Türkiye’de çağdaş sanatın yeni bir kültür endüstrisi oluşturduğundan söz
edilebilir mi? Sayıları üç yüze yaklaşan galeriler, her ay düzenli olarak
yaklaşık beş açık artırma düzenleyen müzayedeciler, birbiri ardına halka açılma
sürecine giren özel koleksiyonlar (bunlara müze denilemeyeceği için farklı bir
tanımlamanın gerekliliği kendisini gösteriyor) güncel sanatın “metalaşma
süreci”nde İstanbul’da aldığı ivmeyı göstermesi bakımından önemli. İlki
1990’larda, ikinciyse 2010 yılında “patlama” noktasına varan sanat piyasası,
klasik ve modern kökenli (1900-1950) sanat eserlerinin nitelikli olanlarının
neredeyse tamamen ortadan kalkmasıyla çağdaş sanata yönelmiş durumda. Yaşayan
sanatçıların ve ürünlerinin bu denli gündemde olduğu, piyasa
hareketlenmelerinin bir tür borsa karakterine bürünmesi “sanat eserleri”nin
değerlerini hiç yitirmeyip, aksine, sürekli olarak değerini artıran nesneler
haline dönüşmesi, kültür endüstrisinin sanatı bir tür manipülasyon aracı olarak
gördüğünün de kanıtı. Paylaşımcılık, bakmak, yorumlamak, sorgulamak üzerine
kurulu özellikleriyle “sanat yapıtı” bu kıskaç altına nasıl bir açılım
getirebilir? Değişik üniversitelerin bünyesinde sadece İstanbul’da on beşe
yakın sanatçı yetiştiren kurumun varlığıyla birlikte düşünüldüğünde “sanatçının
konumu”nu sorgulamak, bir gereklilik olarak gündeme geliyor.
Sanatçılar, piyasa, atölye, pazarlama üçgeninde nerede duruyorlar? 2010’dan
sonra sanatçılar açısından farklı bir konum belirlenmesi yapılabilir mi?
Türkiye’de memur, öğretmen, eğitmen olmadan, sadece yaptığı sanat üretimiyle
hayatını sürdürebilen sanatçı modeli ancak 1975’lerde gündeme gelebildi. Bugün
resimleri koleksiyonların en gizli köşelerinde tutulan Necdet Kalay (1932-1986)
sadece sanatıyla yaşamını sürdürebilen ilk sanatçı olarak önemli bir ilk. 1980
sonrasında daha da etkin biçimde gündeme gelen liberal ekonomi, profesyonel
galerilerin kurulmasını, onlar da sadece sanat üreterek yaşayabilecek olan bir
sanatçı kitlesinin oluşmasını sağladı. Sayıları yirmiyi geçmese de, sadece
sanat üreterek yaşayabilen bir sanatçı kitlesinin oluşmasının üstünden otuz
yıllık bir süre dahi geçmedi. Bu zaman diliminde Türkiye’de sanatçılar farklı
farklı konumlarla kendilerini var etmeye çalıştılar. Galeri danışmanlığından
yazarlığa, koleksiyoner asistanlığından sergi yapımcılığına, editörlükten
müzayedecilere hizmet verme ağına kadar farklı alanlarda sürekli olarak sanatçı
kimliğine sahip olan isimlerin çalışmaları bir şekilde sanat ortamını, piyasayı
belirledi.
1980-2000 döneminde sanatçıların büyük bir bölümü, kendi üretimlerinden çok,
bunların pazarlanması, satış stratejileriyle, paketlendirme işleriyle
ilgilendiler. Günümüzde sanat ortamında aktif olan bir kuşak, kendi sanatıyla
entelektüel olarak ilgilenmek yerine “markalaşma”ya yöneldi. Dünya sanatının en
hareketli dönemine isabet eden 1980-2000 arası, Çağdaş Türk Sanatı için ne
yazık ki kayıp bir dönemdir. Zaten uzman olmayanların da bir çırpıda
kavrayabileceği gibi, günümüzde altmış yaş civarında olan kuşak, sanat eseri
satabilmek için pozisyon yaratmakta çok başarılı oldu ama ciddi anlamda sanat
üretemedi. Bu yıllarda birbiri arkasına yayınlanan “tuğla
kitaplar”, megalomani göstergesi olan retrospektif sergiler, ne yazık ki “sanat
ortamımız”ın ayıpları olarak tarihe geçti. 1980-2000 arasındaki süreçte en
önemli itici güç olarak “sanatçıların konumu” tekrarlara, samimiyetsizliğe, içi
boşaltılmış kalıplarla yapılan dekoratif panoların üretilmesiyle belli bir
“kimlik” buldu. Bırakalım sorgulayıcı, politik olmayı, eleştirel tavrı,
sosyolojik olarak ülkenin 12 Eylül Darbesi’nden sonra içine girdiği süreç bile
bu yılların sanatsal üretiminde “görünür” olamadı. Ama sosyalleşme, magazin
basınında boy göstererek kendini belirgin kılma, zararsız skandallarla gündemde
olmanın sanatçının asıl uğraşıymış gibi algılanıldığı bir “sanatçı tipi” de
doğmuş oldu.
Bugün koleksiyonlarda, tematik sergilerde, kitaplarda gördüğümüz Çağdaş
Türk Sanatı birbirinin tekrarından öteye geçemeyen içler acısı bir haldeyse,
buradaki en önemli sorumluluk, çalışmayan, üretmeyen, kendini geliştiremeyen
“günümüz sanatının figürleri”ndedir. Her ne kadar müzayedeler ve magazin basını
“başyapıt” lafını içi boşaltılmış olarak gündeme taşısalar da, bırakın “baş”
olma halini “yapıt” nitelendirmesini hakedecek elli kadar çalışma bile yok
1980-2000 döneminde. Koleksiyon yapmak isteyenlerin hızla arttığı, müze açmanın
adeta bir moda halini aldığı günümüzde, isimleri sürekli olarak ön plana
getirilen isimlerin “yapıt” üretemeyip sadece kötü bir karikatür gibi kendi
imzalarını, isimlerini taçlandırdıklarını anlamak için illaki sanattan anlamak
gerekmiyor! Üç aşağı beş yukarı birbiriyle aynı can sıkıcılığı paylaşan özel
koleksiyonların durumu, ansiklopediler gibi standartlaştırılmış isimlerin
durmadan gündeme taşınması, karşılaştıran, sorgulayan gözler tarafından
anlaşılmıyor mu? Dahası yurtdışındaki sanatçıların yapıtları ve konumlarıyla
kıyaslandığında Türk sanatçılarının ne kadar zayıf kaldıkları ortaya çıkmıyor
mu?
Bu durum 2000 sonrasına nasıl yansıdı? “Yeni sanatçı” konumları nasıl oluştu?
Yakın tarihi, özellikle 2000-2010 dönemini büyüteç altına aldığımızda, sanatçı
konumlarının “3M” kuralına göre kurgulandığı savunulabilir. “3M” kuralı,
sanatçıların ilk harfi “m” ile başlayan sıfatları kendilerine yakıştırmaları ve
bunu giderek etiketleştirilmeleriyle oluştu. Bu durum aslında, “mağdur, mağlup,
meczup” sıfatlarının ilk harflerinin arka arkaya sıralanmasıdır. Geçen 10
yıllın sanat ortamında, ırk, cinsiyet, aidiyet gibi kavramlar aracılığıyla
özellikle Türkiye dışında “mağdur, mağlup ve meczup” kategorilerinde tanımlanan
“yeni bir sanatçı konumu” oluşturuldu. Israrcı olarak politik, sosyolojik
konuları slogan düzeyinde yorumlayan, belgeleyen bu kuşağın temsilcileri, yani
3M’liler özellikle Batı merkezli müze ve diğer kurumlarda kendilerinden
beklenen “Türk Sanatçısı” rolünü başarıyla oynadılar. Gariptir ki, bu “sanatçı
konumu”nda da, çalışma, iş üretme, kavramsallaşma, azınlıkta kalan örnekler
dışında hemen hemen hiç gündeme gelmedi.
Son yıllarda ülkemizde çokça gündeme gelen “sanatçı hakları”, ne yazık ki
sanatçı sorumluluklarını, sanatçının görevini pek içermiyor. Hakkını arama
konusunda ısrarcı olan sanatçılar kuşağı, kendi temel sorumlulukları olan “iş
üretme”, kavramsallaşma ve bunu dönüştürme sürecinde pek ortaya çıkmak
istemiyorlar. Her yapılanı beğenen, sorusu, sorunu olmayan, işinin
satılmasından başka hiçbir düşüncesi olmayan bir iki farklı kuşakla (1980-2000
arası kuşağı ve 2000 sonrası kuşağı) “sanat ortamı”nın bildik çerçevelerde
döndürülebileceği, iyi bir alışveriş ortamının doğacağı kesin. Ama sorgulanması
gereken asıl konu, teori ve kavramsal çabalar açısından bu kuşakların bırakalım
“dünya standartları”nı, “Ortadoğu ölçütleri”ni bile dolduramayacağı açık değil
mi? Sanat piyasasının baskısına, magazinleşmeye ve “ötekileştirme” sürecine
başkaldıracak olan “yaratıcı sanatçılar”a her zamankinden daha çok ihtiyacımız
olduğu bir sürece girmiş bulunuyoruz. Bu yazıya eşlik etmesini öngördüğüm isimler bir örnek olabilirler. Elbette herkesin örnekleri ve yorumu farklıdır.
Altan Gürman, Yağmur
İlhan Koman, 1980-86, 3-D Moebius Derivatives & Piramides
Lale Delibaş
Dr. Necmi Sönmez’in www.lebriz.com’da 1 Mart
2011’de yayımlanan aynı başlıklı yazısı: http://www.lebriz.com/pages/lsd.aspx?lang=TR§ionID=17&articleID=882