Çağdaş Sanatın Yeni Anlamlandırma Çabaları
Yaz İstanbul’a ne zaman gelirdi? Herhalde karneler verildiği zaman. Kafamı toparlamak için böyle anlamsız soruların yanıtlarını düşünür; bugünden kurtulup yakın geçmişe doğru ilerlemeye çalışırım. Ay takvimiyle, mevsimlerle, Saatli Maarif takvimlerindeki gökyüzü bilgileriyle oylanmak bana iyi gelir hep. Geçmiş mevsimleri hatırlamaya çalışırken biraz olsun dinlenmek mümkün olur. En azından “bugünün yükü” kalkar insanın üzerinden. Yoksa ne Kiraz Fırtınası’nı, ne Kavak Meltemi’ni, ne de birbirinden ilginç isimleri olan diğer rüzgârları hatırlamak mümkündür. Bu masalsı isimler, halen kullanılmakta olan, Ece ajandalarında da vardı hatırladığım kadarıyla.
Oldukça yoğun ve koşuşturmalı geçen Haziran’ın ikinci hafta sonunda, annemin vefatından sonra kalan kutuları açarak içindekilere bakmam gerekiyordu. Bu işi sürekli olarak erteliyor, onlarca kutunun ortasına geçip, kapaklarını açacak gücü bulamıyordum kendimde. İçinde annemin ajandalarının olduğunu tahmin ettiğim kutulardaki yazılı çizili nesneleri görmeye hazır mıydım? Annemin adeta bir vasiyet gibi üstüne benim ismimi yazdığı bu kutulara yaklaşmak bile gelmiyordu içimden. Taşınma hazırlıklarının tamamlanması gerektiği için mecburdum bu ayıklama işine. Babam Mayıs sonunda İstanbul’dan ayrılmış, bu zor işle baş başa bırakmıştı beni. Bu garip duygular içinde, annemin eski ajandalarında “yaz başlangıcı” diye bir cümlenin geçtiğini duyumsadım. Biliyordum ki, bu kutuların birinde belki onlarca ajanda duruyordu…
14 Haziran cumartesi günü uyandığımda, sıcak ve nemli havanın apartman boşluğunu bile doldurup, apartman katımıza kadar yükseldiğini hissettim. Kararım kesindi. Bu kutuları açacak, içindekileri boşaltıp, odayı ferahlatacaktım. Tam o köşeye doğru giderken balkondan gelen sesleri duydum. Gelenler annemin birkaç nesilden beri beslediği kargalarıydı. Kaşar peyniri ve ekmekten oluşan sabah kahvaltılarını bekliyor, gagalarını balkon mermerinin üstünde sağa sola sürterek adeta “Acıktık” diyorlardı. Karga sesinin bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordum. Annem isim takacak kadar seviyordu kargalarını. İki öğün yiyeceklerini aksatmadan veriyor, üst kattaki komşumuzun daha sonra bana kısık sesle söylediği gibi, onlarla konuşuyordu. Bu sefer görev bana düşmüştü. Onlar için, ince ince kestiğim peynirleri ve ekmekleri tabaklarına yerleştirip, su kaplarını doldurdum. Balkon kapısını kapayıp tül perdenin arkasına geçmem gerekiyordu ardından. Hemen gelip afiyetle yediler bıraktıklarımı. Sularını içtikten sonra gagalarını tekrar temizleyip balkon demirinde ileri geri yürümeye başladılar. Onların gelişi içimdeki sıkıntıyı dağıttı birden. Neşelenen kargalar kanatlarını çırpmaya, birbirlerini temizlemeye giriştiler. Keyifleri yerine gelince, uçup gittiler. Onlara bakmak bana da iyi geldi. Kutuları açmayı başka bir güne erteleyip Kadıköy’e gitmeye karar verdim. Annemin kargaları adeta benim günlük programımı belirlemişti; KargART.
“Mümkün-Hayata Geçen Ütopyalar”
İstanbul’da sayıları bir elin parmaklarını bile geçmeyecek kadar az olan “bağımsız” sanat alanlarından biri KargART. Reks Sineması sokağındaki eski bir Kadıköy konağının ilk üç katındaki Kargabar’ın kurguladığı bu mekânda uzun süreden beri sanatçılar kendi aralarında kurdukları diyalog sayesinde birbirinden ilginç sergiler gerçekletiriyorlar. Sponsor, destekçi ya da koleksiyoncu katkısı olmadan etkinliklerini bir tür imece usulüyle gerçektiren bu çok amaçlı etkinlik alanında, satış ya da görünür olma gibi hastalıklı konular gündeme gelmiyor. Çoğunluğunu Kadıköy’de atölyesi olan genç sanatçıların oluşturduğu birliktelik, küratör ya da diğer organizatörlere ihtiyaç duymadan, kendi aralarındaki birliktelikten yola çıkarak grup sergileri düzenliyor. Farklı disiplinlerde üretilmiş olan çalışmalara açık olan ortak sergiler, sosyal, ekonomik, politik olgulara gönderme yaparken, tamamı kentin Avrupa yakasında konumlanmış olan kurumsal sergi alanlarında göremediğimiz kadar “atak” bir tavırla güncel olguları sorguluyor.
Daha önce etkinliklerini sanal olarak takip etmeye çalıştığım KargART’a, 14 Haziran cumartesi günü, adım attığımda mekâna ikindi sessizliği hâkimdi. Kadim tahta merdivenlerden çıkarak ulaştığım son katta, Aslı Taner-Veysel Çolak, Aslı Dinç, AslieMk, Burcu Bakaracı, Çağrı Saray, Defter Kazıyıcıları Kooperatifi (Ali Mete Sancaktaroğlu, Cem Gezinti, Dilara Tekin) Deniz Mehmet Örnek, Emrah Bekdikli, Erhan Cihangiroğlu, Harun Töle, MAHAL, Melike Kılıç, Murat Mrt Seçkin, Nazım Serhat Fırat, Okay Özkan, Onur Kaçmaz, Rafet Arslan, Sedat Türkantoz, Seha Can, Tayfun Polat, Yonca Enderer, Zafer Yalçınpınar’ın çalışmalarıyla oluşan “Mümkün-Hayata Geçen Ütopyalar” isimli sergi yer alıyordu.
Sergi nedeniyle hazırlanan broşürden öğrendiğimize göre, sezon kapanış sergisi olarak düşünülen bu etkinliğin hedefi, “Tam da Gezi’de kazandıklarımızı daim kılmanın yollarını aradığımız bu günlerde, ihtiyacımız olan kafa yormak ve halen gerçekleşmekte olan ütopyaları hatırlamak”. Etkileyici bir yan etkinlik programına sahip olan sergi, Don Kişot Sosyal Merkezi ve Caferağa Dayanışma Evi ile ortaklaşa çalışarak, kelimenin tam anlamıyla “alternatif düşünce ve üretim modelleri” hakkında bilgilendirme, farkında olma kavramları üzerine eğiliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, maddi bir karşılık beklenilmeden hazırlandığı belli olan bu etkinlikte karşılaştığımız “samimiyet”, artık İstanbul sanat ortamında geçerliliğini yitirmiş bir kavram. Sanatçıları birbiriyle çarpıştıran “piyasa sisteminin” körüklediği “rekabet hissiyatı” ortadan kalkınca nelerin mümkün olabileceğini duyumsatan sergi ve etkinlikleri belli ortak paydalar altında toplamak neredeyse imkânsız.
Yazıya kişisel bir tonla başlamıştım. Bunu sürdürmek istiyorum. Yarı loş sergi salonuna girdiğimde belli belirsiz bir ses ilgimi çekti. Dikkat ettim arka taraftaki bir televizyondan geliyordu. Yasemin Mori’nin yumuşak tonlarından yükselen çekiçilik Seha Can’ın “Işığa Geldi Çocuklar” isimli animasyon çalışmasına eşlik ediyordu. Kulaklığı takıp filmi seyrettim. İki kere seyrettim. Sevgi, kardeşlik, dünya halklarının kardeşliği gibi konulara gönderme yapan ütopyaların ele alındığı bu çalışma, baştan çıkarıcı sıcaklığın etkisiyle pes etmeyerek Kadıköy’e kadar gelişimin hediyesiydi adeta.
Animasyon filmi seyrederken gözlerim yavaş yavaş loş sergi ortamına alıştı. Küçük bir masanın üzerine yerleştirilmiş kartpostallar dikkatimi çekti. Bu çalışma MAHAL- Kamusal Sanat Atölyesi’ne aitti. (www.e-mahal.com/p/hakknda.html) İnançlı Neo-Liberal İslamcıların eline geçen İstanbul’un farklı köşelerindeki rantlaşma-iktidar-para ilişkileri başta olmak üzere sanat ortamının da “tabu” ettiği konulara yönelen MAHAL, hiç kuşkusuz ki son yıllarda görünürlüğünü sergilerde değil, eylemlerde arayan genç kuşağın en ilginç, en anlaşılması zor olan sanatçı gruplaşmalarından biri. Günahkâr İstanbul’dan kent manzaralarını sunan kartpostallar daha ilk bakışta küreselleşmenin yerel uzantılarına dikiyor gözlerini. Yerel bakış için Mahal, kaldırım taşlarını kendisine bir tür seviye olarak seçmiş. Sergideki kartpostalların tamamı kaldırım hizasından çekilmiş olan metropol kent imgelerinden oluşuyor. İzleyicilerin istediklerinde alabilecekleri bu kartlar, yağmalanan, gasp edilen kamu alanlarının belgeselliğini üstlenmiş oluyorlar.
“Yok-Sözcükler Kitabı 1. Cilt”
Rafet Arslan’ın “Yok-Sözcükler Kitabı 1. Cilt” (2014) isimli çalışması, sanatçının uzun süreden beri üzerinde çalışarak geliştirdiği kolajlarından oluşuyor. Çerçeve içinde sergilenen çalışma, farklı isyankâr yazarların kitaplarından yola çıkarak günümüzde yaşanan “üretim tıkanıklığına” gönderme yaparken, oldukça ironik bir tavrı sergilediği için ilginç. Arslan kitapları çalışmalarına konu ederken, gerçek ve kurgusal öğeleri bir arada kullanarak izleyiciyi şaşırtmayı seviyor. Gerçeküstücü izler taşıyan bu yaklaşımda “imgenin kurulması”, yazılı ve görsel olmak üzere iki faklı kaynaktan eş zamanlı olarak beslendiği için, Arslan’ın çalışmalarında hem bayatlamamış bir şiirsel yaklaşım hem de, dışavurumcu bir ressamın boyama-çizme hırsı var. Sergide yer alan kitap aslında bir tür fanzin tadına sahip. Bu çalışmanın yanıbaşında sergilenen iş ise Çağrı Saray’a ait. “Demokrasi Stratejileri No: 1-4” ismini taşıyan desenlerde araştıran, sorgulayan bir tavır önplana çıkıyor. Sanatçı gerçekleştirmek istediği yerleştirmeyi en ince detaylarına kadar çizerken, sürekli olarak “gene olsa gene yaparım” cümlesini tekrarlamış. Temsil edilen figürlerin tamamı asker, komutan gibi sembolik karakterler olduğu için ilk bakışta bu çalışmanın bir tür militarizm eleştirisi olabileceği hakkında izleyicilerde bir önyargı oluşabiliyor. Ama Saray’ın adeta okunması için dikkatle yazmış olduğu metinlere dikkatli olarak bakıldığında, sanatçının bir tür “temsiliyet olgusuyla” ilgilendiği de duyumsanabiliyor. Birbiriyle yakın ilişki içinde olan dört büyük boyutlu desen, serginin en iyi sergilenen çalışması konumunda.
“Uyku Şehir” (2013) isimli tuval çalışmasında Melike Kılıç, minyatürlerde görülen tarzda, perspektifi olmayan, ev ve ağaç motiflerini bir tür kolaj gibi biraraya getirmiş. Tuval yüzeyine kurşun kalemle çizmiş olduğu elemanları yapıştırarak farklı bir üç boyutluluk elde eden Kılıç, tuvalinin hemen yanına direkt olarak duvara çizdiği küçük bir deseni de ekleyerek izleyicilere, Osmanlı döneminden beri barınmanın büyük bir sorun olduğu İstanbul’daki yaşama koşullarının tarihi hakkında öneride bulunuyor. Bugün olduğu gibi geçmiş yüzyıllarda da bu şehirde yaşanabilecek makul bir ev bulmak zordu. Günümüzdeki rant paylaşımında inşaat sektörünün öncü rolü düşünüldüğünde İstanbul’un bir tür Singapur olma ihtimalini devre dışı bırakmamak gerekiyor. Kılıç’ın alabildiğine basit duran çalışması, gerekli açılımlara girildiğinde son derece ilgi çekici bir çizgiye yükselebilir.
Okay Özkan’ın “Nefes” (2014) isimli videosu, Amsterdam’daki Stedelijk Müzesi koleksiyonunda yer alan Alexander Calder’e ait bir mobil heykeli (1955) sanatçının kendi soluğuyla üfleyerek harekete geçirmesi üzerine kurulu. Bizim hatırladığımız bu heykelin müzenin hayli yüksek bir tavanına asılı olduğu. Sanatçı bu kadar yükseğe nefesini taşıyarak bu heykeli harekete geçirebilmişse kendisini tebrik etmek gerekir. Bir sanatçıyı başka bir sanatçının perspektifinden izlemek beni her zaman heyecanlandırdı. Özkan’ın videosundaki minimal hareketleri algılayabilmek için projeksiyona uzun bir süre bakmak gerekiyor. Bu zaman dilimi, izleyicinin durmayı, hareketsizliği kabul etmesi belki de Özkan’ın çalışmasının en ilgi çeken yanı.
“Mümkün – Hayata Geçen Ütopyalar” sergisi, Gezi Direnişi’nin birinci yıldönümüne denk gelen süreçte, sanatın sadece formlara dayalı deneyselliğine değil, toplumsal, politik ve poetik açılımlarına da gönderme yaparak, farklı kavramların tartışılabileceğinin altını çiziyor. Bu farklı sergi ziyaretini annemin kargalarına borçluyum. Onlara İstanbul’dan ayrılmadan unutamayacakları güzellikle bir kahvaltı hazırlayarak teşekkür etmem gerekir.
Sergi 30 Haziran 2014 tarihine kadar izlenebilir.
lebriz.com