Toprak ve Özgürlük: Kentsel Dönüşümün Ekonomi Politiği

 

                                                              Beyoğlu Belediye Başkanı, basına Okmeydanı kentsel dönüşüm projesini anlatıyor

 

Borçlanma, ücretli çalışma, kira. Modern ve tam kapitalist dünyanın üç musibeti bunlar, günümüz işçilerinin yüz yüze olduğu sömürünün üç çehresi. Bunlar arasında kira belki de üzerinde en az düşünüleni, keza mülk sahibi denince rahatlıkla bankacı ve patron akla gelebiliyor. Bunun sebebi, kiranın en doğallaştırılmış mülkiyet ilişkilerinden biri olması herhalde – insanın, mekânda yer kaplamak, sürekli hareket halinde bir beden olmamak, dinlenmeye muhtaç bir beden olmak gibi basit bir suç yüzünden ödediği haraç. Fakat bugün hayatı çekilmez kılan şeyleri düşünürsek, kuşkusuz kira bunların en başında geliyor. Metropol hayatının zorluğu doğrudan kira ödeme zorunluluğundan, yaşayacak bir yer bulma mecburiyetinden kaynaklanıyor. Bu, pek çok açıdan, kapitalizmin gelişme çizgisinin bir sonucu – kapitalizmin, çoğunluğun sefalet olarak tecrübe ettiği bir aşırı zenginlik yaratmaktaki mucizevi başarısının. Kapitalist üretkenlikteki muazzam artışın sonuçlarından biri, başta gıda ürünleri olmak üzere tüm malların fiyatının, barınma ücreti karşısında olağanüstü düşmesi oldu. ABD’deki işçilerin çoğu, gelirlerinin çok büyük bir kısmını, eskisi gibi gıdaya değil, kiraya ya da ev taksidine harcıyor. Gerçi açlık hâlâ ortadan kalkmış değil, insanlar sürekli yeterli gıda alamamaktan mustarip, ama bugün yoksulluğa damgasını vuran şey, evsizlik.

Kapitalizmin gelişimi içinde bir dönem, devletler ve kapitalistler, şehirleri insanlar için yaşanılası olmasa da bütçeye uygun hale getirme mecburiyeti hissettiler, çünkü bir işçi sınıfının yeniden üretimini sağlayacak altyapının üretilmesi gerekiyordu. Ama artık böyle bir mecburiyetleri kalmadı; insansız hava araçları ve sanayisizleşme çağında böyle kabarık bir işçi sınıfına ihtiyaç yok; ve eskiden kira, başlarını sokacakları evin bedelini ödeyebilmek için para kazanmaları gerektiğinden işçilerin her gün işe gitmelerini garantiye alan bir silah işlevi görürken, bugün kira işçileri şehir içinde tutmanın değil, onları kovmanın aracı.

Teknolojiye dayalı işlerdeki artış ile kiraların artışı arasındaki bağ, emek piyasasındaki temel bir kutuplaşmanın göstergesi. Bu yılın Oscar Ödülleri törenini bu açıdan aydınlatıcı bir örnek olarak ele alabiliriz. Teknoloji devi Samsung’un reklam karşılığında 20 milyon dolar ödediği tören yayınında, Android telefonun tanıtımı yapılacaktır. Program sırasında selfie’ler çekilir. Tweet’ler yollanır. Bir Hollywood etkinliğinin içine teknoloji endüstrisinin cini girmiştir. Programın ortalarında, sunucu Ellen DeGeneres, her zamanki şen şakrak halleriyle, salondaki seyirciler için pizza sipariş eder ve pizza geldiğinde, kuryeyi sahneye çıkarır. Adam, tuvaletler ve smokinler içindeki 3400 seyircinin karşısında, önlüğü ve şapkasıyla, şaşkın ama neşeli bir halde dikilir. Salonun neredeyse tamamı beyazdır. Pizzacı beyaz değildir. Sunucuyla birlikte sahneden inip seyircilere servis yapmaya başlar. Ellen da beyazlar giymiştir. “Hadi ama,” der pizzacıya, “daha önce hiç yapmadım bu işi, bir el ver.” Sonradan, Edgar Martirosyan bunun “gerçek Amerikan rüyası” olduğunu söyleyecektir. Hakikaten öyledir. Ama ortalama bir kuryenin rüyası olmadığı kesin; bizim rüyamız olmadığı da kesin. Bu rüyada sadece zenginler ve güçlüler var, kaymağın da kaymağı. Bütün nüfus onlardan oluşuyor, her şey, bütün dünya onlar için var; başka hiç kimseye ihtiyaç yok. Neredeyse hiç kimseye… Tarihin bu altın yaldızlı akşamını geçirebilmek için, fizikî ihtiyaçlarını karşılayıp sonra da defolup gidecek tek bir hizmetli onlara yeter. Ters çevrilmiş, tek bir nokta üzerinde duran, bütün ağırlığın aşağıya bindiği, altın bir piramit gibi...

 

 

 

Bu, Hollywood’un tepe taklak bir dünya imgesi sunduğu ilk vaka değil; ama ters çevrilmiş olsa da, içinde bir tür hakikat barındıran bir imge bu. Bugün Amerika’da kentlerin çoğu hâlâ 20. yüzyılın servet dağılımına göre düzenleniyor olsa da –yani, yoksullar kent merkezinde, zenginler banliyölerde– bu tipik mantığın son yıllarda ters çevrildiğine şahit oluyoruz, özellikle de San Francisco, Seattle, New York, Washington DC, Los Angeles, Portland, New Orleans ve Atlanta gibi kentlerde. Amerikan şehirleri artık giderek Avrupa modeline uygun biçimde düzenleniyor: tamamen burjuvalaşmış kent merkezi, ve işçi kenar mahalleleri.

 

Mahallelerin Özerkliği

19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarındaki hâkim kentleşme mantığına göre, kent, taşradan akın eden işgücünü yoğunlaştıran bir nevi seraydı. Gelişen kapitalizmin büyük sanayi merkezlerinde, sermaye birikimi demek, esasen işçi birikimi demekti: hem artı değeri sağlayan, hem de sanayinin artan üretimini tüketecek çalışanlar kitlesi. Ekonomik canlanma dönemlerinde bu çalışan sınıf hızla büyüdü; esnetilen göç yasalarıyla Avrupa ve Asya ülkelerinden işçiler Amerika’ya akın etti; ülke içinde de Güney’deki siyahlar başta olmak üzere çok sayıda işçi taşradan kente göçtü. Kentler bu yeni kalabalıklara uyum sağlamak ve egemen beyazların çıkarlarına uygun sınıf ve ırk hatlarını korumak üzere yeniden düzenlendi.

 

"Beyaz mahallemizde beyaz kiracı istiyoruz". Detroit, 1942

 

 

Chinatown, San Francisco

 

Siyah Devrimci İşçi Birliği

 

Bu yeni kentsel yerleşimler, bu sürecin basit birer sonucu değildi. Bu bölgeler aynı zamanda hayatta kalmak, onurunu ve bağımsızlığını korumak için verilen ağır mücadelerin ürünüydü. Kendi kendine örgütlenmenin ve kendi hayatını belirlemenin mekânlarıydı. Eğer bir işçi sınıfı kimliğinden veya işçi sınıfı bilincinden bahsedebilirsek, bu kimlik ya da bilinç, işçilerin yaşadığı bu mekânlarda, bu mahallelerde yaratılan kurumlar ve topluluklar kadar, sanayide çalışmanın getirdiği ortak deneyime ve dayanışmaya dayanıyordu.

Şüphesiz sınıf, bu kentlerin düzenlenmesindeki hatlardan sadece biriydi. Bu işçi sınıfı mahalleleri, aynı zamanda etnik ve ırksal grupların kendi kendine örgütlendikleri alanlardı; pek çok kentte, bir mahallenin tarihini orada sırasıyla yaşamış ırksal ve etnik gruplarla anlatmak mümkün. Her ne kadar para ve yasa faktörleri çerçevesinde, işyerlerinin konumuyla belirlenmiş olsa da, Amerikan kentlerinin Yahudi ve siyahi gettoları, barrio’ları ve Çin mahalleleri, birer karşı-güç mekânı olarak kurulmuştu: kimi dinci kimi devrimci, kimi milliyetçi kimi tüccar. Hepsi de, belli toplanma yerleri ve kurumlar aracılığıyla düzenleniyordu: birahane, kilise, çete, meslek kulübü, sendika, komünist parti. Bu kurumlardaki örgütlenmede, sınıf kimliği veya başka bir eksen temelinde net çizgilerle ayrışmış bir yapıya rastlanmıyordu, özellikle de sınıf kimliğinin öncelikli olarak ırk üzerinden yaşandığı yerlerde. Bu tür kurumlar, ırk hiyerarşisinde ekonomik açıdan aşağıda olanların yaşadığı mahallelerde bilhassa elzemdi. Çünkü bu işçiler, ekonomik canlanma dönemlerinde yeni sinai ihtiyaçlar çerçevesinde en son işe alınan, ve kriz vurduğunda ilk kovulan kişiler oluyordu; ekonomik istikrarsızlık da, genellikle beyaz ırkçı baskın ve ayaklanmalarda artış anlamına geldiğinden, bu mahallelerin nispeten ayrıcalıklı işçilerin yaşadığı yerlere göre çok daha özerk ve kendi kendine yeter olması gerekiyordu, gelir kaynakları kuruyup ırkçı çeteler baskın yaptığında insanların hayatta kalabilmesi ve kendini savunabilmesi gerekiyordu. Sonuç olarak bu mahallelerin birçoğu kendi içine kapalı, işlevsel ve kültürel açıdan özerk yerler haline geldi.

 

Kara Panterler bürosu, Detroit 1970

 

Berber Deas McNeil, Harlem 1976. Foto: Dawoud Bey

 

Çocuklar, Brooklyn 1984. Foto: Jamel Shabazz

 

Mutenalaştırma

Amerikan şehirlerinin mutenalaştırılması, nereden bakarsanız bakın, bu özerklik mekânlarına yönelik bir saldırıydı; insanların kendilerine düşmanca davranan bir dünyada hayatta kalabilmek için inşa ettikleri kurumları, altyapıları ve cemaatleri hedef alıyordu. Fakat mutenalaşmayı, bu mekânlara karşı 40 yıldan uzun süredir devam ettirilen sistemli bir saldırının nihai evresi olarak görmezsek, bugünkü durumu vahim bir şekilde yanlış okuruz.

1970’lerde, sermayenin ve devletin bu mekânlara yönelik tutumunu değiştiren iki olay oldu. Birincisi, 1960’ların militan siyasi hareketlerinden sonra anlaşıldı ki bu bölgelerin –özellikle de siyah gettolarının ve barrio’ların– özerk konumu, sadece yoksulların kendi yağında kavrulması demek değildi, dönemin siyasi ve ekonomik düzenine bir tehditti aynı zamanda. İkincisi, bu dönemde yaşanan büyük çaplı sanayisizleşme süreci, şehirlerin artık geniş bir işgücü ordusuna ihtiyacı kalmadığı anlamına geliyordu. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda siyaset sınıfının siyahları pasifize edip kontrol altında tutmak üzere kurduğu çeşitli kurumların büyük ölçüde başarısız olduğu görülmüştü; bundan sonra, korumacı sosyal devlet kurumlarının, yavaş yavaş denetleme ve kapatma işlevi gören disiplin kurumlarına dönüşme süreci başladı. Bir önceki dönemin “yoksullukla mücadele” şiarının yerini alan “uyuşturucuyla mücadele”, hapishanelerdeki siyahi erkek sayısını dörde katladı.

Fakat kent içinde ticaretin yeniden yapılandırılmasının ve şirketleşmesinin de ağır sonuçları oldu: Manav, nalbur, kitabevi, lokanta gibi, mahalle içinde kaynaşma yaratan, mahalleliye iş ve gelir sağlayan mekânların yerini, çoğu kilometrelerce uzaklıkta olan dev süpermarketler, mağaza zincirleri aldı. Bunun sonucunda, küçük bakkal ve içki dükkânı haricinde perakende satış yapan tek bir dükkânın bulunmadığı “gıda çölleri” oluştu – bu da, esnafın yok olması ve fiilen dayatılan metruklaşma karşısında umutsuzluğa kapılan yerli halkın, yeni mağazalar ve yeni “güvenlik”le birlikte mutenalaşmanın ilk etkilerini sıcak karşılamasına sebep olabiliyordu. Ama yenilenmeden duyulan bu ilk hoşnutluk, değişimlerin daha fazla baskı ve daha yüksek kira demek olduğu anlaşılana kadar sürecekti.

 

Harlem'de yenilenmek üzere satın alınan bir binadan görüntü

 

Harlem'de üniversite öğrencileri ve hocalarının ihtiyaçlarına göre yenilenmiş bir bina

 

Medeni haklar hareketi, siyahlar ile beyazlar arasındaki ücret uçurumunun kapanmasına katkıda bulunmadıysa da, sayıları giderek artan yeni bir siyah orta sınıfının palazlanmasını sağladı: vaktiyle bu dükkânların sahibi olan küçük esnaf, gettodan dışarı çıkabildi. Medeni haklar hareketinden sonraki dönemde, siyahlar arasında derin bir servet kutuplaşması oluştu; son yılların mütevazı kazanımlarının semeresini yeni siyah orta sınıf toplamış gibiydi, bu da  beyazların, ırkçılığın yenildiğinden bahsetmelerine yetti. Orta sınıf siyahlar ile yoksul siyahlar arasındaki bağlar giderek koptu ve fırsat bulabilenler, 1980’lerle 1990’ların polis işgali altındaki mahallelerinden kaçtı. Bütün bu değişimler sonucunda, Amerikan gettoları kendi kendini idare edemez hale geldi ve paradoksal biçimde, çevredeki kentten daha da yalıtıldı.

İşte mutenalaşmanın politik ekonomik arka planı bu. Mutenalaşmayı, insanlardan ve arazilerden ibaret basit bir hikâye gibi anlatmamaya dikkat etmek gerek; mesele, beyaz ya da orta sınıftan birileri taşındı diye orada oturanların mahalleden sürülmesi değil. Kentle ilgili Malthusçu bir bakıştan uzak durmamız gerek. Mutenalaşmanın yaşandığı yerlerde konut kıtlığı filan yok, tam tersi. Üstelik, diyelim konut sayısı az, kıtlığın her zaman esasında yapay bir kıtlık olduğunu unutmayalım – yeterince ev yoksa, bunun sebebi ev inşaatının kâr mantığına dayanması. Müteahhitler, düşük gelirli kesime kiralanacak konutlardansa lüks rezidanslar yaptıklarında daha fazla kâr elde ediyorlar. Mutenalaşmış bir mahalleye yeni taşınan kişiler ile oradan kovulan eski yerleşimciler arasında, uzun bir neden-sonuç zinciri ve birçok etken var. Bazı bağlamlarda, mesela Avrupa’da olduğu gibi kiracılar lehine yasaların olduğu kentlerde, “ilk dalga mutenalaştırıcılar” –sanatçılar, işgal evleri, punk’lar– mahalleye taşınsa da kiraların artmasına veya eski sakinlerin yerinden edilmesine sebep olmuyorlar.

Ama şu an Amerika’da, hikâyenin sonunu tahmin edememek için insanın çok saf olması lazım. Amerikan kapitalizmi, günümüz hayatının sefaletinden uzak durmaya yönelik her çabayı, başka birini ezme mekanizmasına dönüştürüyor. Kafasında şu veya bu özgürlük fikriyle –mesela, sanat camiasıyla iç içe olmak için– kente gelen insanlar mutenalaşmanın maşası olduklarını, kendi özgürlük arzularının bir başkasının özgürlükten daha da mahrum kalmasına sebep olduğunu görüyorlar. Kiraların el yaktığı, ücretlerin giderek düştüğü günümüz Amerikan kentinde, çalışmayı reddetmek demek yüksek kira ödemeyi reddetmek demek, bu da pek çokları için ya mutenalaşma sürecine girmiş ya da çok yakında girecek olan mahallelere taşınmak demek. Politik altkültürlerin ve radikal ortamların, başka tasarıları hayata geçirmek için ücretli çalışmayı reddedenler arasında filizlendiği göz önüne alınırsa, bu gruplar mutenalaşmayla doğrudan bağlantılı olacak demektir – özellikle de konutla ilgili etkili bir mücadelenin, artan kiralara karşı direnişin olmadığı yerlerde.

 

Brooklyn’de hayata geçirilmesi planlanan bir mutenalaştırma projesi

 

Kira ve Polis

Baştaki hikâyeye geri dönelim. Dolby Tiyatrosu Salonu’ndayız, smokinlerimizi ve tuvaletlerimizi giymiş 3400 kişi, ve bir üniformalı kurye. İşte zenginliğin zaferi, gücün, beyazlığın, sanayinin, gösterinin zaferi. Gayri maddi ekonominin, Ar-Ge [Araştırma-Geliştirme; R&D] ekonomisinin nihai utkusu: İnsanların fikir ve duygu, süreç ve eğlence ürettiği ve sonra da bunları başka bir yere, hizmetlilerden oluşan bir dünyaya yansıttıkları ekonomi.

Ama bunun olsa olsa bir gösteride geçerli olabileceğini biliyoruz. Görüntünün arkasında, nüfusun geri kalanı, hayatın idame etmesi için gereken mal ve hizmetleri sağlayacak kadar yakında olmalıdır, kutsanmışların içinde yüzdüğü zenginliği üretmek için sömürülmeye hazır ve nazır olmalıdırlar. Yerlerinden edilseler de, el altında tutulmaları gerekir. Tabii bu bir çelişki. Bunca polisin varlığının sebebi de bu.

 

Oscar Töreni öncesinde Dolby Tiyatrosu önünde süren bir haftalık çalışmalar

 

Hikâyede polisler de var, çünkü hikâye aynı zamanda hayattan bir kesit. Dolby Tiyatrosu’nun dışında, yüzlerce polis var. Devriye polisi, çevik kuvvet, köpekli polisler, çatılara konuşlanmış keskin nişancılar… Tamamen militarize bir servet kutuplaşması. Gazeteler onlardan bahsetmemeye çalışır, kameralar görüş açısına girmesinler diye kılı kırk yarar. Ama oradadırlar. Şatafatlı gösteri ancak militer devletin haşmetli varlığı altında üretilebilir; mutlak zenginlik rüyası ancak ateş gücüyle şekillenebilir.

Bunlar, toplumsal alanın yeniden düzenlenmesini yürürlüğe sokmak için mahalleler arasındaki, mahalleler içindeki çatlakları dolduran polislerdir. Bunun için para almaktadırlar. Mutenalaşma, kıtlık, yerinden edilme – bunların bir dinamiği vardır ama doğal bir düzen değildirler.

Bu, her an çökmeye müsait bir senaryodur. Çökmeye müsaittir, çünkü bu mahallelerin yeni sakinleri, sınıf ayrıcalıkları ve beyaz üstünlükleriyle, polisin kendi yanlarında olduğunu düşünürler – o mahallelerin eski sakinlerinin asla düşmeyeceği bir yanılgıdır bu. Senaryo çürüktür, çünkü polis, dünyaya yapısal ırkçılık ve emlak değerinin soyut büyüsü merceğinden bakmaya alışmış müteahhitlerin emrindedir. Senaryo çürüktür çünkü polisin bütün işi, bu çatışma düzenini hayata geçirmekten, yoksullara yönelik bu sürekli karşı-devrimi tertiplemekten ibarettir: çünkü mutenalaştırmayı etnik temizliğe dönüştürmek mümkün değildir, çünkü yerinden edilen insanların şu veya bu biçimde sefaletleri içinde muhafaza edilmesi gerekir, çünkü istenmeseler bile onlara ihtiyaç vardır. İşte bu yüzden savaş, bir denetleme ve görüntüleme savaşı olarak zuhur eder: mutenalaştırılmış mekân, sermaye için sürekli artan bir verimlilik geliştirme işlevi yüklendiğinden, bir Ar-Dis [R&D] Şehri’ne dönüşür: Araştırma-Disiplin Şehri.

Disiplinin bir ucunda gözetleme, diğer ucunda polisin cinayetleri vardır. Her kira artışının arkasında, silahlı bir polis korteji bekler; her sosyetik mağaza vitrininin arkasında, kapalı devre kamera sistemi vardır. Polisin esmer çocukları öldürdüğü video görüntülerinin gücü buradan ileri gelir; bu görüntüler disiplinin iki yüzünü –resim ve silah– birleştirir, sınıf-altı konumdakilerin içkin ve sürekli tahakkümünü gözler önüne serer. Denetleme ve görüntüleme, büyük ölçüde, el ele gider.

Kira ve polis. Buraya kadar söylediklerimizin büyük kısmını bu iki kelime özetliyor. Tarif ettiğimiz sürecin kaçınılmaz olmasını gerektiren hiçbir şart yok; bu süreci durdurmak mümkün, ama ancak ciddi bir istikrarsızlaştırma süreciyle. Yönetilemez bir kent, lüks rezidansların inşa edilemeyeceği bir kenttir; şirketlerin çalışanlarını yollamak istemeyeceği bir kenttir, kiraların hep aynı kaldığı ya da düştüğü bir kenttir. Tarihteki ilk barikatlar, mahalleleri toplumsal istikrarsızlığa karşı kapatmak için kurulmuştu; şimdi istikrarsızlık bizzat barikatın kendisi olmalı. Emlak değerlerinin bir süreliğine düşmesine sebep olan ve siyaset sınıfını daha baskıcı yeni projelere sevk eden tek bir isyan değil, peş peşe isyanlar: ta ki ekonomik kutuplaşmaya koşut bir siyasi kutuplaşma yaratılana kadar; ta ki kent, polisleri sevenler ile sevmeyenler arasında bölünene kadar. Bir mahalleye kiralar ucuz olduğu için taşınmış olanlar ile, çoktan mutenalaşmış olduğu ve kendi istedikleri tüketim imkânlarını sağladığı için taşınanlar arasındaki derin fark da burada yatıyor. İlk gruptakiler kiraların haliyle düşük kalmasını isteyecektir, ikincilerse, “güvenlik” de dahil belli özellikler karşılığında yüksek kira ödediklerini bilirler. Onların para ödediği, polisin varlığıdır. Mahalle yönetilemez hale gelirse oraya gitmeyeceklerdir: ev boşaltmalar direnişle karşılanır, kira grevleri örgütlenir, evler işgal edilip yerinden edilmiş veya ihtiyacı olanlara verilir, müteahhitlerin ve emlak yatırım şirketlerinin büroları hedef alınır, yeni inşaat projeleri durmadan sabote edilirse…

Kira ve polis. Araştırma-Disiplin Şehri, kendini bu silahlarla yeniden kuruyor; onu yıkmak, bozmak gerek. Taraflar çok net.

 

Research & Destroy kolektifinin Land and Liberty başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.

mimarlık ve suç, kentsel dönüşüm