Aşağıdaki pasajlar, Pascal Gielen ve Barend van Hausden’in Richard Sennett’la gerçekleştirdikleri “A Plea for Communalist Teaching” başlıklı söyleşiden seçilmiştir. Teaching Art in the Neoliberal Realm: Realism versus Cynicism içinde, ed. Pascal Gielen ve Paul de Bruyne (Amsterdam, 2012) s. 33-46.
Atelier Populaire’de tipik bir çalışma günü, 1968
Zanaatkâr başlıklı kitabınızda, sanatın bireysel bir girişim olduğunu, buna karşılık zanaatın kolektif bir temele dayandığını söylüyorsunuz. Peki sizce sanat ile zanaat arasındaki fark nedir, aralarında önemli benzerlikler de var mı?
Aslında tam öyle demiyorum. Mesele genç sanatçıların nasıl eğitildiğiyle ilgili, yaptıkları çalışmalar üzerinden okulun gerek içinde gerek dışında kendilerini nasıl geliştirdikleriyle. Bu da aslında hem bir zanaatı icra etmek hem de özeleştiri yapmak için gereken disiplini öğrenmek anlamına geliyor. Müzisyenler için bu bilhassa önemli, çünkü başımızda sürekli doğru mu yanlış mı çaldığımızı söyleyecek bir hoca yoktur. Bu şekilde kendimizi geliştiremeyiz. Onun için de okul dışında olduğumuz, tek başımıza kaldığımız zamanlar için devreye girecek bir dinamik geliştirmek zorunda kalıyoruz. Çalışmalarımızı ancak bu şekilde örgütleyebiliyor ve repertuarımızı özeleştirel biçimde ancak bu şekilde genişletebiliyoruz. Bu aşamadaki genç müzisyen veya dansçılar için asıl mesele kendini ifade etmek değil. Zanaat olmadan kendini ifade imkânı da olmaz. Bu noktada şunu da söyleyeyim, sanatçıların Zanaatkâr kitabıma bu kadar ilgi göstermelerinin bir sebebi de, geçtiğimiz 15-20 yılda sanat okullarında kendini ifadeye ağırlık verilip kolektif zanaatkârlığın geri plana itilmesi. Halbuki gösteri sanatlarında, müzikte, dans veya tiyatroda işin bu yönünü ihmal etmeniz imkânsızdır. Görsel sanatlarda zanaat ihmal ediliyor ve bu alanda çalışan pek çok genç sanatçı da bunun eksikliğini hissediyor, hangi malzemeyle nasıl çalışılacağını öğrenememenin sıkıntısını yaşıyor.
Görsel sanatlarda bu gelişmeye “beceriden arındırma [deskilling]” deniyor. Ama bugünlerde görsel sanatta asıl önemli olan kendini ifade değil, teori ve kavramlaştırma.
Bunun olumlu birtakım yanları da olabilir, ama çok olumsuz bir yanı da olabilir, çünkü kitabımda da açıklamaya çalıştığım gibi herhangi bir zanaatta kendini geliştirmenin öyle bir ritmi vardır ki, sonunda yaptığınız şeyi farkında olmadan yapmaya başlarsınız. Sonuçta ben de teorisyenim, ve teorinin çok büyük dikkatle ele alınması gerektiğini düşünüyorum, teori bir şeyin nasıl yapılacağını öğrenmenin yolu değil. Teori çok belirli bir sorunu çözer, teoriden yararlanarak kendi pratiğinizin daha fazla bilincine varırsınız, ama teori kendi başına pratik üretmez, ki bu nokta bence çok önemli.
Peki zanaatkârlık ile yenilik arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanat alanındaki birçok kişi zanaatkârlığı gelenekle ilişkilendiriyor ve sanatta gelişmenin yaşanması adına zanattan kopmak gerektiğini savunuyor. Sizce zanaatkârlık yenilikçi olabilir mi, daha doğrusu zanaatın aslında daima yenilikçi olduğunun kanıtı nedir?
iPhone’unuzu her elinize aldığınızda bu sorunun cevabını veriyorsunuz. Zanaatlarda zaten hep yenilik yapıyoruz. Bence teknik becerileri geleneksel sanatsal becerilerle bir tutmak çok aptalca.
New York’ta devlet destekli bir heykel atölyesi, 1940’lar
Gelenekler hiçbir zaman sabit kalmıyor.
Kesinlikle, cam üfleme gibi geleneksel bir el sanatı bile değişmeden kalmıyor, bir önceki yüzyılda nasıl yapıldığına bakarsanız bugünle alakası yok. Bu soruyla çok sık karşılaşıyorum, her seferinde de şaşırıyorum. Ama bence bu sorunun arkasında başka bir şey var: “ilham nedir?” sorusu. İnsanlar genelde ilhamın kişisel dehayla ilgili olduğunu düşünme eğiliminde, ama öyle değil. Keşif yapmak kolektif bir faaliyettir.
Bir laboratuvarı düşünün, laboratuvar dediğiniz atölyenin modern versiyonu. Laboratuvarda keşif diyeceğiniz şeyler genelde “evreka” diye bağıran birinin iradesiyle değil tesadüf eseri ortaya çıkar. Keşfedilen şeyin ne anlama geldiğinin tartışılması gerekir. İyi işleyen laboratuvarlarda bu tartışmaya çok sayıda insan dahil olur. Bir kişinin ne yapmak gerektiği konusunda bir fikri olabilir, ama ortamın sosyal koşulları gereği diğer insanlar da o fikrin hayata geçirilmeye değer olduğunu kabul etmelidir. Özellikle modern laboratuvar koşullarında her şey için paraya ihtiyaç olduğundan bu durum daha da belirgindir. Atölyesine kapanmış yalnız bir simyager yoktur ortada. Bilim alanında yapılan keşiflere isim koymak gerektiğinde en öne araştırmacının adı konur ama sürece katılmış onlarca başka insan vardır. Keşif/yenilik kavramında atlanan şey, tartışma süreci – özellikle de keşfin ne anlama geldiğini kavramaya çalışırken girdiğiniz diyalojik tartışmalar. Tek başına çalışan bir insan değildir söz konusu olan. Onun için, keşif yapmaya, yenilik yaratmaya çalışan yalnız deha biçimindeki romantik fikirden bilhassa eğitim alanında uzak durmak gerektiğini söylüyorum.
Burada asıl mesele, teknik çalışmanın birlikte çalışma yoluyla zenginleşmesi. İşin bu yönü çoğu zaman zayıf kalıyor çünkü insanlar fikirlerine karşılık verip geliştirecek muhatapların bulunduğu bir sosyal ortama sahip olamıyor.
Bence modern kapitalizm çalışma hayatında hem zanaatkârlık hem de birlikte çalışma açısından tam anlamıyla bir felaket yarattı. Modern kapitalizm “içedönük” diye nitelendirdiğim becerilere ağırlık veriyor – bunlar kendi içinizde olan, her alana taşıyabileceğiniz beceriler, ortama bağımlı değil, diyalojik değil, başka insanlarla etkileşime giren beceriler değil. Bu aynı zamanda bilim ve teknoloji alanında muazzam yeniliklerin yaşandığı bir çağ. Silicon Vadisi’nde inceleme yaparken bu çatışma beni çok etkilemişti. Oradaki mucitler büyük bir çatışma yaşıyordu. Bildikleri şeyler, aralarındaki tartışmalar ve fikir teatileri, onları başkalarıyla kurdukları ilişki içinde keşifler yapmaya teşvik ediyordu, öte yandan bu yaratılanları nakte çevirecek süreçler bambaşkaydı. Küçük bir işletme halka arza gidecek kadar büyüdüğünde hisselerini satmak zorunda, bunun da yaratıcılık üzerinde korkunç sonuçları oluyor.
Sanat okullarındaki çocukların girişimci olmayı hayal etmeleri hiç arzu edilir bir şey değil, yaratıcı endüstriler ile sanat eğitimi arasındaki bütün o bağlantılar çocukları buna sevk ediyor. Çocuklara daha küçücük yaştayken, başarıya ulaşmak için girişimci gibi davranmaları gerektiği fikri aşılanıyor.