Situationist Times Dergisi, Labirent Mimarlığı ve Aldo van Eyck

Aldo van Eyck’ın The Situationist Times’ın Labirent sayısına katkısı olan “Labirent Açıklığı”, insanların zaman içinde mekân deneyiminin önemi ve kendilerini mekâna nasıl uyarlayıp nasıl yol aldıklarıyla ilişkili mimari düşüncesinin temel kavramını açıklıyor. Daha genel anlamda, kadınların ve erkeklerin dünyada var olması konusundaki temel sorunu inceliyor. Mimarlık mesleği açısından, kimlik, hafıza, ölçek ve yer gibi özsel mefhumlara değiniyor. Van Eyck’ın insanların inşa edilmiş çevreleriyle ilgili algıları üzerine düşünceleri, sadece Forum dergisi[1] etrafındaki Hollandalı strüktüralistler arasındaki tartışmalar yönünden değil, daha da fazla Team 10 içindeki uluslararası mimarlık ve şehircilik tartışmaları bakımından belirleyici önem taşıyordu…[2]

 

  

 

Aldo van Eyck (1918-1999) Londra’da ve Lahey’de büyüdü. 1940’larda Zürih’teki mimari çalışmalarının sonuna doğru, avangard sanat çevreleriyle tanıştı. Jean Arp, Georges Vantongerloo, Alberto Giacometti, Constantin Brancusi, Max Ernst ve Tristan Tzara gibi sanatçılarla biraraya geliyor, heyecanla tartışıyordu. O nedenle, 1947 baharında, Miro resimlerini görmek isteyen genç Constantin Nieuwenhuys’u evine davet etmesine şaşırmamak gerekir. İlk görüşmelerinden itibaren hep arkadaş kaldılar. Van Eyck, Constant’la tanışmasından sonra kurulan CoBrA’nın resmen üyesi olmasa da birçok şekilde bu sanatçıları destekledi. CoBrA sanatçısı Pierre Alechinsky, Van Eyck’ın grup nezdindekini itibarına şöyle değiniyor: “Amsterdam’ın merkezinde otururken, hiçbir zaman Van Eyck’ı ziyaret etmeyi atlamadık. Her zaman entelektüel bir besin oldu. Çöl ortasında bahar gibiydi.”[3] Van Eyck, tartışmalara ev sahipliği yapmanın ve eser satın almanın yanı sıra, CoBrA’yla işbirliği de yaptı. Özellikle 1948’de Amsterdam ve 1951’de Liége’deki CoBrA sergileri için yaptığı tasarımlar kayda değerdir. Van Eyck bu tasarımlarında sanat izlemenin ve sergi gezmenin geleneksel kalıplarını kıran deneyler geliştirdi.

Van Eyck’ın, Batı kültürünün bütün müesses değerlerini reddeden ve sanatçıları eğitimin ve geleneğin kalıplarından kurtulup özgürleşmeye çağıran deneysel bir grup olan CoBrA’yla ilişkisi hiçbir şekilde tesadüfi değildi. CoBrA sanatçıları, Van Eyck’ın bütüncül bir hayat görüşüne dayalı sanat ve mimarlık yaklaşımını benimsiyorlardı. Van Eyck gibi, CoBrA sanatçıları da başka bir dünya görüşünün gereğini kavrıyorlardı; onlar, ancak küçük bir çocuğun gözünden bakarak hayatın özüne girilebileceğini ve içgüdüsel arzulara açılınabileceğini düşünüyorlardı. Van Eyck CIAM’a (Congrés intenationaux d’architecture moderne) 1947’de girdi ve hemen arkasından burada hüküm süren fonksiyonalizme karşı son derecede eleştirel bir tavır aldı. Daha yaşlı olan kuşağın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki mimarlığa yaklaşımının kavramsal temeli, avangardın 1920’lerdeki bakışıyla aynıydı. Bu dönem avangardının savaştan önce ve savaş sırasında Naziler tarafından reddedilmesi, onun sonradan canlandırılmasına yol açmıştı.  Oysa sosyal ve kentsel koşullar şiddetli bir şekilde değişmişti. Van Eyck için erken modernistlerin kavramlarını yeniden değerlendirmenin vakti gelmişti.

Van Eyck, savaş öncesi doktrinleri körlemesine takip etmek yerine mimarlığı daha derinden sorgulayan birkaç mimardan biriydi. Hem projelerinde hem yazılarında amacı, otantik bir modernliğe sahip olmakla birlikte insancıllığını koruyan bir mimarlık geliştirebilmekti. Constant’la, CoBrA’yla ve Sitüasyonist Enternasyonal’le yakınlıkları bu açıdan belirleyici rol oynadı. Gelecek için tasarımlar yaparken, kaynakları olarak gördükleri, gündelik yaşam alanıyla, Batılı olmayan kültürlerle ve çocukluğun masumiyetiyle ilgileri ortaktı. “Labirent Açıklığı” bu bakımdan tanımlayıcıdır. Labirent antik bir motiftir: Urbild. Yunan mitolojisine göre ilk mimar sayılan Daedalus’un eseridir. Sitüasyonistler, daha önce sürrealistlerin gerek teoride gerekse sanatsal ve küratoryal pratikte sürdürdükleri araştırmalara devam ettiler. Bu temayı işleyen sayısız etkinlik düzenlediler. Asger Jorn’un Kuzey kültürlerinde ve Batılı olmayan kültürlerde labirent konusundaki teorik yazılarını ve sanatsal deneylerini hatırlayın. Jorn’un Albissola Marina’daki evinde Guy Debord’la birlikte düşündükleri eğitimsel labirent fikrini, Constant’ın kentsel ütopyası Yeni Babylon’daki labirenti, ve asıl, 1960’da Amsterdam’da Stedelijk Müzesi için önerilen sitüasyonist sergi tasarısını hatırlayın. Sonuncusu, yapının dış duvarında açılacak bir delik sayesinde, bir sanat tapınağı olarak müzeiyle gündelik hayat âlemi kent arasındaki sınırı tam anlamıyla kırmayı amaçlıyordu. İçerde inşa edilecek labirent, bir dérive başlatmak üzere kentin içlerine taşacak ve böylece bütün Amsterdam’ı bir oyun parkına dönüştürecekti. Sitüasyonistler labirenti, sağlık, açıklık ve tasarım bakımından totaliter ve denetleyici buldukları fonksiyonalist kent planlamasına karşı koymak ve onu eleştirmek için kavramsal bir araç olarak kullanıyorlardı. Geleneksel kentin dağınıklığını düzene sokma ve mükemmel olarak tasarlanmış bir kentsel doku oluşturma hırsından doğan fonksiyonalist kente karşı eleştirilerini Van Eyck da paylaşıyordu.

 

  

Constant, Yeni Babil için labirent çizimleri

 

İnsanların rasyonalist düşünceye karşı mesafe alabilecekleri, dérive’lerle meşgul olacakları ve böylece hakiki içgüdülerine ve arzularına göre davranacakları bir çevre olarak tasavvur edilen labirent, sitüasyonist hayal gücünün kilit sembolüydü. Bu tür davranış, ister istemez “sitüasyon”ların yaratılmasında ön-şart olan sosyal etkileşimi teşvik ediyordu. “Sitüasyonlar”,  mevcut kural ve alışkanlıkların aşılması demekti, bunun da politik bir devrime yol açacağı umuluyordu. Karizmatik mimar Le Corbusier, 1923’te ünlü “ya mimarlık ya devrim” sloganını atarken, sıkı bir disipline sahip mimarlığın sosyal huzursuzluğu yeneceğini ve Bolşevik Devrimi’ni önleyeceğini savunuyordu. Sitüasyonistler ise, tam aksine, etkin olarak, kentsel düzensizliği, kaosu ve uyumsuzluğu destekliyorlardı. Amaçları, bu yolla insanları eyleme sürükleyerek yukardan bastırılmış bir politik sistem yerine aşağıdan gelişen bir politik dönüşüm yaratmaktı.

 

Guy Debord ve Asger Jorn, kentin bir dizi sitüasyon olarak resmi, 1957

 

Sitüasyonistlere göre mimarlık insanları pasifize etmek için tasarlanmamalıydı. Sosyal eylemler, sadece inşa edilmiş çevreyi değil, bütün dünyayı dönüştürebilecek potansiyele sahip sitüasyonlar yaratabilirdi. Van Eyck ve sitüasyonistler, fonksyonalist kentin eleştirisine işaret etmesi nedeniyle labirente hayran oldular. Ne var ki, labirenti kavrayışlarında kritik bir fark mevcuttur. Bu fark, Van Eyck’ın De Jong’a mektubunda yaptığı açık uyarıda belirtilmiştir: onun teorisi, “mimarlıkta labirent hakkında değil, ‘labirente özgü olan’ (labyrinthian) hakkındadır!”

 

Aldo van Eyck, Cennetin Tekerlekleri Kilisesi zemin kat planı, 1966

 

Bununla ne kastedildiği, gene “Labirentin Açıklığı” başlığını taşıyan daha erken bir metinde açıklanır. Van Eyck, kentsel bir çevrenin zamansal algısını açıklamak için Venedik’te San Marco Meydanı ile, Saint Giovanni ve Paolo Bazilikası arasındaki rotayı örnek verir. Kentin dar sokaklarını ve sayısız kanallarını ilk kez kat ederken kentsel doku labirente dönüşür. Bir kargaşa ve endişe duygusu uyanır ve yürüyüş uzadıkça uzar. Ancak, bu rotayı sık sık yürüyen biri, giderek köşe bucak her yeri tanır ve hatırlar, böylece çevreyle uyum sağlar; sonunda yürüyüş sanki kısalmış olur. Ayrıca, Van Eyck, anıtlarla birlikte hatırda kalan yerlerin nasıl anlam uyandırdıkları ve kentsel çevrede oryantasyonu ve dolaşmayı kolaylaştırdığı üzerinde durur:

 

Mesafenin baştan oluşturduğu labirent etkisi, giderek, boyutlarla ilgili niteliksel bir çeşitliliğe yol açar. Bu da, küçük ve büyük, az ve çok, yakın ve uzak konusundaki niceliksel tanımları birbirine katar. Kavrama olayı geliştikçe, deneyimin hem karmaşıklığı hem de birliği ve basitliği artar. “Labirent açıklığı”nın zamansal anlamı budur.[4]

 

Dolayısıyla mesafe ve ölçek, sonunda gene yürüyüşün süresine bağlı olan; neyi, nasıl deneyimlediğimize ve neyi ezberleyebileceğimize dayanır…

Kentin zamansal kavranışının önemini gündeme getirmenin ötesinde, Van Eyck’ın düşüncesi, fonksiyonalistlerin geleneksel kentin düzensizliğinin yerine, kusursuzca örgütlenmiş ve ilk anda kavranabilen, ancak son derecede sıkıcı ve monoton bir kentsel yapıyı koyma tutkusunun eleştirisini ifade eder. Kenti dört fonksiyona indirgeyen (oturma, iş, eğlence, ve ulaşım) fonksiyonalistlerin mekanik kent planlamasını izlemektense, Van Eyck kent planlamasını beşeri deneyim, hafıza, süre, ve birlik üzerine inşa ederek insancıllaştırmayı önerir.[5] O nedenle de, “labirent açıklık” hakkındaki düşüncesi, karmaşa ve rahatsızlık yaratan labirent anlayışından olduğu kadar, “açıklığı” daha ilk anda duyular için aşikâr bir şey gibi gören geleneksel anlayıştan da ayrılması gerekir. Aksine, “labirent açıklık”, hafıza ve deneyim sayesinde –ama görselliğe indirgemeden– bir yere ait açıklığın zaman içinde gelişmesine izin vererek gündelik deneyimlerin sürdürülebilmesin sağlayan bir tasarımı ifade eder.

 

Jacqueline De Jong’un, 1962-1967 yılları arasında altı sayı çıkardığı The Situationist Times dergisinin dördüncü labirent sayısında yayınladığı yazı. Kaynak: Ellef Prestsaeter (ed.), These Are Situationist Times! (Malmö: Torpedo Press, 2019) s. 160-165.

 



[1] “The Mechanism of the Twientieth Century and the Architecture of Van Eyck”, Robert McCarter, Aldo van Eyck içinde (New Heaven: Yale University Press, 2015) s. viii-xi.

[2] Aldo van Eyck, Writings: The Child, the City an the Artist (Amsterdam: Sun, 2008) s. 7-8.

[3] Pierre Alechinsky, Aldo van Eyck: The Shape of Relativity içinde (Amsterdam: Architectura&Natura, 1988) s. 123.

[4] Van Eyck, a.g.e., s. 98.

[5] Van Eyck’ın hafıza düşüncesi, ve geçmişle şimdinin ve geleceğin eşzamanlı olarak birlikte algılanması, Henri Bergson’un süre konusundaki felsefi anlayışına dayanır. Burada süre homojen ve niceliksel olarak değil, heterojen ve niteliksel bir çokluk olarak görülür. Bkz. Van Eyck, a.g.e., s. 74-80, 109-112.

mimarlık, sitüasyonizm