Savaş ve sanat arasında öteden beri derin bir bağ olmuş. Bir yanda “savaş sanatı” sürüp dururken, karşısına hep “sanat savaşı” dikilmiş. Yakın tarihte “savaş sanatı”nın yoğunlaştığı coğrafya Balkanlar. Balkan Savaşları gerçekten de, kültür diplomasisiyle çağdaş sanatın en yoğun olarak kaynaştığı hadiseler. Bu savaşlar, Duvar’ın yıkıldığı 1989 ertesinde, Soğuk Savaş sonrası konjonktüründe, bu bölge ülkelerinin etnik-kültürel farklılıklar üzerinden yeniden haritalandırılmalarını, ve ‘komünist’ geçmişlerinden arındırılarak, birer açık/sivil toplum olarak küresel piyasa düzenine eklemlenmelerini hedefliyordu. Ve bu, görülmemiş bir hunharlıkla yürütülen “etnik temizlik” sonucunda önemli ölçüde başarıldı. Ardından bu kazanımları benliklerine sindirecek yeni öznelerin, yeni yurttaşların inşasına girişildi. İşte bütün bu süreçte sanat, hem savaşı hazırlayan kültürel ve siyasal düşmanlıkların örgütlenmesinde, hem de savaş sonrası kimliklerin imalatında etkili bir araç olarak devreye girdi. Bölgenin direnişçi sanatçıları buna “sanatın Balkanlaştırılması” adını verdiler.[1]
Marina Abramoviç, Balkan Baroque, 1997 (MoMA 2010)
Savaş sanatları etkili oluyordu çünkü çağımız, dilin, iletişimin, ve “görsel kültür”ün egemen olduğu bir çağdı. Ve çağdaş hayat sanatı fethettikçe, giderek bütün hayat, tüketim kadar siyaset de, estetikleşmekteydi (Baudrillard). Gündelik hayatın mikro-yönetimi, hatta bir bakıma “biyo-politika” imgelerin denetimindeydi (Foucault). Anlamların kurulmasında birer kültürel şifre olarak görev yapan imgeler ve semboller, sözcüklerin ötesinde bir etki yaratıyordu. Zaten kültürü tanımlayan dil de (Lévi-Strauss) bir göstergeler sistemi değil miydi (Saussure)? İşte bu anlamıyla dilin grameri de sanattı.
Esasen “kültür/sanat yöneticileri”nin ve “iletişim tasarımcıları”nın iktidarı altında olduğu varsayılan ve zaten aynı zamanda bu disiplinleri icat edip örgütleyen, imge/sembol üretimi, aslında dev bir küresel teknolojinin eseridir. Bu teknoloji neoliberal iletişim aygıtı tarafından işletilir: hükümetlerin, onların dışında kalan örgütlerin (NGO-STK) ve şirketlerin oluşturduğu iktidar bloğu. Kültürel hegemonya, bu bloğun sinir sistemini oluşturan ve sürekli devinim içinde bulunan karmaşık ağ içinde tasarlanır: devlet bürokratları, sanat yöneticisi artokratlar, diplomatlar, kültür ve iletişim akademyası, küratörler, medyatörler, pazarlamacılar… ve nihayetinde tabii sanatçılar. Birbirinden bu kadar farklı elemanları olan bir makineyi işleten ortak bir yönetim kültürüdür; başka terimlerle “sevk ve idare” veya işletme kültürüdür. Ve bu da, zamanımızda şirket kültürüdür veya kurumsal kültürdür. İletişimin, dilin, sanatın imgeleriyle dolaşıma sokulan tahakküm, siyasal ve ideolojik aygıtlar kadar, özünde “yönetim bilimi”nden kaynaklanır.
Sanatın Balkanlaştırılmasının mimarı George Soros’tur. Bölgede bir Soros Çağdaş Sanat Merkezleri (SCCA) zinciri kurarak ve Avrupa Birliği’nden NATO’ya kadar bütün kurumlarla en üst düzeyde ilişkiler geliştirerek, savaş öncesinde kimliklerin (ve tarihin) parçalanması, savaş sonrasında ise kimliklerin inşası süreçlerine sanatı eklemleyen örgütlenmeyi yöneten odur; yani bir anlamda savaşın pazarlanması. Zaten o bunu saklamaz. Aksine, yalnız “dünyanın en başarılı spekülatörü”[2] olmakla değil, Balkanlardaki ve Kafkaslardaki kanlı operasyonlarda “bizzat rol oynamakla” da övünür. Onun davası, bütün farklı kültürlerin küreselleşmesi ve piyasalaşmasıdır ve bu dava uğruna yaptığı yatırımlarla gurur duyar. Birçok kitabında ve makalesinde ayrıntılarıyla iftihar duyarak anlattığı bu konular nedense bizde tabudur. Soros’un baştan finanse ettiği ve en tepeden yönettiği çağdaş sanat merkezleri, açık toplum enstitüleri ve diğer benzer kuruluşların etkinliklerini sürdürmek için artık onun himayesine ihtiyaçları olmadığı ortadadır. Zaten onun en kritik buluşu, bir iletişim modelidir, bir yönetim sistemidir, ve bir ilişki ağıdır. Bunlar artık onun malı olmaktan çıkmış, kültürel diplomasi, sanat ve kültür yönetimi gibi disiplinlerin ders konuları olmuştur.
Türkiye’deki yönetişim mekanizması bünyesinde de, resmî kültür politikalarının oluşturulmasında hükümetle, şirketlerle ve Avrupa Birliği’yle işbirliği içinde çalışan belli başlı kurumlar olan Bilgi Üniversitesi, Açık Toplum Enstitüsü (sonradan Vakfı) ve onun türevi olan Anadolu Kültür A.Ş. de Soros’un kurulmalarında gerek ideolojik gerekse de finansal olarak etkin olduğu kurumlardır. Balkanlarda toplumsal farklılıklar yerine, etnik ve dinsel farklılıklara dayalı kültüralist politikaların eksenini oluşturan İstanbul-Berlin arası “Balkan Koridoru”nun örgütlenmesinden İstanbul’un kimi sanat yöneticileri ve küratörler de vazife çıkarmıştır. Ama savaştan perişan olmuş Balkan toplumlarına çağdaş kimliklerinin ve tarihlerinin ‘öğretilmesinde’ en etkin görev alan, İstanbul bienalleri kadar, Koç Grubu galerilerinin ve müzelerinin yönetiminde de otorite sahibi olan Rene Block’tur. Pek çok Balkan bienalinin ve sergisinin küratörü odur. Bu konuda öyle uzmanlaşmıştır ki, Tiran’da düzenlediği sergiyle Türk şirketlerinden sonra, Türk devletini de temsil etmiştir.
Avrupa Kültür Vakfı’nın yayınladığı ve savaş bölgelerinde sanatsal iletişim rejimlerini ele alan Sarsıntılı Zamanlarda Sanat Yönetimi kitabında amaç, “gürbüz sivil toplumlar inşa edilerek yeni kimlik ve yurttaşlık biçimleri geliştirmek” olarak tanımlanmaktadır.[3] Aslında kültür savaşlarının amacı tam da budur; ve bu amaç, yani “sarsıntılı zamanlar”dan geçen, savaş atmosferindeki insanlardan yeni kültürel özneler oluşturulması sanata da mal edilir. Savaş sanatlarının Balkanlar ve Kafkaslardan sonraki merkezi artık Ortadoğu’dur. Bir asır önce bu bölgeyi uluslara göre haritalandıran aynı güçler, şimdi etnik cemaatlere ve farklı mezheplere göre yeniden tasarlamaktadır. Bu tasarımın en önemli aracı bir iletişim diline dönüştürülen sanattır. Daha geçtiğimiz yıl Londra’da, Batılı sanat kurumlarının ve yöneticilerinin katılımıyla düzenlenen “Ortadoğu’da Sanat ve Himaye Zirvesi”, misyonunu şöyle tarif ediyordu: “Ortadoğu’da geniş çaplı bir değişim yaratmak üzere, sanatçıları ve sanat kurumlarını desteklemek”.[4] Yine, başta Suudi Arabistan olmak üzere bu bölgenin sanatının yönetilmesinde son derecede faal olan Britanyalı Stephen Stapleton, Suudi Arabistan'ın "devrime gerek olmadan dünyaya açılacağını” ve "özgürlük olmadan yaratıcı bir ekonominin filizlenemeyeceğini", yani küreselleşmenin başarılamayacağını söylüyordu.[5] Yani sanat, küreselleşmenin ve neoliberal bir rejimin manivelasıydı. Sempozyumun açılışında konuşan, kültüralizmin ve “melezlik” gibi kavramlarının mucidi olan Homi Bhabha da, Londra’da tertiplenen bu olayı “Ortadoğu Baharı” olarak tarif ediyor, uzun uzun serbest piyasanın, “açık toplumun” erdemlerini övüyordu.[6]
Türkiye'den Oya Eczacıbaşı, Zeynep Öz ve Banu Cennetoğlu'nun katıldıkları Zirve
Malum, Türk Hükümeti de bu jeopolitikada “etkin bir aktör” olma hevesine kapılarak Osmanlı’yı canlandıracağını ve toplumsal hayatı baştan aşağı İslamlaştıracağını hayal etmektedir. Bu büyük savaş oyunlarının Irak’tan sonraki en sıcak noktası Suriye’dir. Dolayısıyla şimdi burada, aynı Balkanlar için söylendiği gibi, yeni kültürel coğrafyaya uygun “sivil toplumların ve kimliklerin” inşa edilmesi gündemdedir. İşte, 14 Haziran’da Anadolu A.Ş.’nin İstanbul’daki galerisi DEPO’da açılan “Şam Görsel Sanatlar Festivali”, işlevini tam da böyle açıklamaktadır: “sosyal ve coğrafî kimlik ve roller için yeni tanımlama arayışları, aidiyetle ilgili yeni kavramlar türetme ihtiyacı”. Şam Festivali’nin örgütlenmesinde yıllardır Ortadoğu ülkelerindeki sanatın kültürelleştirilmesine para harcayan ve aynı zamanda DEPO’nun destekçileri[7] arasında da yer alan Prens Claus Kültür ve Kalkınma Fonu’nun bulunması ayrıca kaydedilmesi gereken bir bilgidir.
Şimdi tam da “savaş sanatı”na karşı, büyük Gezi Direnişi’yle başlayan bir “sanat savaşı” sokaklarda ve parklarda sürüyorken, Suriye’deki savaşı anlamlandırma çabasındaki bir Şam Sanat Festivali düzenlemek akıl sır erdilir gibi değil doğrusu. Ama kimsenin ilgilenmediği bu etkinliğin bir yararı, Gezi Direnişi’nin bir komplo olduğu iddialarını boşa çıkarması. Bilindiği gibi, bu komplo iddialarından biri, Türkiye gibi gazetelerde işlendiği üzere, olayın Soros örgütlerince tezgâhlanmış olduğuydu.[8] Oysa, Gezi ruhunun safiyeti, devrimciliği, ve kendiliğindenliği ile, son derecede hesaplı-kitaplı bir güzergâhı olan Şam Festivali’nin taban tabana karşıt olduğu meydandadır. Daha önemlisi, Gezi “olay”ının büyük hakikatinin teşhir ettiği yakın tarihimizdeki pek çok bulanık noktadan biri de, Soros çevresinin de aralarında olduğu, “sol liberal” cemaatin, küresel şirketler ve İslamcılarla birlikte AKP’ye verdikleri örtük destektir. Ayrıca, Açık Toplum Vakfı’nın Başkanı, “âkil insan” Can Paker’in Gezi isyanı patladığında, onu bir “darbe provası” olarak ilan ettiğini de hatırlamak gerekir.[9] Tabii ki, Kafkaslar’daki “turuncu devrim”lerin örgütlenmesinde tanık olunduğu gibi, kitleleri seferber etmenin iletişim yöntemlerinde ve finansmanında deneyimli olan küresel sermaye örgütleri, Gezi Direnişi’ni de kuşatarak, sitüasyonist deyimiyle reküpere ederek, bir “açık/sivil toplum”, “açık demokrasi” davasına mal etmeye çalışacaklardır. Ama Gezi hakikati şimdilik bu girişimleri parçalayacak güçtedir.
Benjamin’e göre “siyaseti estetikleştirmeye girişen bütün çabalar aynı sonucu verir: savaş”.[10] Eğer dert barış ve özgürlükse, o zaman Direniş’te yaşadığımız gibi, mesele estetiği siyasileştirmektir.
Fotoğraf: Gülşin Ketenci
[1] Bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. e-skop dergi, “Sanat ve Kültüralizm” sayısı, “Küratoryal Taktiklerle Kimlik İmalatı”, Miško Šuvaković, http://www.e-skop.com/skopdergi/kuratoryal-taktiklerle-kimlik-imalati/908
[2] George Soros, The Crash of 2008 and What It Means-The New Paradigm for Financial Markets (New York: Public Affairs, 2008) s.108-123.
[3] Bkz: Milena Dragicevic Sesic, Sanjin Dragovic, Arts Management in the Turbulant Times (Amsterdam: European Cultural Foundation, 2005.
[6] Bkz. “Ev Sahipleri ve Konuklar: Arap Baharını Batı Sanat Sermayesine Tahvil Etmek”, a.g.y.
[10] Walter Benjamin, Illuminations (Londra: Fontana Press, 1992) s. 234.