Önkoşulsuz Özgürleşme
Düzenli olarak 1987’den beri sanat üzerine yayınladıklarımı biraraya getirirken, niçin yazdığıma, neden sanatın ve sanatçıların peşinde ilerlediğime dair sorular bir türlü yakamı bırakmadı. 1980’lerin ortalarında, Resim ve Heykel Müzeleri Derneği’nin haftasonları, o zaman açık olan, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde verdiği resim kurslarına devam ederken, bir bir farklı sanat tekniklerini öğrenirken, içimdeki ses sanatçı olmak istemediğimi söylüyordu. Ama, sanatla ilgilenmek, ona en yakın noktadan hayatımı şekillendirme arzusu içime düşmüştü. Bu belki de, her haftasonunu adeta iple çekip, içine koşarcasına girdiğim Dolmabahçe Sarayı’nda geçirdiğim mutlu saatlerin bana verdirdiği içgüdüsel bir karardı. Müzede geçirdiğim zamanlar, birçoğunu neredeyse ezbere bildiğim resimler, heykeller, tanıştığım yaratıcı kişiler, bana yaşamın sanatla çok farklı bir anlam kazanacağına göstermişti.
Beşiktaş’taki müzenin ana girişinin altındaki küçük kapı resim kurslarının girişiydi. Bu dar kapıdan içeri adımımı attığımda karşılaştığım renkli, farklı dünyadan, sanat dünyasından ayrılmak istemiyordum. Tesadüf eseri Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nun Dolapdere’deki garajdan bozma baraka binasına ilk adımımı attığımda burada kendimi sudan çıkmış balık gibi hissettim. Ne yapabilirdim ki? Burada Ünsal Oskay’ın yardımıyla sanat, sanat sosyolojisi üzerine bir şeyler okumaya başladıktan sonra (Walter Benjamin, Theodor W. Adorno, Susan Sontag gibi) almak zorunda olduğum gazetecilik eğitiminin beni kalpten bağlı olduğum sanattan ayıramayacağını kavradım. Sergiler, festivaller üzerine haber yapabilir, sanatçılarla konuşmalar yapabilir, dahası, canım istediği kadar sevgili müzemin koridorlarında gezinebilirdim. Böylece Cağaloğlu’ndaki gazete binaları, Taksim, Nişantaşı sanat galerileri, Dolapdere’deki baraka üniversitem arasında 1985-1989 yıllarını geçirdim. Yaptığım haberler, konuşmalar, çeviriler önce isimsiz olarak, sonra da kendi adımla yayınlandı. Gazetelerde, dergilerde yapmadığım iş, çalmadığım kapı kalmamıştı. O yıllardaki gözlemlerimden, karşılaştıklarımdan doğru dürüst bir sanat tarihi eğitimi almam gerektiğini kavradım. Gelişmek, daha yetkin olarak sanatı kavrayabilmek için eğitime ihtiyacım olduğunu kendileriyle söyleşi yapmaya çabaladığım kültür insanları, sanatçılar da söylüyorlardı.
1989’da Heidelberg Üniversitesi’nde başladığım sanat tarihi eğitimim 2001’de Frankfurt Üniversitesi’nden doktoramı alana dek sürdü. Bu dönemde düzenli olarak birçok yerde sergi etkinlikleri üzerine yazdım. Sanat üzerine yazmanın gördüklerimi kavramam konusundaki yardımıyla kendimi adeta kanat takmış gibi hissediyordum. Sanat eserlerinin karşısında adeta zamanın durduğunu ve mutlu olduğumu duyumsadıkça müzelerden, sergilerden ayrılmaz olmuştum. Gördüklerim hakkında yazarken, tuhaf bir elektrik alıyor, her cümlenin beni farklı bir yolculuğa sürüklediğini fark ediyordum. Yazmam daha dikkatli bakmamı sağladığı gibi, üzerine çalıştığım konuların ince damarlarına doğru yol almama yardımcı oluyordu. Daha sonraları Almanca’da yazmam algı dünyamı genişletti.
Sanat üzerine neden yazdığım sorusuna yanıt bulmak için kaleme aldığım bu satırları uzatmak arzusunda değilim. Her yazının bizzat ödemem gereken bir bedele karşılık olduğunu, daha 1985’lerde hakkımda yapılan şikâyetlerden, saldırılardan, maruz kaldığım ayak oyunlarından kavramıştım. Bu tatlı tuzlu, çoğu acı tecrübelerim hakkında da yazmak istemiyorum. Bunun zamanı gelmedi henüz.
Yazılarımın içinde durduğu yedi mavi renkli klasörü, bu kitaba girecek çalışmalarımı seçmek için önüme koyduğumda, kimlik, tarih, cinsiyet ve politika gibi olguların kaleme aldığım metinleri derinden etkilediklerini gördüm. Bu seçkiyi, bu kavramlar çerçevesinde şekillenen yazılardan oluştururken, İstanbul sanat ortamının son yirmi beş yılını büyüteç altına aldığımı görüyorum. Amacım tarihsel bir sorgulamanın kapılarını aralayacak düşünceleri biraraya getirmek değildi. Çünkü sanat üzerine yazmak kişisel bir süreç. Zamanla, paylaşılanlarla, duyumsananlarla ilgili. Her yazının bir tür tanık olduğunu, sanat, sanatçı ve izleyici arasındaki sürece katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Bu nedenle kitabın dört bölümünün başına, bu süreci aktaran küçük yazılarla, eleştirilerimin yayınlandıkları dönemle bugün arasında köprü kuracak düşünceleri kaleme aldım. Yazıların üzerinde, yazım hatalarının temizlenmesi dışında, hiçbir değişiklik yapmadığımı belirtmek zorundayım. İlk yayınlandıklarındaki heyecanları ortadan kaldırmamak için, çoğu kez konuya olan “içsel yaklaşıma” elimi sürmedim. Şimdi daha da açık olarak görebiliyorum ki, konularıma içimden geldiği gibi, çoğu kez duygusal açıdan, çağrışımlarla yaklaşmışım. Bu perspektifler, tanıklıklarım, gördüklerim ve yayınladıklarım için farklı bir çerçeve oluşturmakla kalmamış, yaratıcı süreçlere de eşlik etmişler. Zaten sanat üzerine düşünmenin, yazmanın, aktif olarak çalışmanın en keyif veren özelliği de, “yaratıcı süreç oluşumuna katkı” ve önkoşulsuz özgürleşme değil mi? Yazdıkça özgürleştiğimi duyumsadım, özgürleştikçe içimdeki yazma arzusu daha da keskinleşti. Bir sarmal gibi.
Necmi Sönmez, "Giriş", Şimdiki Zamanın Yanında ya da Karşısında: Sanat Üzerine Yorumlar (1987-2014) (İstanbul: YKY, 2015).