Potansiyel Tarihleri Emperyalizmden Kurtarmak

Son birkaç yıldır kurumların müze koleksiyonlarını emperyalizmden arındırma [de-imperialize] girişimleri, varoluşsal bir soruna teknokratik çözümler önerilmesiyle sonuçlandı.  Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 2017’de, Fransız müzelerinde bulunan Sahra-altı Afrika ülkelerine ait koleksiyon nesnelerini iade etme vaadinde bulunmuş, ardından Felwine Sarr ile Bénédicte Savoy’nın kültürel varlıkların iadesinin devlet düzeyinde yürürlüğe sokulmasını tavsiye eden raporları kamuoyunda geniş yer bulmuştu. Bu gelişmelerin ardından British Museum, Benin Krallığı’ndan yağmalanmış bronz rölyefleri Nijerya’ya iade edeceğini duyurmuştu – ancak bu tam bir iade değil, uzun süreli ödünç verme şeklinde olacaktı. Ödünç verme uygulaması, müzelerin koleksiyonlarını “kolonyalizmden arındırma” [decolonize] iddiaları için yaygın bir strateji haline geliyor. Bu anlaşmalar genelde birkaç yılda bir yenileniyor, böylece Batı kurumları zararı tazmin ediyormuş gibi yaparken kültürel nesnelerin mülkiyetini korumuş oluyor. Oysa Sarr ile Savoy, yağmalanmış nesnelerin üçboyutlu tarama gibi teknolojiler aracılığıyla kopyalanabileceğini, böylece Batı kurumlarında da bilfiil muhafaza edilirken ait oldukları yerlere iade edilebileceklerini savunuyor. Söz konusu nesnelerin, ancak Batı’dakilere denk kaynak ve teknik imkânlara sahip kurumların inşa edilmesi şartıyla ait oldukları yerlere iade edilmesi argümanı da –British Museum anlaşmasının şartlarından biri bu– aslında daha büyük bir problemin işareti: emperyalizmin etkilerinden, yine emperyalist araçları kullanarak kurtulamayacağımızın. Fotoğraf eleştirmeni ve kuramcısı Ariella Aïsha Azoulay, son kitabında bunu söylüyor.  

Azoulay, 2012 tarihli Civil Imagination: A Political Ontology of Photography adlı kitabında, fotoğraflara bakma becerisini kadraja almış, bunu ulusal sınırları ve yurttaşlık kategorilerini aşan ilişki ve aidiyet biçimlerini gerektiren bir beceri olarak tarif etmişti. Potential History: Unlearning Imperialism (Verso, 2019) kitabında ise, odağını genişleterek, fotoğrafın yanı sıra arşiv ve müze koleksiyonlarındaki belge ve nesneleri de işliyor. Azoulay’e göre, sadece müzelerin değil, bizzat tarih disiplininin de emperyalizmden arındırılması gerekiyor. “Arşive karşı tutumumuz, bilinmeyen ‘saklı’ anları meydana çıkarma yönündeki emperyal arzunun güdümünde olmamalı,” diye yazıyor. “Arşiv, daha başka politik varlık türlerinin vaktiyle gerçek birer seçenek olduğu ve günümüzde hâlâ böyle olmaya devam ettiği inancıyla yürütülmeli.” Azoulay’in tarih ve arşiv malzemesiyle uğraşmak için önerdiği metodoloji ve etik, bu malzemeyi önü kapatılmış bir geçmişe havale etmeyi reddediyor. Söz konusu nesnelerde, emperyal olmayan özdeşleşim ve anlam biçimlerini teşvik edecek yakın bir potansiyel görmeye çağırıyor Azoulay bizi. Yağmanın “devam eden bir süreç” olduğunu vurguluyor; arşivin de sadece bir belge deposu olmadığının, emperyalist dogmalarla iç içe geçmiş bir işlem ve yöntem rejimi olduğunun altını çiziyor.

 

Filistinlilerinin Remle’den çıkarılışını gösteren, katlanmış fotoğraf, 1948. Ariella Aïsha Azoulay’in “Potansiyel Tarih” sergisinden, 2012.

 

Potansiyel tarih, diyor Azoulay, “onto-epistemolojiktir”: yani, hem eşyanın tabiatını hem de bizim eşyayı anlama biçimimizi ilgilendirir. Kitabındaki temel amacı, emperyalizmin “ilerlemeci amentü”sünü altüst etmek: arşivin sonuçlanmış birtakım olaylar kataloğu olduğu anlayışından hareketle, geleceğin önünü açmak için bir halkın, bir kültürün veya bir kolonyal şiddet eyleminin geçmişe havale edilebileceği inancını. Azoulay, fotoğrafı konu alan bir önceki kitabındaki savlarını geliştirerek, “emperyal obtüratör [shutter]” kavramını işliyor. Bir fotoğraf makinesinin obtüratörü gibi, emperyal obtüratör de zamansal, mekânsal ve farklılaştırıcı bir dizi kırılmayı hayata geçirir (bugün/geçmiş; burası/orası; yurttaş/yurttaş olmayan; fail/mağdur vs.). Başka deyişle emperyalizm, tarihi bir fotoğraf makinesinin objektifi gibi kadraja alır; emperyalizmin dışlamalarını, kısıtlamalarını ve farklılaştırmalarını, doğru araçlar kullandığımız takdirde, hâlâ mevcut olan imkânlar olarak algılayabiliriz. Alman kadınlarını Amerikan işgal askerleriyle muhabbet içinde gösteren fotoğraflarda göze görünmeyen şeyde, 1945-52 yılları arasındaki Amerikan işgali sırasında Berlin’de yaşanan kitlesel tecavüze ilişkin berrak bir tarihin okunabilmesi gibi, İsrail devlet arşivlerinde korunan ve sadece İsrail yurttaşlarının –yani Filistinli olmayanların– ulaşabildiği ele geçirilmiş belgelerde de Filistinlilerin devam eden mülksüzleştirilme süreçlerini okumak mümkün. Azoulay, kitap boyunca, Filistinlilerin topraklarından zorla sürülmesini belgeleyen bu fotoğrafların kurşunkalem çizimlerine yer vermiş: Bu hem kurumların ellerindeki belgelerle ilgili röprodüksiyon yasaklarını atlatmanın zekice bir yolu, hem de potansiyel tarih yapmanın gerektirdiği ilişki kurma biçimlerini gösteren iyi bir örnek. (İsrail vatandaşı olan Azoulay, kişisel tarihindeki “potansiyeli” açığa çıkaracak bir adım olarak, son kitabının yayınlanmasından beri babaannesinin Arap adını da kullanıyor.)

Müze koleksiyonlarındaki nesnelerin şiddete dayanan kökenlerini vurgulayan Azoulay, “insanları ortak varlıkları olan nesnelerden, nesneleri de onları yaratmış ve anlamlandırmış olan topluluklardan ayırmaya, bugün sanat diyoruz,” diye yazıyor. Bu tür koparma hamlelerinin, ansiklopedik müzelerin temelini oluşturduğu artık tartışmasız bir gerçek. Peki bu yalnızca kolonyalizm öncesi dünyada yaratılmış ve Batılıların tüketimi için el konmuş nesneler için mi geçerli? “Sanat” olarak tarif ettiğimiz başka nesneler için bu fikrin ne gibi içerimleri olabilir? Bu nesnelerin de birçoğunun yaratıcısı, 20. yüzyıl boyunca, sanatın gündelik hayat, piyasa ve siyaset karşısındaki sahte özerkliği sorunuyla cebelleşmedi mi?

Azoulay, en dolaysız ve güçlü önerilerini kitabının alt bölümlerinde ortaya koyuyor. Örneğin, müze çalışanlarının, sığınmacılara, “nesnelerini ve yok edilmiş dünyalarını arayan insanların karşı-keşif seferi” olarak bakmasını öneriyor. Daha önceki çalışmasında olduğu gibi, burada Azoulay’in önerdiği araçların etkisi, yadsınamaz gibi görünen tarihlere meydan okuyacak hayal gücü yetisini devreye sokmalarından ileri geliyor. Potential History’yi okumanın en iyi yolu, onu New York müzelerinde resmî anlatıları sarsan veya bürokratik iade işlemlerini kınayan etkinlik ve gösteriler düzenleyen Decolonize This Place gibi grupların müdahale stratejilerinin teorik tamamlayıcısı olarak görmek. Kitap bize emperyalizmin bir teknik uygulama kümesinden ibaret olmadığını, aynı zamanda nesnelere bakma ve nesnelerle birlikte yaşama yolu olduğunu hatırlatıyor – öyle bir bakış ki bu, o nesnelerin bize bugüne dair farklı olasılıkları gösterme güçlerini daha baştan yok ediyor.

 

Ian Wallace’ın 10 Mart 2020 tarihli Empire Records yazısının çevirisidir.