Bu belge ile, savaşın çalkantılarının ardından, Fransız Sürrealist Topluluğu yeniden tesis edildi. Savaş öncesinde sürrealistlerle yeni taraftarları biraraya getiren bu belgenin imzacıları arasında savaş yılları boyunca etkin olan pek çok kişinin eksikliği dikkat çeker (bunların çoğu Fransız Komünist Partisi’yle [FKÖ] uzlaşma arayışına girmiş ve Breton’un topluluğuna karşı, kısa ömürlü ‘Devrimci Sürrealist Topluluğu’ kurmuştur). Kurtuluş sonrası mutluluk sarhoşluğunun yerini kindarlığa bıraktığı Fransa’daki huzursuzluk ortamı (temel ihtiyaç maddelerinde kıtlık, eski işbirlikçilerden öç alma isteği ve Direnişe katılmayanlara duyulan güvensizlik) Soğuk Savaşa delalet eden ve gittikçe sertleşen uluslararası durum tarafından tahrik ediliyordu. Nazizmin yenilgisinde oynadıkları rolden ötürü komünistlerin göklere çıkarıldığı bir ortamda Stalinizm, Fransa’nın politik ve entelektüel yaşamının her alanında çok büyük itibar sahibi olan FKP üzerindeki denetimini kolaylıkla pekiştirebildi. Bu koşullar altında, Stalinizmin karşı-devrimci olduğu görüşünü savunan sürrealistler kendilerini fiilen tecrit ediyorlardı.
İlk Kopuş
Her tür partizan politikaya karşı tutumunu ortaya koymak için Fransa’daki sürrealist topluluğun 21 Haziran 1947 tarihinde onayladığı bildiri:
Sürrealizm genellikle siyasi duruşunu Komünist Parti’nin duruşuna göre tanımlamıştır. Komünist Parti ise, ısrarla, en zehirli oklarını kendilerini herhangi bir burjuva oluşumundan ziyade Parti’ye göre tanımlayan ve bu partinin tarihî önemini hiç düşünmeden tanımaktan, olumlamaktan ve vurgulamaktan korkmayanlara yöneltmiştir. Komünist Parti’ye muhalefet eden devrimci unsurların kaderi ortak ve sabittir: Onun tarafından reddedilir ve halk düşmanı gibi hakaretamiz bir kategoriye sokulurlar. Dürüst olsalar da, ortalıkta dolaşan bin bir türlü iftirayı sorgulama ihtiyacı duymayan bilgisiz insanlar tarafından karşı-devrimin askerleriyle bir tutulmayı dert etmeseydik bu suçlamayı seve seve kabullenirdik. Aynı şekilde, yerli Stalinistler, sürrealist faaliyetlerin politik bağlılıklarıyla uyuşmadığını ileri sürerek bizi sıkıştırmaya kalktıklarında, yapabileceğimiz tek bir şey var: bu balık hafızalılara, kendi payımıza işçi sınıfının devrimci geleneğine –Komünist Parti’nin her geçen gün biraz daha terk ettiği bir geleneğe– olan sarsılmaz bağlılığımızı her fırsatta ilan ettiğimizi hatırlatmak. Maaşlı bürokratların bu tür bir protesto geleneğinin günümüzde yeniden olumlanmasını hoş karşılamayacaklarından adımız gibi eminiz. Ama biz bu geleneği güçlü bir şekilde sürdürerek profesyonel politikacılara bizim açımızdan bu geleneğin hiçbir surette taktik zorunluluklara indirgenemeyeceğini gösteriyoruz ve bu şekilde bu taklitçilerin gözünde itibar kaybettiğimizi umuyoruz. Canlandırdığımız gelenek insan gelişimini çarpıtan, düşmanı kandırıyormuş gibi yapan (düşmanın silahlarını çalmak diyalektik olarak onlara bağımlı olmak anlamına gelmez mi?) ve kurtuluşumuz için elzem olan değerlerin (ahlak ve eylem) kaynağı olarak gördüğümüz öfkeyi en iyi nasıl yönlendireceğini hesaplayan gelenek değildir. Komünist Parti’nin, (sonuna kadar götürmeye ehil olmadığı bir mücadelenin yanlış tanımlanmış ihtiyaçları adına) burjuvazinin yöntemlerini ve silahlarını benimsemekle ölümcül ve geri dönüşü olmayan bir hata yaptığını tekrar ediyoruz – öyle bir hata ki, işçi sınıfının kısmî kazanımlarını tehlikeye atarak onun kesin zaferini belirsiz bir geleceğe ertelemekle kalmıyor; aynı zamanda, Komünist Parti’nin düne kadar düşman bellediği sınıflarla pervasızca giriştiği suç ortaklığını gözler önüne seriyor. Komünist politikanın son zamanlardaki gelişimi, Moskova mahkemelerinin ve öncelikle burjuvazinin, ardından da faşizmin çıkarlarına hizmet edecek şekilde İspanya İç Savaşı’nın baltalanmasının mantıkî ve doğrudan sonucudur. Sadece Fransız diplomasisinin değil, aynı gerekçelerden ötürü Fransız Komünist Partisi’nin de, bağnaz ve dar kafalı gazabının nesnesi haline gelen Almanya’nın kaderi söz konusu olduğunda bu politika büsbütün kabul edilemez ve tiksindiricidir. Şurası açıktır ki Alman halkının halihazırdaki durumunu muhafaza etmek, Avrupa’nın kalbinde en kötücül kuvvetlerin kolaylıkla marazi güç devşirebilecekleri gerçek bir kanserin oluşmasına sebep olacaktır. Hitler’i Alman halkı yaratmadı çünkü hiçbir halk kendisine bir tiran yaratamaz. Bu tür bir politikayı desteklemek yerine, Alman halkına, yani Hegel’in, Marx ve Stirner’in, Arnim ve Novalis’in, Nietzsche ve Freud’un, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un halkına en derin saygılarımızı sunmaya niyetliyiz. Şayet tüm halkları tehlikeye atıp onlar adına bir utanç kaynağı yaratmak niyetinde değilsek, Alman halkının tecrit edilmesi ve dünya cemiyetiyle bağlarının koparılması düşünülemez. [...] Unutmayalım ki 1864’te Uluslararası İşçi Derneği geçici komitesi, Marx’tan, tüzüğe giriş mahiyetinde “taraf olan bütün toplulukların ve bireylerin tüm halklara karşı tutumlarında Hakikati, Adaleti ve Ahlakı esas almayı kabul ettiklerini” bildiren bir paragraf kaleme almasını istemişti. Geleneğe yaptığımız çağrıyı sonlandırmadan önce şunu bildirmek isteriz ki, devrimci bir şekilde inşası için uğraştığımız ahlak ile gerici ve miadı dolmuş sanat arasında ne kadar fark varsa, bizim de Komünist Parti’yle aramızda o kadar fark vardır.
On yıl boyunca Komünist Parti’yi odağına alan sürrealizmin politik deneyimi yadsınamaz. Halihazırdaki sınıf işbirlikçiliğini göre göre Komünist Parti’yi desteklemek, vakti zamanında sürrealizmi politik eyleme yönlendiren saiklerle çelişir: ruhun, özellikle de etik alanında, en acil ihtiyaçlarını karşılaması ve insanlığın topyekûn özgürleşmesi hedefidir bu. Bu parti, burjuva devletiyle giriştiği ortaklığın, taktik ve hile politikasının nihai sonucundan ibaret olduğunu iddia ettiğinde –artık anlatacak kimi bulduysa– ihanetinin sebep olduğu zararı büyütür ancak. Burjuva ilkelerinin en bariz şekilde suiistimalini esas alan, hayatî etik reformları önemsemeyen ve yalnızca geçici –ve tam da bu yüzden tartışmalı– hedefleri hesaba katan, dolayısıyla da insanlığın nihai özgürlük hedefini gözden kaçıran bir politikayı, bir an için olsun kaale alamayız; hiçbir devrimci alamaz.
[...]
Komünist Parti’nin her gün ayaklar altına aldığı insan gerçekliği, onun manevi varlığıdır. Bazı durumlarda sebepsiz ve acımasız bir tepinme halini alan bu rezaletin Stalinist tutuma özgü olduğuna inandık bir müddet. Troçkist düşünceye olan inancımız bizi bu değerlendirmeye götürdü. Troçkist politikayla özel olarak ilgilenmeye devam ediyoruz. Halklar için ulusal özgürlük (sömürülen halklar için talep etmeye devam ettiğimiz ama Fransa’nın yakın geçmişi söz konusu olduğunda en berbat sahtekârlıkları kolaylaştırdığını öne sürmekten çekinmeyeceğimiz ulusal özgürlük) ne kadar önemliyse, bireyler için de içsel devrimin o kadar önemli olduğuna kesinkes kaniyiz; bu nedenle, 1947’de, kati surette enternasyonal bir partinin enternasyonal eyleminin günümüzün en acil ihtiyacı olduğunu öne sürüyoruz. Politik düzeyde, bu tür bir Enternasyonal’e ve partiye umut bağlamaktan başka bir gayemiz yok. Fakat, savunduğumuz ve şimdiye kadar Stalinizme muhalif proleter hareketler tarafından nispeten saygı duyulan manevi değerler bu tür bir mücadele alanında da zarardan muaf değiller. Anarşizm de dahil olmak üzere (sürrealizmin manevi ilkeleri herhalde en çok anarşizmde karşılık bulurdu), söz konusu hareketler ve sürrealizm mevcut duruma itiraz etmek ve gelecek adına uzlaşmaz ve kesin taleplerde bulunmak konusunda hâlâ ortak bir duruş sergiliyor. Fakat, Troçkizmin ve anarşizmin ileriki olaylarda oynayacağı rol –ve bu rolü nasıl oynayacakları– büyük ölçüde onlarla kurduğumuz ittifakın sağlamlığına bağlı. Lev Troçki’nin –şaşılacak derecede yaratıcı ve ahlak meselesi üzerine görüşlerinden çoğu zaman ödün vermeyen– kişisel duruşu ve sürekli devrime yaptığı müthiş katkı, söz konusu ittifakın gerçekleşmesinde ve pekişmesinde çok büyük rol oynadı. Sürrealizmin bu hareketlere ilişkin olarak yapabileceği şey onlar hakkında alelacele hüküm vermekten geri durmaktır; bunun ötesinde bir tavır takınmak riskli olur. Aynı şekilde, partilerin belirlediği siyasal eylem ilkesi hakkındaki hükmünü de erteleyebilir. Bir partinin siyasal eylemiyle, ancak bu eylem etkisiz olmak ile taviz vermek arasında bir ikileme düşmediği sürece kalıcı bir ortaklık kurabiliriz – bugünlerde neredeyse her köşe başında karşımıza çıkan bir ikilemdir bu. Özgül kaderi manevi alanda sayısız reform, özellikle de etik reformlar talep etmek olan sürrealizm, etkili gözükmek adına ahlaka aykırı davranma ihtiyacı duyacak hiçbir siyasal eylemde yer alamaz. Aynı şekilde –insanlığın özgürleşmesini nihai hedefi olarak görmekten vazgeçmeyecekse eğer– miadı dolmuş ilkeleri sorgulamak yerine etkisizliği hoş görecek bir politik eylemi de kabul edemez.
25 yıl boyunca kesintisiz olarak etrafına ışık yaydıktan sonra bile sürrealizm bir hazırlık safhası tesis etmiş olmaktan, ya da, yeni ve kolektif bir anlayış ihtiyacı doğurmuş olmaktan fazlasını yaptığını iddia etmiyor. İnsanlığın yazgısının mükemmelleştirilebileceğine olan inancı, dün olduğu gibi bugün de, dünyanın asap bozucu durumunu tahammül edilebilir kılmak için başvurduğu çaredir. Sürrealizm, mükemmelleşme ihtimalinin, ekonomik etkenlerin ötesinde, topyekûn özgürlüğe giden yolu tıkayan çatışmaların çözümlenmesine bağlı olduğunu savunur. Rüya ile eylem, olağanüstü ile olumsal, düşsel ile gerçek, ifade edilebilir olan ile olmayan, dürüstlük ile ironi, şans eseri olanla belirlenmiş olan, düşünce ile dürtü, akıl ile tutku... tüm bunlar arasındaki çatışma daha büyük bir çelişkinin, arzuyu zorunluluğun karşısına diken çelişkinin –ki bu da insanlığın başına musallat olmuş en büyük beladır– büründüğü tikel hallerdir. Sürrealizm, bu çelişkilerin çözüleceğine dair inancını kaybetmeyerek, çözememiş olsa dahi ayrıntılarıyla ortaya koyduğu ve her geçen gün daha da kararlı bir şekilde sorguladığı sorunları geçiştirmek için bahaneler üretmesini bekleyenleri çok kısa sürede hayal kırıklığına uğrattı.
[...]
Sağdaki ve soldaki düşmanları hayli içler acısı taktik değerlendirmeler yapmaya mahkûmken ya da kısa vadeli hesaplar yaparak kendi sonlarını hazırlamakla meşgulken, sürrealizm, ona can veren ve en önemli ve sabit ilkesi olmaya devam eden tutku tarafından hem korunarak hem de korunmasız bırakılarak, geleceğe akın eder. Tabiati hakkında hiçbir şüphe olmayan bu tutku –insanlığın riyakâr ve alçaltıcı kefareti için didinen çileci tutkudan ziyade onu zincirlerinden kurtarmaya yönelik yıkıcı bir tutku– şimdiye kadar tabi tutulduğu her sınavdan alnının akıyla çıktı. Sürrealizmin insanların ve şeylerin sürekli devriminde (ki sürrealizm zaten bundan ayrı düşünülemez) oynayacağı rolü teminat altına alan da işte bu tutkudur.
Devrimin tüm insanlığı kapsamasını, insanlığın kurtuluşunu tek bir boyutta değil tüm boyutlarda talep eden sürrealizm, önce kâşifi sonra da harikulade manyetik iletkeni olduğu güçleri devreye sokmaya bilhassa ehil olduğunu ilan eder – çocuk-kadından kara mizaha, nesnel rastlantıdan mit istencine kadar. Bu güçlerden oluşan seçilmiş sahne, insanlara hayatı doya doya yaşama ve yeni ruhsal boyutlara göre gelişme fırsatı sunan koşulsuz, karşı konulamaz çılgın aşktır.
Bu güçler, bir kez keşfedildiklerinde, biraraya gelip birbirlerini yücelttiklerinde, belki de insan erekliliği ile evrensel nedenselliği uzlaştırabilirler. Bu güçler olasılığın sınırlarında dolaşır, günümüzün en ileri bilim dallarının gelişimine katkıda bulunurlar – bu sayede Öklitçi olmayan geometri, Maxwellci olmayan fizik, Pastörcü olmayan biyoloji ve Newtoncu olmayan mekanik vardır. Bu bilim dalları da yaşanılamaz olanı yıkmak için olgunlaştırılması çağrısında bulunduğumuz Aristotelesçi olmayan mantık ve Musacı olmayan ahlak ile güç birliği yaparlar.
Rimbaud’nun hayata verdiği çalkantılı tepkinin ya da Marx’ın dünyaya dair şiarının geçmişte kalmadığını, insanın derinliklerinde yankılandığını düşünüyoruz. Fakat, bilincin makul ve akılcı işleyişi bilinçdışının tutkulu işleyişi karşısında üstünlük kazandığından beri, yani, son mitler kastî mistifikasyon halini aldığından beri, bilginin ve eylemin gizemi kaybolmuş gibi gözüküyor. İnsanlığı ileriye, nihai hedefine giden yolda bir sonraki aşamaya taşıyacak yeni bir mit öne sürmenin vakti geldi.
Sürrealizmin kendine biçtiği görev budur: tarihle büyük buluşma.
Düş ile devrimin birbirlerini dışlamaları değil, birlikte bir uyum oluşturmaları gerekirdi. Devrimi düşlemek ondan vazgeçmek değil; onu çifte anlamda, hem de hiçbir zihinsel çekince duymadan, gerçekleştirmektir.
Kadere karşı çıkmak, hayattan kaçmak değil, bilakis kendini bütünüyle ve geri dönüşsüz bir şekilde hayata bırakmak anlamına gelir.
SÜRREALİZM GELECEK OLANDIR.
21 Haziran 1947, Paris
Hans Bellmer Isabelle Waldberg Marcel Jean Nora Mitrani
Adolphe Acker, Sarane Alexandrian, Maurice Baskine, Hans Bellmer, Joë Bousquet, Francis Bouvet, Victor Brauner, André Breton, Serge Bricianer, Roger Brielle, Jean Brun, Gaston Criel, Antonio Dacosta, Pierre Cuvillier, Frédérique Delanglade, Pierre Demarne, Matta Echaurren, Marcelle Ferry, Jean Ferry, Guy Gullequin, Henry Goetz, Arthur Harfaux, Heisler, Georges Hénein, Maurice Henry, Jacques Hérold, Marcel Jean, Nadine Kraïnik, Jerzy Kujawski, Robert Lebel, Pierre Mabille, Jehan Mayoux, Francis Meunier, Robert Michelet, Nora Mitrani, Henri Parisot, Henri Pastoureau, Guy Péchenard, Candido Costa Pinto, Gaston Puel, René Renne, Jean-Paul Riopelle, Stanislas Rodanski, N. ve H. Seigle, Claude Tarnaud, Toyen, lsabelle Waldberg, Patrick Waldberg, Ramsès Younane.