Sakin Mekanlar - Mekanın Sakinleri

Metehan Özcan’ın çalışmaları, mimarlık kuramı içinde sıkça referans verilen “mekân-yer” ikiliğini ayrıştırabilmenin imkânsız hale geldiği durumları çerçeveler. Konvansiyonel anlatıda “mekân”; belirli koordinatlar üzerine inşa edilen, matematiksel olarak ölçülebilen ve soyut formlarla temsil edilen sabit/statik bir terim olarak karşımıza çıkar. Bu haliyle yeniden üretilen, yeniden anlamlandırılan ve yeniden adlandırılan, dinamik ve edimsel bir terim olmaktan uzaktır. Nesnel değeriyle ortaya koyulan “mekân” olgusunun karşısında “yer” olgusu daha öznel bir gerçekliğin altını çizer; yer sessiz, sakin, suskun mekânın dillenmesidir.

Mekânın sakin(ler)i, mekânın sakinliğini bozar(lar); mekâna kendi seslerini katarak onun konuşmasına, canlanmasına, hayatta kalmasına olanak tanır(lar). Peki, sakin(ler)inden ayrılan mekânlara ne olur? Bu mekânlar yeniden sakinleşirler mi? Tıpkı kendi sesi olmayan ve ancak birinin sesini yankılayarak konuşmayı becerebilen mitoloji figürü Ekho gibi, yeni bir Narkissos mu beklerler? Mekân, bu anlamda hep bir bekleyen midir? Hayatta kalabilmek için ona bir ses verecek bir sakin mi beklemek zorundadır? Mekânın makûs kaderi sakinlik midir?

Özcan’ın fotoğrafları yukarıda sorunsallaştırılan hareketsiz-sessiz-bekleyen mekân kavrayışını aşındırırken, mekânın insansız da bir yaşamı olduğunun; bir mekâna ”terk edilmiş” demenin imkânsızlığının; “enkaz” dediğimiz şeyin aslında ölü bir varlık olmadığının farkındalığını üretir. Bu fotoğraflarda sakin mekânlar kendilerini adım adım insansız bir yaşama açarlar. İlk olarak, sakininin mekânsal bir narsisizm adına mühürlediği tüm çatlakları yeniden ortaya çıkarırlar. Sakininin bedenine sıvadığı tüm katmanları dökerek bir anlamda dışarıyı içeriye çağırırlar. Bizlere kapatılamaz bir kap olduklarını hatırlatırlar. Bir eşiğe dönüşürler yeniden. İçerisi ve dışarısı arasındaki sınır bir kez daha sınır dışı edilmiştir. Daha sonra, yağmur, rüzgâr, toz, rutubet, yosun, böcek gibi eşikte bekleyen eski komşulara yeniden açarlar varlıklarını. Böylece kısa sakinlikleri, yeni sakinleriyle son bulmuş olur.

Sakininden bağımsızlaşmış mekânlar, bu yeni durumu bir “istila”, bir “haneye tecavüz” olarak anlamazlar. Artık korunması gereken bir mahremiyet, kapatılması gereken perdeler, sürekli kilitlenmesi gereken kapılar yoktur. Yosunun bedenlerine kaynaşmasından korkmazlar; suyun bünyelerinde dolaşmasından çekinmezler; organlarını yitirmek ürkütmez onları. Çünkü korunması gereken bir sınır, muhafaza edilmesi gereken bir hafıza kalmamıştır. Çünkü bir oluştur yaşanan; kendinin olmayan yabancı bir dile, bir sese açılma arzusudur. Çünkü hayatta kalmak için kendilerini silerek yazmaları gerektiğinin farkındadırlar.

    Umut Şumnu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

    Fotoğraflar: Metehan Özcan

Çağdaş Türk Sanatı, mimarlık