10. Havana Bienali’nin düzenlendiği mekânlardan biri, 2009.
Bir zamanlar ulus-devleti ve onun sekülerleştirilmiş dini konumundaki ulusalcılığı tanıtmakla yükümlü olan sanat bienalleri günümüzde kısmen farklı bir kisveye büründüler. Politik gündem geri plana çekilerek yerini şehirler ve diğer rağbet gören yerler arasında bir yarışmaya bıraktı. Bunun sonucunda, bir bienal bolluğuyla karşı karşıyayız. Bu başarı, ancak, politikacıların, yöneticilerin ve diğer sponsorların bu etkinlik biçimini müthiş bir hevesle bağırlarına basmış olmalarıyla açıklanabilir. Bienali şüpheli hale getiren de zaten bu heterojen ilgi. Sonuçta, bienal, sözde “yaratıcı” şehirlerin neoliberal pazarlama stratejileriyle gayet uyumlu bir etkinlik. Ara sıra sanat etkinliklerinin kataloglarına göz atan biri bu tür gözlemlerin bizzat ekinlik katılımcıları tarafından da yapıldığını görünce şaşırabilir. Bu kataloglar, bienalin kendini sorunlara gebe melez bir canavar olarak görme eğiliminde olduğunu gösteriyor. En azından, bazı katılımcı sanatçıların, küratörlerin ve eleştirmenlerin kendileri üzerine düşünme yetisinden tamamıyla mahrum olmadıkları sonucuna varılabilir. Buna rağmen, arada bir bedenen ve zihnen tükenseler bile, bu heyecan verici dünyada memnuniyetle ve azimle yer almaya devam ediyorlar. Küresel sanat dünyasında faaliyet göstermeye devam edebilmek için belirli dozda kinizm ve fırsatçılık şart gibi duruyor. Bunlar, duygusal açıdan yüklü ve çoğunlukla olumsuz anlamda kullanılan kavramlar olduğundan kısa bir açıklama yerinde olacaktır.
Tıpkı İtalyan düşünür Paolo Virno’da olduğu gibi burada da kinizm ve fırsatçılık terimleri ahlaki bir değerlendirme dahilinde kullanılmıyor. Bunları ahlak-dışı kategoriler olarak düşünmek de mümkün. Dahası, belirli bir bireyin eylemlerinden ziyade bir topluluğun genel ruh halini tanımlamak için kullanılıyorlar. Kinizm ve fırsatçılık, küreselleşmiş toplumumuzun yapısal öğeleri arasında artık. Bir başka deyişle, Virno’nun ileri sürdüğü gibi, post-Fordist dünya ekonomisinde “çokluğa duygusal tonalitesini” veren şeydir kinizm ve fırsatçılık. Çağdaş sanat dünyası bağlamında ise mecburi iş görme tarzı haline gelmişlerdir. Bu nokta daha ayrıntılı bir açıklama gerektiriyor.
Virno, kinizmin, insanların eylem ve davranışlarında esas aldıkları kurallar ile bu kurallar tarafından düzenlendiği sanılan gerçeklik arasında dağlar kadar fark olduğunun anlaşılmasından kaynaklandığını ileri sürer. Örneğin, mevcut sanat dünyasının kurallarını bilenler temalı sergilere katılırlar; bu sergiler de günümüzde genellikle sosyal sorumluluk temalı oluyor (angajman, toplumsal eylemcilik ve politik ya da ekolojik eleştiri patlamasına bakmanız yeter). Tüm bunların arka planında ise ticari telefon hizmet sağlayıcıları ve hava yolu şirketleri tarafından örülmüş; ekolojik açıdan sorumsuz uçuşlar, kitlesel turizm ve kaçışı olmayan küresel pazarlama stratejileri tarafından tanımlanmış bir neoliberal gerçeklik var. Küresel ölçekte faaliyet gösteren küratör ve sanatçıların çoğunun söylemleri ile eylemleri arasında muazzam bir uçurum olduğunu gözlemleyebiliriz. Sonuç itibariyle, küresel bienal ağında kinik bir tavırla iş görmenin faydaları olduğu görülecektir.
Harald Szeemann Documenta 5’in kapanışında basının sorularını cevaplarken, 1972.
Dolayısıyla, uluslararası düzeyde çalışan her küratör –aslında, sanat alanında faaliyet gösteren ve küresel düzeyde çalışan bütün aktörler– mevcut neoliberal piyasa ekonomisinin nimetlerinden faydalanır. Eleştirel, angaje ya da eşsiz bir hikâye anlatmak için önüne çıkan fırsatların hiçbirini kaçırmaz. Bir başka deyişle, küresel ölçekte faaliyet gösteren küratör tam bir fırsatçıdır. Fakat, buradan hareketle hemencecik ahlaki bir yargıya varmaktansa bu tespite ihtiyatla yaklaşmakta yarar var. Virno, fırsatçılık kavramına nötr bir şekilde yaklaşmamız ve terimi kelime anlamıyla, yani, “fırsatları yakalama becerisi” olarak anlamamız gerektiğini söylüyor. Bu kavram, rutin dışına çıkıp durmadan değişen bir çalışma bağlamına ayak uydurma hünerine işaret eder. Fırsatçılık, kronik istikrarsızlıkla, beklenmedik değişikliklerle ve daimi yenilikle yaşama sanatıdır. Her zaman farklı olasılıklar ve yeni fırsatlar söz konusudur. Uluslararası düzeyde faaliyet gösteren küratörler her daim farklı coğrafi, toplumsal ya da politik bağlamlara cevap üretmek zorundadırlar. Karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirmeleri; mümkünse bu fırsatı çift taraflı bir kazanç durumuna dönüştürmeleri gerekir. Bu da, en azından belirli bir tercüme yetisi ve yüksek dozda zihinsel esneklik gerektirir. Her defasında, yeni durumların ve her daim farklı fikirlerin tercihen ihtilaf yaratan bir nihai ürüne dönüştürülmesi gerekir: sergiye. Gezici küratör, adına genellikle bienal denen yerel, geçici istasyonların her birinde farklı çalışma koşullarıyla karşılaşır.
İyi Bir Fikir
Peki, ama söz konusu küratör geçici bir süre boyunca bulunduğu bu istasyona ne sunabilir? Soruyu tersten soracak olursak, dünyanın bu belirli noktasında iş görmesi için neden özellikle bu küratörle anlaşılır? Organizasyonel becerilerinden ötürü mü? Ya da basitçe, adı sanı olan birisi olduğundan dolayı mı? Tüm bunların muhtemelen küratör seçiminde bir etkisi vardır ama alışverişin özünde çok daha gelgeç ve riskli bir etmen yatar. Küratör pazarından alışveriş yapanlar, ve bunu gizli bazı ekonomik ya da politik saiklerle değil de dürüstçe yapanlar, esasen iyi ve uygulanabilir bir fikrin peşindedirler. Peki ama, iyi bir fikir nedir? Günümüz sanat dünyasında iyi bir fikir hâlâ modernitenin kaidelerine göre, yeni ve yaratıcı bir fikir olarak anlaşılmalıdır. Sanat dünyasında rüştünü ispat etmiş kıdemli bir küratör bile tekrara düşmeyi göze alamaz. Adları genellikle kemikleşmiş bir kavramla birlikle anılan “birinci nesil” bağımsız küratörler için tekrar mubahtı belki ama o zamanlar bile bir nebze esneklik aranırdı. Günümüzde bu katı tutumun iş görme olasılığı çok daha az. Dolayısıyla, üretilen fikrin uygulanabilir olması da iyi olması kadar önemli. Sonuçta, iyi bir fikir kendini durmadan yeniler – yani, başka şeylerin yanı sıra, coğrafi ya da toplumsal bağlama; müşteriye; sanat ortamına ve saire cevap verir. New York’ta düzenlenen bir serginin kavramsal çerçevesini olduğu gibi alıp İstanbul’da uygularsanız fırsatı tümden kaçırmış olursunuz. Tıpkı kendini tekrar eden sanatçı gibi tekrara düşen küratör de küflü fikirlerinden dolayı kınanır.
Uygulamaya konan fikir, yerel sanatsal, ekonomik ve/ya politik koşulları dikkate alır. Bir başka deyişle, iyi bir fikir fırsatçı bir fikirdir ve burada “fırsatçı” kelimesi ahlaki yananlamlarından soyutlanmış, nötr bir şekilde anlaşılmalıdır. Peki, anlaştığınız küratörün ortaya iyi bir fikir koyacağından nasıl emin olacaksınız? Küratör işe alındığında, söz konusu iyi fikir ya da ilginç, duruma uygun kavram yalnızca gizil olarak mevcuttur. Hâlâ vaadin hayalî dünyasına aittir. Dolayısıyla, bienal organizatörü küratörle sözleşme ya da anlaşma yaparken tamamlanmış bir ürüne değil bir potansiyele ya da vaade yatırım yapıyordur. Virno’ya göre post-Fordist iş ortamının özü; bir başka deyişle, gayri maddi emeğin püf noktası tam da budur.
Pascal Gielen’in “The Biennial: A Post-Institution for Immaterial Labour” başlıklı makalesinin ilk kısmından seçilmiş pasajlar. Alındığı Yer: Open Magazine 2009 (sayı 16)/ The Art Biennial as a Global Phenomenon.