversion] ve paranın aktüalizasyonu, çeşitli pazarlıklarla ulaşılan dengeler sayesinde birikim rejimine entegre edilen, fakat aslında kıyaslanamaz olan politik amaçlar arasında paylaşılmıştı (bu pazarlıklar istihdam, fiilî talep, verimlilik artışıyla sağlanan hasılatın nasıl bölüşüleceği üzerineydi; başka bir ifadeyle, “sınıf mücadelesinin” öğelerini, “sosyalizmin” farklı yönlerine verilmiş tavizler aracılığıyla birikim rejimine entegre eden ve “sermaye sosyalizmi” denilebilecek şey üzerine). Neoliberallerin New Deal’a yönelik nefreti, kapitalist paranın egemenliğine gizlice el uzatan bir karşı-iktidara duyulan sınıfsal bir nefrettir. Neoliberalizm, temelde paranın yeniden özelleştirilmesi, mümkün olanı belirleme ve sınırlandırma gücünün özelleştirilmesidir. Açıktır ki, para analizinin, piyasa ve rekabet analizinin bir parçası olması gerekir, çünkü Deleuze’ün iddia ettiği gibi, “arzu yatırımını ve bütün sistemi destekleyen bankacılıktır”[34] ve “kapitalizmi esas zapturapt altına alan para ve piyasadır”.[35]

Ekonominin finansallaşmasının getirdiği kilit değişikliklerden birisi riskin ve korunmanın yeniden dağıtımıdır. Eskiden girişimciler riskin ve kârın büyük kısmını üzerlerine alırken, ücretli çalışanlar belirli bir istikrardan yararlanabiliyordu. Günümüz kapitalizmi, göreli riskler arasındaki bu ilişkiyi tersine çevirdi; çünkü, maaş alanların koşullarını güvencesiz veya eğreti [precarious] kılmak için devreye sokulan stratejilerde de gördüğümüz gibi, sözleşme, artık önceden sağladığı garantileri ve güvenceleri sağlamıyor. Tersi yöndeki hareket, işletmeler kadar hissedarları da risklerden korumayı amaçlayan muhtelif araçları (altın tokalaşma,[36] hisse senedi opsiyonları) gündeme getirdi. Bu niteliksel bir dönüşümdür ve Foucault’nun liberalizm ve rekabet üzerine yorumlarını tadil etmeye ihtiyacımız olduğuna işaret eder: Finansallaşmanın, bir taraftan “malik-olmayanlar” [non-owners] diğer taraftan ise hissedarlar ve birikim sahipleri üzerindeki asimetrik etkilerini de dikkate almamız gerekmektedir. Bu iki grubun ilki, yalnızca kazançlarına bel bağlayabilirken (ki bu kazançlar toplumsal harcamalardaki sistematik küçülme nedeniyle erir veya önleri sıkça kesilir), ikinci grup riskleri hisse senedi borsasına veya sigortalara aktarabilir.

Daha da önemlisi bu aktarım, “işletme kapitalizmi”nden “hissedarlık kapitalizmi”ne geçişin Fordist ve New Deal kapsamındaki anlaşmadan kopuşu tasdik ve onu tümüyle tasfiye ettiği, ve dünyanın geri kalanına genelleştirilen yeni bir kapitalizm modelini başlattığı anlamına gelir. Foucault, New Deal anlaşmasını “tam istihdam” üzerine kurulu birikim, tüketici talebinin desteklenmesi, Gayrı-safi Yurtiçi Hasıla’nın büyümesi, gelirlerin ve zenginliğin yeniden dağıtılması, ve “toplumsal zenginliğin” [social wealth] tesis edilmesi veya kolektif malların [collective goods] dağıtımı üzerinden betimlemişti. Neoliberalizm, bu “işletme kapitalizmi”ni reddederek, liberal “özgürlük” ve “hak” kavramlarını, yani özel mülkiyeti yeniden tesis eder (Hayek’te olduğu gibi). Robert Castel[37] işçilerin ve mülksüzlerin kazanımlarını tarif etmek için “toplumsal mülk” kavramını kullanır, çünkü bu kişilerin “kolektif haklar” aracılığıyla mülkiyete erişim kazanmalarını sağlayan araç budur. Bu bakış açısından, neoliberalizmi zenginliğin ve mülkiyetin “sosyalizasyonu ve karşılıklılaşması” sürecinin tersine dönmesi olarak görmek olasıdır; bu, özel mülkiyete erişimin bireyselleşmesiyle mümkün olur ki, neoliberal depolitizasyonun en güçlü araçlarından birisi de budur.

Neoliberalizmin yükselmesiyle yeşeren risk teorileri, hissedarlık kapitalizminin motoru olan “özel mülkiyet” kavramını ve gerçeğini, “riskler” etrafında oynanan bahisleri ve buradaki politik mücadeleyi karanlıkta bırakan bir dil aracılığıyla görünmez kılar.[38] Riskleri “adlandırma” veya korunma modaliteleri konusunda karar verme hakkına kimlerin sahip olduğu konusunda yürütülen mücadeleyi, veya işverenlerle çalışanları karşı karşıya getiren mücadeleyi, Ewald veya Kessler gibi kişiler, “riskofiller” veya “toplumsal girişimciler” ile “riskofoblar” (refah devletine bağımlı olanlar) arasındaki rekabet ve yaşam tarzları arasındaki ayrışma olarak yeniden kurarlar. Sosyal sigortanın bireyselleşmesi, “özel mülkiyetin” “toplumsal mülkiyet” [social property] üzerindeki gücünü yeniden tesis etmenin araçlarından biridir ve böylece iktidarı ve gelirleri ilki lehine olacak şekilde yeniden dağıtır. Bu dönüşümün kanıtlarını görmek isteyen biri, ABD’deki gelir farklılaşmasına bakabilir; burada 2005 yılında gelirin göreli dağılımı, 1928 oranlarına geri dönmüştür.

Günümüz kapitalizmi tarafından devreye sokulan ve Foucault’nun tespit etmekte başarısız olduğu büyük dönüşümlerin son bir öğesi de, ekonominin finansallaşmasının bir parçası olarak, devlet idaresinin parasallaşmasıdır. Bu finansallaşma, tavırların yönetimini hedefleyen aygıtların ayrılmaz bir parçasıdır, çünkü sermaye ile, istihdama, yeniden dağıtıma ve sosyal korumaya değil de, hissedarlığa ve birikime dayanan emek arasında yeni bir “ittifak” kurar veya bunları “entegre eder”. Neoliberalizmin doğuşu, ABD yönetiminde ve Merkez Bankası’nda parasal bir dönemece [monetarist turn] tanıklık eder. Bunlar, birikimleri toplamaya yönelik mekanizmaları çeşitlendirir ve Merkez Bankası’nı hisse senedi borsası aracılığıyla girişimleri finanse etmeye yönlendirir. Bu parasal dönemecin özünü, ücretli çalışanların emeklilik fonlarını etkileyen “sessiz devrim” oluşturmaktadır. Bu fonların hisse senedi borsasına yapılacak yatırımlarla mobilize edilmesinin bir kati amacı vardır: çalışanların birikimlerini kapitalist yeniden yapılandırmaya bağlamak suretiyle, Fordizm zamanında sermaye ve emek arasında oluşan ayrımı ortadan kaldırmak. Amerika’da sermaye fraksiyonları ile çalışanların gelirlerinin öğeleri arasındaki bu “yeni ittifak”, artık istihdam güvenliğine veya verimlilikten kaynaklanan kazançların Fordist bir paylaşımına dayanmaz; bunun yerine hisse senedi borsasında üretilen kârın paylaşımı yoluyla işler.

Bu neoliberal dönüşümde ilginç olan, emeklilik fonlarında ortaya çıkan “devrimin” New York eyaletinde 1974-1975’te ortaya çıkan “mali kriz”le başlamış olmasıdır: başka bir deyişle, kapitalizmin yalnızca endüstriyel değil, aynı zamanda toplumsal regülasyonunda yaşanan bir krizle. Kamu çalışanlarının emeklilik fonları, eyaletin refah aygıtlarındaki açıkları finanse etmek için kullanıldı; bu da çalışanların ve sendikaların, dolaylı olarak, kamu harcamalarının geleneksel yatırımcılarının yerini almaları anlamına geliyordu. Bu da krizi, öncelikle “toplumsal” hale getirdi. New York’ta kamu çalışanlarına ait birikimlerin refah sistemindeki açığı telafi etmek için yatırılması iki amaca hizmet etti: çalışanların sosyal harcamaların regülasyonuna dahil edilmesi ve sosyal hizmetlerde çalışanlar ile bu hizmetlerden yararlananlar arasındaki mümkün bir ittifakın önüne geçilmesi. Alman ordoliberallerin umduğu proleterleşmedeki azalmanın [deproletarization] (küçük ölçekli üretim ünitelerinin oluşturulması, kişinin evinin mülkiyetini edinmesine yönelik yardımlar, “işçi sınıfı” hissedarlığı vb.), burada sözleşmeli çalışanların birikimlerinin işletilmesi yoluyla gerçekleştirildiğini görüyoruz. [Bu anlamda] neoliberalizmin amacı, “aynı zamanda bir kapitalist olan ücretli çalışanın artık bir proleter olmadığını”[39] iddia eden ordoliberallerinkinden hiç de farklı değil. Bu tür bir politikanın ücretli çalışanların tavırları üzerinde güçlü bir etkisi var çünkü her bir kişiyi, ikiye bölüyor. Bir yanda kazanç sahibini öte yanda birikim sahibini harekete geçiren iki farklı, büyük ihtimalle zıt mantık tarafından parçalanmış “şizofrenik” bir ikizleşmeye neden oluyor.

Günümüz kapitalizmi, sınıf dayanışmasını yok ederek, sendikaları savunmada kalmaya zorlayarak yeni bölünmeler ve eşitsizlikler yaratıyor; yeniden yapılandırmalar, yerinden edilmeler, verimlilik-emeklilik fonları bağına mahkûmiyet, istihdam güvencesinden yoksunluk ve benzeri uygulamalar, kümülatif olarak, gelir, istihdam ve iş arasındaki ilişkisizliği teşvik ediyor ve yaygınlaştırıyor. Sistematik olarak rantın tarafında olan bir kapitalizmde, emek-değerini iyileştirmenin bir faydası yokmuş gibi görünüyor. Bununla birlikte, gelir ile iş arasındaki kopuşa karşı koymak ve bu ayrıma karar verme gücünü yeniden talep etmek, yeni toplumsallaşma ve karşılıklılık biçimleri yaratmak açısından gerekli.

 

Özneleşme, Sorumluluk, Çalıştırmacılık

Bireyin “kendisinin girişimcisi” olarak kavramsallaştırılması, öznelleştirme ve tabi kılma makinası olarak sermayenin bir ürünüdür. Deleuze ve Guattari[40] için sermaye, “herkesi özne olarak tesis eden” güçlü bir “öznelleştirme noktası” gibi işler; fakat [bu öznelerin] “bazıları, yani kapitalistler, telaffuz ederlerken [enunciate]; diğerleri, yani proletarya, telaffuz edilir, teknik makinalara tabi kılınırlar”. “İnsan sermayesi” fikriyle, artık tabiiyet ve sömürüden müteşekkil ikili sürecin tamamlanmasından söz etmek mümkün hale gelir. Bir yandan “insan sermayesi” bireyselleşmeyi en uç düzeye taşır, çünkü özne, tüm etkinliklerine “kendiliğin” “maddi olmayan” duygusal ve düşünsel “kaynaklarını” dahil eder. Öte yandan, “insan sermayesi” teknikleri bireyselleşmenin sömürüyle ilişkilenmesine/tanımlanmasına/özdeşleşmesine [identification] neden olur, çünkü “kendisinin girişimcisi”, kendisinin hem işletmecisi hem kölesidir, hem kapitalisttir hem proleter.[41] Foucault’nun tespit ettiği gibi, neoliberalizmde yönetimsel pratikler bireyden, öznellikten, tavırlardan ve yaşam tarzlarından geçer. Ve iş de, ekonomik bir tavır noktasında değerlendirilir – fakat ancak, çalışanlar tarafından uygulanan, rasyonelleştirilen ve hesapları yapılan bir tavır olarak.

Foucault, tavırların yönetimine yönelik, bireyin bakış açısına uyarlanmış pratiklerin; bir yandan yeni öznel insan sermayesi mantığını, öte yandan “eski” iş disiplinini eşzamanlı olarak entegre eden, yeni (çalıştırmacı) işe koşma sistemlerinin oluşturulmasına neden olacağını öngöremezdi. İstihdam edilebilirliği teşvik eden dispozitifler aracılığıyla, insan kaynaklarının yönetimine ve işletmesine yönelik teknikler devreye sokulur. Bu teknikler, toplumsal olarak kabul edilmiş hakları, bir yandan emek piyasasındaki devingenliği yöneten, öte yandan da sosyal yardım alanların tavırlarını kontrol ve modüle eden dispozitiflere dönüştürür. Bu yararlanıcılar, çalışmak için kendilerini hazır kılmaya teşvik edilir; güvencesiz [precarious] bir tam istihdam ikliminde, koşullar ne, sunulan iş nasıl olursa olsun, onu kabul etmek üzere kendileri üzerinde çalışmak zorunda bırakılırlar. Gerçekte, disiplin ve güvenlik ihtimalleri her zaman birlikte var olmuşlardır ve heterojen öznellik öğelerini hareket geçirirler. Çalıştırmacılık, hem disiplin hem de güvenlik mekanizmalarını kullanan bireyselleştirme politikalarının bir örneğidir (mesela vakaları, bireysellikleri ve tekillikleri içinde izliyor ve denetliyor olmasında bu görülebilir).

Foucault’ya göre yasa yasaklar [proscribe], disiplin kural koyar [prescribe] ve güvenlik de hem yasaklayıcı hem de kural koyucu öğeleri kullanarak, öznelliğin gittikçe bireyselleşen bir modülasyonunu amaçlar. Bu da yasaya, norma ve kurala tabi olan [subject to] her kimse, onun psikolojik, sosyolojik ve antropolojik olarak sorunsallaştırması anlamına gelir. Güvenlik teknikleri sürekli olarak yeni öğeleri (tavırlar, tepkiler, görüşler) ve bireylerin teşhisi ve olası dönüşümleriyle ilişkili yeni uzmanlık bilgilerini (tıbbi, psikolojik, ekonomik, sosyolojik, ve sosyal hizmetlerden gelen) entegre eder. Örneğin, işsizin izlenmesi [monitoring] güvenlik aygıtının bir tekniği olarak görülebilir, çünkü “dışlanmış” bireyi, işsizi, güvencesiz çalışanı ve benzerlerini “insan sermayesine” dönüştürmeye çalışır; yani, bireyi iş fırsatlarına uyarlamak için onun yeteneklerini ve öznelliğini harekete geçirmeye çalışan tekniklerden biridir.

Nitekim bütün bunların, istihdam politikasının kendisini temsiliyle alakası yoktur; çünkü çoğu zaman çalıştırmacılık politikasında (çalışma zorunluluğunda) harekete geçirilen, yeniden gündeme getirilen ve kullanıma sokulan, cezalandırma, itaat, görev, tabiiyet ve suçluluk gibi disipliner araçlardır. İşsizliğin sosyo-ekonomik gerçekliğe “belirli bir bölgeye/gruba has bir hastalık” [endemic disease] gibi saplanmasından sonra, tavırların yönetimi büyük oranda disipliner boyuta dayandı ve semiyotik alan, güvenlik problematiğine uyarlanmış disipliner bir mantığa teslim oldu. Sonuç olarak, işsizlik işsizin suçu, bireyin ahlakî bir hastalığı gibi görünmeye başlandı. Tabiiyet [subjection] bireyin sorumlu ve suçlu veya suçlanabilir [criminalizable] kılınmasını gerektirir.

Açıktır ki, sosyal korumanın işten ayrıştırılmasını içeren yeni risk kuramı, çalıştırmacılığa özgü bu yeni “ahlakîleştirmeye” geçişi besler. Bu kuram, “istihdam edilemez” olma ve sisteme uymama risklerini, kaza, hastalık ve yaşlılık gibi eski sosyal riskler ailesine ekler.[42] Riskler bugün dışsal değil, daha ziyade içseldir ve kısmen tavırlara bağlıdır. İstihdam edilebilir olmak için birinin kendisini yönetmesi ve piyasayla uyumlu bir yaşam tarzı sürmesi gerekir. Riskler artık, öngörülemeyen olaylarla hesaplanabilen olayların bir kombinasyonuyla ilgilidir, hesaplanabilirlik ise bu olayların bireyin niteliklerine ve tavırlarına bağlı bulunmasından gelir.

“Toplumsal yeniden yapılandırma”yla birlikte, sosyal hizmet alanların davranışlarının ve yaşam tarzlarının izlendiği, bu kişilerin kendi tavırlarında uygun görülen dönüşümlerin sorumluluğunu almak zorunda kaldıkları bir döneme girilmekte. Böylece sosyal politika birörnek bir hakkın tesisinden, yaşam tarzının yönetimine kayıyor. Çalıştırmacılık tam da, eskiden kapalı bir mekândaki bir bedenin hareketi üzerinde etki eden, fakat şimdi işyeri veya şirket dışında sürdürülen bir yaşam tarzı ve öznellik üzerinde etkin hale gelen, disipliner bir tekniğin yeniden organizasyonudur. Bir politika olarak çalıştırmacılık, disipliner tekniklerin güvenlik aygıtına, ve böylece, heterojen iktidar aygıtlarının yeni bir yönetim modalitesine nasıl entegre edildiğine bir örnektir.

 

Kabul Edilebilir Denge

Neoliberal politikaların toplumsal alana müdahalesinin sonuçlarından birisi de yoksulluktaki artıştır ki, bu olgu kültür piyasasının kuruluşunda oldukça açık bir şekilde görülebilir. Endüstri tarafından istihdam edilebilir ve sigortalanabilecek kadar “itibarlı” [creditworthy] bir “insan sermayesinin” yaratılması, artan sayıda “yeni yoksulun” üretilmesi pahasına gerçekleşmiştir. Bu yoksulluk türü, “gelişmemişlik”le ilişkilenmez ve ekonomik büyümeyle giderilecek bir “geri kalmışlığın” semptomu değildir. Daha ziyade, “objektif olarak” zengin bir toplumda iş gören ayrıştırma, bölme ve farklılaştırma dispozitifleri tarafından yeni baştan üretilmiştir. Neoliberal yoksulluk, siyasî bir iradeden doğduğu için, “maddî olarak yoksul” ülkelerde yaşanan yoksulluktan oldukça farklıdır. Gerçekte neoliberal politikalar, insanlığı “maddî yoksulluğu” bitirmenin eşiğine getiren devasa zenginlik, bilgi ve imkân birikimini, yeni bir yoksulluğu, yeni bir kırılganlığı [precarity] ve yeni bir güvencesizliği üretmek ve yeniden üretmek için kullanır. Eşitsizlik ve güvencesizlik [precarity] neoliberal politikalar için sorun teşkil etmez, aynı disipliner toplumların bir miktar yasa-dışılığı taşıyabiliyor olması gibi: Her ikisi de, bu tür “sorunlarla” kendilerine has yönetim biçiminin işlemesi için gereken koşullar olarak iştigal eder.[43] Yoksulluk, güvencesizlik veya zenginlikle ilişkili farklı “normallikler” arasında kabul edilebilir bir denge ararlar. Göreli yoksulluk veya yoksulluğun nedenleri mesele değildir artık; tek mesele, bireyi rekabet oyununu oynamaktan alıkoyan “mutlak yoksulluk”tur. Bir eşiğin, hayatî bir asgari sınırın tanımlanması yeterlidir,[44] bu sınırın üzerinde birey bir “girişim” haline gelebilecek ve altında ise, oyundan atılacak ve sistemliden ziyade anlık bir devlet desteğine ihtiyaç duyacaktır.

Bu “kabul edilebilir dengeyi” tesis edebilmek ve yeni tür “yoksulluğu” üretebilmek için neoliberaller, Refah Devleti’nin kurumlarını kullanırlar; “toplumsal mülkiyeti” ürettiği için her zaman karşı çıktıkları bu kurumların işlevlerini ve gerçekleştirmeleri beklenen amaçları tersine çevirirler. Refah Devleti’nin kurumlarını, neoliberal kapitalizmin amaçlarına hizmet edecek şekilde ehlileştirmeyi nasıl öğrenmişlerse, demokratik kurumları da bir “zenginler oligarşisi” tarafından hükmedilecekleri şekilde ehlileştirmeyi öğrenmişlerdir.

Neoliberal mantık içinde, risklere karşı tüm korumalar, tüm “toplumsal mülkiyet” kurumları asgari bir düzeyde (asgari ücret, asgari emekli aylığı, gelir vs.) işlemesi gereken aygıtlardır. Asgarinin politik bir anlamı vardır, çünkü iç savaş veya toplumsal huzursuzluk riskinin doğduğu eşiği tanımlar. Bu asgariler tekniği sayesinde, neoliberal politikalar bir ters çevirmeyi işleme koyar: Koruma sağlayan kurumları, güvencesizlik üreten aygıtlara dönüştürür. Risk toplumu kuramlarının, neoliberalizmin açık olduğu riskleri dikkate almaları faydalı olacaktır: başkaldırı riski, politizasyon riski, ve hakların en “insanî” olanı saydığı özel mülkiyet hakkı dahil olmak üzere, “ayrıcalıkların” kısıtlanması riski.

 

Devletin Rolü

Ordoliberalizm üzerine yaptığı incelemede Foucault, piyasaya ve girişime yönelik liberal müdahalenin rolünü vurgulamıştı; bu tüm Batılı kapitalist ülkelerde açıktır, çünkü buralarda piyasanın sözde “kendi kendisini regüle eden” bir sistem olarak neoliberal inşasına giden yolu devlet açmıştır. Görmüş olduğumuz gibi, rekabete dayalı piyasa modelini teşvik eden müdahaleler yelpazesi içinde, yalnızca para piyasalarının ve şirket finansmanının iyi bilinen liberalizasyonunu değil, aynı zamanda, girişimci modelin kamuoyunda kazandığı değeri de sayabiliriz. Aynı şekilde, gelir desteği veya çalıştırmacılık gibi, işsizleri işe uygun hale getirecek şekilde onların tavırlarını denetlemeye yönelik istihdam politika ve şemalarının kurumsallaşması da bu müdahalelerin örnekleri arasındadır. Fransa’da, haftalık çalışma süresinde gördüğümüz ve aslında istihdam piyasasının esnekleşmesiyle sonuçlanan kısalma da [bu tür bir] yönetimsel etkinliğe dahildir. Nitekim, sosyal politikanın bireyselleştirilmesi, hem işverenlerin girişiminden, hem de “toplumsal yeniden inşanın” bir program olarak neoliberalizm tarafından teşvik edilmesinden çok önce, devlet tarafından yürürlüğe konulmuştur. Bu, yardımları uygun davranış koşuluna bağlı bir hak olarak inşa eden politika [policy] dönüşümünde açıktır; böylece söz konusu yardımlar, evrensel olarak paylaşılan bir sosyal hak olmaktan çıkar ve bir sözleşme [gereği] gibi görülür.[45] Demek ki, devlet ile neoliberal sosyal politikanın hedefleri arasında, idari mekanizmalar düzeyinde gerçekleşen bir işbirliği vardır; devlet bu yeni homo œconomicus’a hiç de düşman değildir, çünkü tavırların yönetimine yönelik yeni modaliteleri başlatan, deneyen, tesis eden ve yayan kurum tam da kendisidir.

Bu dönüşümler, “toplumsalın” yeniden kurulmasında politik ve ekonomik olanın entegrasyonu sorunsalını tekrar gündeme getirir. Toplumsal, artık bir süreklilik boyunca sıralanmış farklılıkları idare ve optimize etmek için harekete geçmez, bütünleştirmek ve dışlamak üzere işlev görür. Foucault için ekonomik ve adli-siyasi olan arasındaki ilişki sorunludur çünkü ekonomi ve yasa, bireyler arasında “soyut”, “kısmi” ve “idealleştirilmiş” bağlar kurar. Ekonominin gücü, –Guattari’nin ifadesiyle– “varoluşsal yerler” [existential territories] yaratmaya yetmezken; yasa ancak bunların ana hatlarını ve yalnızca formel bir şekilde çizebilir. Kendilerine “varoluşsal” bir yer-yurt edinmek [territorialize] için, hem ekonominin hem de yasanın toplumsal olana, sivil topluma, ulusa ve benzerlerine ihtiyacı vardır. Foucault “toplumsala”, “ulusa”, “sivil topluma” müracaat ediliyor olmasını, yerli-yurtlulaşmayı garanti altına alarak, ekonomik olanla adli olanın entegrasyonunu mümkün kılan teknikler üzerinden açıklar. “Sermayenin” gücü, toplumsalın ve politik ilişkilerin yersiz-yurtsuzlaştırılmasında yatar ve zafiyeti, –etkili olabilmek için, hiç de ekonomik sayılamayacak dispozitiflere ihtiyaç duyan– yeniden yer-yurt edinme süreçlerinden doğar. Yalnızca toplumsal olan, sivil toplum, ulus, devlet vb. ekonominin mahrum bulunduğu toplumsal bağları ve “topluluk” [community] sınırlarını, toprağının hudutlarını temin edebilir. Gerçekte, ekonomik özneler arasındaki bağ, yerel [local] değildir. Kârın çoğalması her yerde, bencil itkilerden doğar; böylece piyasanın totalleştirici uzamında, bir yer belirlemeye [localization], veya yer-yurt edinmeye veya kendine has kolektivitelerin icadına yer kalmaz. “İnsan sermayesi” ve “hukuk öznesi” yalnızca öznelliğin “soyut”, “idealleştirilmiş” ve “kısmi” öğelerini mobilize ve ifade eder ki, bu, öğeler topluluğu kuran ortaklık-içinde-olma [being-in-common] hali için gerekli koşulları üretmeye muktedir değildir. Bu süreç, söz konusu öğelerin daha geniş ve karmaşık bir kümede bütünleşmesini gerektirir.

Homo œconomicus ve homo juridicus’u bütünleştirmek için kapitalizmin, “sivil toplum” ilişkilerine ihtiyacı vardır; bu ilişkiler bireyleri Foucault’nun “menfaatsiz ilgi/menfaat” [disinterested interest] dediği şey aracılığıyla bağlar: yani duygudaşlık, cemaat hissi, içgüdü, iyilikseverlik fakat aynı zamanda iğrenme ve nefret. Bu, gerçeklik içindeki somut ve farklı bireyler arasındaki bağ meselesidir. Bu tür bir durumdan, bir toplumsal ilişkiler kümesinin, bireyler arasında işbirliği ve tabiiyet bağlarının doğduğunu görürüz; bu bireyler “yalnızca ekonomik olan bağın ötesinde, adli ilişkilerden kaçan kolektif birlikler oluştururlar: [bunlar] ne katışıksız bir şekilde ekonomik, ne yalnızca adlidir; sözleşmenin ve (biçimsel olarak değilse de, doğaları itibariyle ekonomik oyundan farklı, kabul ve delege edilmiş, yabancılaşmış) haklar oyununun yapılarına uymazlar”.[46] Başka bir deyişle, ekonomik ve adli bağlar ancak sivil toplumda ve onun aracılığıyla gerçekleşir, çünkü “ekonomik ve adli bağlar, topluluğu belirli bir biçimde bağlıyorsa da, başka bir biçimde de çözer”.[47] Piyasa yalnızca bencil çıkarları düzenlerken, yasa da ancak soyut çıkarları tesis edebilir. Bu da, yerler oluşturan, ayrı ayrı meclisler [assemblies] kuran ve homo œconomicus ve homo juridicus tarafından harekete geçirilmiş kısmi ve ideal nitelikleri yerli-yurtlu hale getiren şeyin, “menfaatsiz ilgi/menfaat” (duygudaşlık ve iğrenme) olduğu anlamına gelir. Foucault’nun[48] ifade ettiği gibi, “Homo œconomicus sivil toplumun yoğun, dolu ve karmaşık gerçekliğini dolduran soyut, ideal ve katışıksız bir şekilde ekonomik noktadır”. Üstelik, “Sivil toplum, somut bir kümedir; ekonomik insan bu kümede gereğince yönetilmek isteniyorsa, olmuş bulunduğu bu ideal noktalar [sivil toplum ile] değiştirilmelidir ... [ve fakat] sivil toplum kendini her zaman, sınırlı bir oluşum, diğer oluşumlar arasında bir oluşum olarak ortaya koyacaktır”.[49]

Alman ordoliberaller bu sorunu iyi anladılar. Piyasa mantığının yaygınlaşması, toplumsal ve politik entegrasyona duyulan ihtiyacı artırır, çünkü rekabet, toplumun inşa ettiği kaynaşmayı sistemli bir şekilde çözen, birleştirici değil, yıkıcı bir ilkedir. Foucault’nun[50] açıklamış olduğu gibi, rekabetin “soğuk” değerlerini devlete, ulusa, toplumsala, sivil topluma, yani ekonomik-olmayan boyutlara ait “sıcak” değerlerle karşılamayı önerirler, çünkü ekonomik ilişki kendi başına birinin-ötekiyle-olması veya birlikte-olmak [être-ensemble] için yeterli değildir. Refah Devleti tarafından uygulamaya konulan, “ilerici” veya “sosyalist” yerli-yurtlulaşmanın tüm izlerini reddeden ABD neoliberalizmi, doğal olarak Hıristiyan köktenciliğine ve savaşçı değerlere kaymıştır.

Irkçılık (iç, göçmenlere yönelik ve dış, diğer medeniyetlere yönelik) iğrenme ve düşmanlık üzerinden işleyen ve “sermayenin” mahrum olduğu yerleri ve “kimlikleri” tesis eden ve sabitleyen en güçlü görüngülerden biridir. Bugün kapitalist Batı’da tavırların yönetimini yapılandıran bu görüngüdür – savaş sonrası dönemde göreli olarak geriye düşse de, bu yalnızca neoliberal ekonomik politikaların yükselişiyle patlamasına ve yeniden yapılandırılmasına kadar sürer. Örneğin İtalya’da Berlusconi, teşvik ettiği hiper-modern, medyatik ve piyasalaşmış politikalara dayanak noktası olarak Lega’nın ırkçılığına ve Alleanza Nationale’nin neo-faşizmine sığınmıştır. Benzer şekilde Fransa’da, Sarkozy’nin reform ve modernleşme söylemi, Göçmenlik ve Ulusal Kimlik Bakanlığı’na göbekten bağlıdır ve Nazi Almanyası ile işbirliği yapan Vichy hükümetinin retoriğine dikkat çekici şekilde benzerdir. Foucault’ya göre, yönetimsel bir teknik olarak ırkçılığa dönüş, bir yere, kimliğe veya toplumsallığa sınır çizmeyi ve bunları bir zemine oturtmayı başaramayan kapitalist ekonomiden kaynaklanan yapısal bir gerekliktir. Fakat şimdi bu, “emeğin organizasyonu”ndansa bir nüfusun üretimi ve yeniden üretimiyle (biyo-iktidar) ilişkili ekonomi politikalarıyla ilgili bir meseledir.

Biyoiktidarın doğuşu, egemen iktidarın modaliteleriyle karşıtlık içindedir. Egemen iktidar, egemenin, tebaası üzerinde uyguladığı, yaşam ve ölüm üzerindeki iktidarı olarak anlaşılır. Bu iktidar biçimi, nüfusun “yaşamını” idare etmeyi üstlenen başka bir iktidar dispozitifini karşısında bulur ve onun tarafından sınırlanır. Ne var ki, biyoiktidar da, ekonomik aygıta benzer şekilde, “yerel” bağlar üretmez, çünkü esas itibariyle yer-yurt edinme amacı gütmeyen ve sınır tanımayan, türlerin “yaşamının” üretimi ve yeniden üretimiyle iştigal eder. Biyoiktidarın da, aynı ekonomi gibi, bulunduğu bir bölge [localization], veya bir yeri [territory] veya kendine has bir mekânı yoktur. Bu koşullarda, egemen iktidarın uygulanmasını temin edecek olan, ırkçılıktır (ulusal cemaate ait olan ile ondan dışlanmış olan arasında yapılacak seçim aracılığıyla, yaşam ve ölüm üzerine iktidarın yeniden tesis edilmesi). Ve buna ek olarak ırkçılık, biyoiktidarın belirli sınırlar içinde çerçevelenmesini sağlayacaktır. Burada, ekonominin neoliberal sosyalizasyonunun bir parçası olarak “ulusal tercihe” yaslanmanın ardındaki politik gücün açıklamasını buluruz.

Marksizm ve bir biçimde onun yöntemini benimsemiş kuramsal yaklaşımlar için, “ne yalnızca ekonomik ne yalnızca adli” olan toplumsal ilişkiler, kapitalist makinenin yıkmaya mahkûm olduğu kalıntılardır. Ne var ki gerçekte, yok olmaya yazgılı oldukları varsayılan şeyler, bunu öngöremeyen bir kurama musallat olmak üzere geri gelirler. Tekrar tekrar geri gelen, Guattari’nin “varoluşsal kılan işlev” [existentializing function] dediği ve ne ekonomi, ne yasa, ne dil tarafından kapsanabilen, fakat sermayenin neo-arkaizmlere yatırmaya itildiği şeydir. Kültür endüstrisindeki geçici sözleşmeli çalışanların yaşadığı ihtilaf durumunda, bu yatırım, öznelliğin yönetimi aracılığıyla işlemiştir; böylece öznellik bir yandan “insan sermayesinin” hipermodernitesi ve “kendisinin girişimciliği”, diğer yandan “yoksul”, çalıştırmacılık, “emek-değeri” gibi neo-arkaizmler ve “sanatçı” figürü arasında sıkışıp kalır. Arkalarına devleti, kültür endüstrisini, sosyal bilimleri ve medyayı alan bu neo-arkaizmler, tam da, neoliberal girişimcilik mantığına özgü “insan sermayesi” ve ücretli çalışanın tabiiyetinden/özneleşmesinden (assujetissement) kaçmaya çalışan karşı-tavırlar tarafından eleştirilen ve aktif bir şekilde karşı çıkılan şeylerdir. Bu örnek bize, bu ihtilafta ve diğerlerinde esas meselenin sosyal sigortadaki açık veya verimlilikle ilgili sorunlar değil de, tavırların yönetimi olduğunu gösterir. Yani, esas mesele “emek gücü” üzerindeki denetimdir; onun, “girişim toplumu” çerçevesi içinde “insan sermayesi” altında tabiiyetini temin edecek şekilde denetim. Güvencesizlik üzerine kurulu toplumlarda, hem hipermodernizasyondan hem de neo-arkaizmlerden kaçınmak, otonom ve bağımsız bir özneleşme sürecini başlatmanın ve bu süreçte birtakım denemeler yapmanın gerekli koşuludur.

 

Çevirideki katkılarından dolayı Ali Akay ve Elçin Gen’e teşekkür ederim –ç.n.

 

"Neoliberalism in Action: Inequality, Insecurity and the Reconstitution of the Social", Theory, Culture &Society, 2009, no. 26, s. 109. Yazara teşekkür ederiz.

 

 

 



[1] İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da, Freiburg Okulu olarak adlandırılan ve Ordo dergisi etrafında bir araya gelen Wilhelm Röpke, Walter Eucken, Franz Böhm, Alexander Rüstow, Alfred Müller-Armack gibi kişiler tarafından gündeme getirilen ekonomik yaklaşım. Buna göre, piyasa kendi yasaları olan doğal bir gerçeklik değildir ve ancak devletin müdahalesi ve yasalar yolu ile ayakta tutulabilir (nitekim rekabet de öyledir). Böylece devletin müdahalesi ve piyasanın serbestliği birbirine zıt kutuplar olmaktan çıkar ve müdahale söz konusu serbestliğin koşulu haline gelir. Foucault Birth of Biopolitics’te hem Alman ordoliberalizmini hem de ABD neoliberalizmini (Chicago Okulu) ele alır – ç.n.

[2] Dispozitifler söylemler, kurumlar, mimari biçimler, yasalar, yönetmelikler, idari önlemler gibi son derece heterojen elemanlardan oluşan iktidar düzenekleridir/tertibatlarıdır. Foucault esas olarak bu elemanlar arasındaki bağlantılar ağını tasvir etmeye çalışır (daha detaylı bilgi için bkz. Judith Revel, Foucault Sözlüğü (Say Yayınları, 2012), “dispozitif” maddesi). İngilizce metinde dispozitif yerine “apparatus” denilen yerleri “aygıt”, doğrudan kelimenin kullanıldığı yerleri “dispozitif” olarak çevirdim (Fransızca’da da “dispositif”) – ç.n.

[3] “Şirket toplumu” olarak da çevrilebilirdi, “enterprise” bu anlama da geliyor. Fakat metnin devamındaki kişinin kendisini girişime dönüştürmesi ve kendisinin girişimcisi haline gelmesi vurgusu nedeniyle bu kavramı tercih ettim. Yine de “şirket” anlamının da akılda tutulmasını önemli buluyorum – ç.n.

[4] Foucault terminolojisinde, Türkçe’de bilme/bilgi, İngilizce’ye “knowledge” olarak karşılanan iki ayrı kavram var: “connaissance” ve “savoir”. Bunların ilki (“connaissance”), bilinebilir nesneler hakkında söylemler oluşturulması sürecine, yani, bilen özneden bağımsız bir şekilde gelişen karmaşık bir rasyonalizasyon, tanımlama ve sınıflandırma çabasına işaret eder. Buna karşılık “savoir”, bilen öznenin [sujet de connaissance] bu bilme süreci sırasında geçirdiği dönüşümü de göz önüne alarak, bilmenin bir yandan bilgi nesneleri diğer yandan da bilen özne ile ilişkisine dikkat çeker. “Savoir” iktidar meselesiyle ilişkilidir çünkü, Klasik Çağ’dan bu yana (kişiler dahil olmak üzere) dünyanın düzenlenmesi, bu bilimsel/rasyonel/normal olan ve olmayan arasındaki bu temel ayrım üzerinden gerçekleştirilmiştir. Nitekim Foucault iktidar-bilgi (Fr. “pouvoir-savoir”/ İng. “power-knowledge”) eklemlenmelerinden söz edecektir (bkz. Judith Revel, Foucault Sözlüğü (Say Yayınları, 2012), “bilgi” maddesi) – ç.n.

[5] Deleuze, Foucault (Paris: Editions de Minuit, 1986).

[6] Foucault, Dits et écrits, Cilt 2 (Paris: Gallimard, 2001) s. 963.

[7] “İfadeler” olarak da çevrilebilirdi. Aşağıda “expression” kavramı geçtiği ve onu “ifade” olarak çevirdiğim için bu kavramı tercih ediyorum – ç.n.

[8] Bu kelimeler sırasıyla “anayasa” ve “kurum” anlamına da geldikleri için İngilizce orijinalleri veriyorum. Yazarın bu kelimeleri tercih etmesinde bu anlamları da çağrıştırmak gibi bir niyet taşımış olması ihtimal dahilindedir – ç.n.

[9] Foucault, Naissance de la biopolitique (Paris: Gallimard-Seuil, 2004) s. 169.

[10] Foucault, Securité, territoire, population. (Paris: Gallimard-Seuil, 2004).

[11] Fransızca’da ve İngilizce’de özne anlamına gelen kelime (Fr. “sujet”/İng.ce “subject”), aynı zamanda, tebaa da demek. Buradan hareketle, özneleşmenin her zaman tabiiyetle el ele gittiğine dikkat etmek gerekiyor. Bu çift anlamlılık, özneyi iktidarı önceleyen, yer yer onun dışında, gerektiğinde ona karşı direnen, kendinden menkul bir varlık gibi tahayyül eden bütün bir düşünce geleneğini karşısına almış bulunan Foucault açısından önemli. Bu noktada, yazarın iktidarın yalnızca baskıcı, kısıtlayıcı değil, aynı zamanda üretici, öznellikler üreten bir nitelik taşıdığını iddia ettiğini hatırlatalım. Toplanmış bulunduğu bir merkezden veya tepeden, çevreye veya aşağıya dayatılan değil, toplumsal ilişkiler boyunca akan bir iktidardan söz ediyoruz burada. İşte “özne” bu ilişkiler, akışlar içinde (bir noktada sabitlenmemek üzere) şekilleniyor. Bu anlamda tabiiyete özneleşme, özneleşmeye tabiiyet eşlik ediyor – ç..n

[12] Naissance de la biopolitique, s. 271.

[13] Kessler, “L’avenir de la protection sociale”, Commentaire 87 (Sonbahar). 1999, s. 625.

[14] “Yaratıcı sektörde” (medya, moda, kültür vs.) çalışan “yeni profesyoneller,” işçilerin, işsizlerin ve benzerlerinin içinde bulunduğu durumdan tamamen ayrı, homojen bir ayrıcalıklı bireyler bloku oluşturmazlar (Boltanski ve Chiapello’nun (1999) iddia ettiği gibi); aslında aralarında hayli farklılaşmışlardır.

[15] “Mutuality” gündelik kullanımda da “karşılıklı olmak” anlamına geliyor. Fakat burada özellikle dikkat edilmesi gereken nokta, Fransa’da belirli bir alanda çalışan kişilerden oluşan ve üyelerin bir çeşit dayanışmasına dayanan, ticari olmayan ve kar gözetmeyen oluşumlara da “mutuelles” denilmesidir. Sigorta şirketlerinin mantığından farklı olarak, belirli bir yatırım karşılığında kazanç elde etmek değil, üyelerin ihtiyaçlarına cevap vermek amaçlanır ve buralarda primler, üye kişinin açık bulunduğu risklerle orantılı olarak belirlenmez. Bu oluşumların kooperatiflerden farkları ise, yalnızca parasal katkıların sunulmasıdır (emeklilik aylığı, sağlık giderlerinin karşılanması gibi) – ç.n.

[16] Kessler, “L’avenir de la protection sociale”, s. 629.

[17] Naissance de la biopolitique.

[18] Castel, Les métamorphoses de la question sociale (Paris: Fayard, 1995.

[19] “Workfare”, çalışma anlamına gelen “work” sözcüğü ve refah anlamına gelen “welfare” sözcüğünün ikinci yarısının birleştirilmesiyle meydana getirilmiş bir kavramdır (Refah Devleti – “Welfare State”). Sosyal yardımın, başvuran kişilerin, eğitim yoluyla kendilerini geliştirmeleri ve böylece istihdam edilebilirliklerini artırmaları veya (ücretsiz olarak) toplum yararına çalışmaları koşuluna bağlanması anlamına gelir – ç.n.

[20] Mille plateaux. Paris: Les editions de Minuit, 1980.

[21] Kessler, “L’avenir de la protection sociale”, s. 629.

[22] Naissance de la biopolitique, s. 271vd.

[23] A.g.e., s. 245.

[24] “L’avenir de la protection sociale”, s. 629.

[25] A.g.e., s. 622.

[26] Keynes’ten aktaran Sennett, Respect. (Paris: Hachette, 2003) s. 197.

[27] Foucault, Naissance de la biopolitique, s. 248.

[28] A.g.e., s. 248.

[29] Anti-Oedipe (Paris: Les editions de Minuit, 1975).

[30] La Monnaie chez Marx (Paris: Editions Sociales, 1967) ve L’Offre de monnaie, critique d’un concept (Paris: Maspero, 1971.

[31] Anti-Oedipe, s. 271.

[32] A.g.e., s. 271.

[33] Franklin D. Roosevelt’in birinci başkanlık döneminde, 1933-1936 yılları arasında ve Büyük Bunalım’a cevaben uygulamaya konan ekonomik programlara verilen isimdir – ç.n.

[34] Anti-Oedipe, s. 272.

[35] A.g.e., s. 284. Buradaki bir nokta, Bernard Stiegler’in endüstriyel kapitalizmi finans kapitalizminden ayrı tutmasının, naif bir politik yaklaşım gibi gözüktüğüdür.

[36] Golden handshake: Üst düzey bir şirket yöneticisinin, sözleşmesinin bitiminden önce işten uzaklaştırılması durumunda kendisine ödenen yüklü tazminat - ç.n.

[37] Les métamorphoses de la question sociale.

[38] Kessler ve Ewald risk üzerine yürüttükleri tartışmalardan kapitalizmi çıkarırlar, Ulrich Beck ise, daha ince bir kuramsal yaklaşımla da olsa, yine de kapitalizmi es geçer.

[39] Bilger, La pensée économique libérale de l’Allemagne contemporaine (Paris: Pichon et Duran-Auzias, 1964)’ten aktaran Foucault, Naissance de la biopolitique, s. 267.

[40] Mille plateaux, s. 571.

[41] A.g.e., s. 571.

[42] Kessler ve Ewald, “Les noces du risque et de la politique”, Le débat (Mart–Nisan 2000) s. 71.

[43] Bkz. Foucault, Surveiller et punir (Paris: Gallimard, 1975).

[44] Foucault, Naissance de la biopolitique, s. 149.

[45] Bu makalede örnek olarak kullanılan kültür sektörü alanında devlet, geçici sözleşmeli çalışanların sayısını azaltmak yönünde girişimde bulunurken, bir yandan da kültür projelerinin finansmanını kalıcı sözleşmeli çalışanların sayısına bağlamıştır. Aynı zamanda sektörün “profesyonelleşmesini” teşvik etmiş, böylece kendisini kimin sanatçı olarak çalışabileceğine karar vermek yetkisiyle donatmış; ve bir yanda küçük şirketler, bireysel projelerin finansmanı ve sosyal yardımda yapılan “sahtekarlıklar” üzerinde işleyen bir denetim aygıtı, öte yanda uzlaşılmış normlar aracılığıyla, toplumsal partnerler arasında bir konsensüs sağlamaya çalışmıştır.

[46] Foucault, Naissance de la biopolitique, s. 311.

[47] A.g.e., s. 306.

[48] A.g.e., s. 305.

[49] A.g.e., s. 305.

[50] A.g.e.

skopdergi 4