/ Pasajlar / “Göçmen Sorunu”

 

 

“Göçmen sorunu”, günümüz toplumunda açıkça gündeme getirilen her sorun gibi tepeden tırnağa sahte bir sorundur çünkü tıpkı diğerleri gibi o da ekonomi –daha doğrusu, sözde-ekonomik yanılsama– tarafından piyasaya sürülmüş ve gösterinin işleminden geçmiştir. 

Tek tartıştığımız aptallıklar. Göçmenlerin ülkemizde kalmalarına izin mi vermeliyiz yoksa onlardan kurtulmalı mıyız? (Doğal olarak, gerçek göçmen, daimi ikamet hakkına sahip olan yabancı uyruklu kimse değil, kendisi ve başkaları tarafından farklı olarak algılanan ve ömrü boyunca bu algıya yazgılı olan kişidir). Tıpkı nükleer atıklar ve okyanuslarda yüzen petrol gibi (işte bu noktada “hoşgörüsüzlük eşikleri” daha yavaş ve daha az “bilimsel” bir şekilde tanımlanır) göçmenler de modern kapitalizmin sevk ve idaresinin ürünüdürler ve yine onlar gibi yüzyıllar ve binyıllar boyunca, ilelebet var olmaya devam edeceklerdir.  

Onları özümseyip bünyemize mi katmalıyız yoksa “kültürel çeşitliliklere saygı mı duymalıyız?” Yanlış soru, sahte alternatifler. Artık hiç kimseyi asimile edemiyoruz: ne gençleri, ne de Fransız işçileri. Doğma büyüme Fransızları bile asimile edemiyoruz çünkü yıkıntılar içinde bir şehir olan Paris tarihi rolünü, Fransızlaştırma rolünü kaybetti. Başkenti olmayan bir merkeziyetçilik ne işe yarar ki? Yoğunlaşmış gösterinin her yere nüfuz etmesi, seyircileri tekdüzeleştirmekten başka bir işe yaramaz. Reklamcılıktan devşirilmiş bir dilde, “kültürel çeşitlilik” gibi şatafatlı bir tabirle ağzımızı çalkalıyoruz. Ne kültürü? Kültür diye bir şey kalmadı ki. Var olmayan bir şey hakkında konuşmaya gerek yok. Bir anlığına olsun hakikatle ve delillerle yüzleşebilirsek, ortada, her türlü kültürün ayaklar altına alındığı dünya çapında bir gösteriden başka bir şey olmadığını görürüz.  

[...]

Kendimizi Amerikalılara çevirdik. Amerika’da ne dert varsa bizde de var ama ondaki güç bizde yok. Amerikan eritme potasının hâlâ işlevini yerine getirip getiremediği de meçhul. Fakat, burada, Fransa’da bir gün bile iş görmeyeceği kesin. Çünkü halihazırdaki yaşam biçimimizin imalat merkezi, gösterinin kalbi, kalp atışları Moskova ve Pekin’den dahi duyulabilen Amerika’dır ve onun da yerel taşeronlarına herhangi bir özerklik tanımaya niyeti yok. Bu noktada, biz artık hiçbir şey değiliz: nasıl isyan edeceğini bilmeyen bir sömürge halkıyız, gösterinin yarattığı yabancılaşmanın boynu kıldan ince tebaasıyız [beni-oui-oui][1]. Her renkten göçmenin günden güne artan mevcudiyetine bakıp da sanki birisi bizden hâlâ bizim olabilecek bir şeyi çalmışçasına durduk yere Fransa’ya ne gibi bir büyüklük atfediyoruz?

Neden korkuyoruz? Apartheid tehlikesinden mi? Oysa apartheid bir tehlike değil, çoktan başımıza gelmiş bir felakettir – getto mantığıyla, ırk çatışmalarıyla ve bir gün gerçekleşmesi muhtemel kitlesel kıyımlarıyla.  

Baskıcı denetim ve kâr adına her seferinde bir öncekinden daha da alelacele inşa edilen çevre aynı zamanda gün geçtikçe daha kırılgan bir hâl alıyor ve vandalizmi kışkırtıyor. İçinde bulunduğumuz gösteri aşamasında kapitalizm, beş para etmez her şeyi yeniden inşa ediyor ve kundakçılar üretiyor. Böylece, dekoru da Fransa’daki herhangi bir lise kadar kolay alev alabilir hale geliyor.[2]

Göçmenler var olduğu müddetçe (ki bu daha şimdiden bazı sendikacıların kontrol edemedikleri bazı işçi grevlerini “dinsel savaşlar” diye reddetmelerine yol açmıştır) mevcut güçlerin, gerçek ya da sahte “teröristler” ya da rakip futbol takımlarının taraftarlarınca sahnelendiğini gördüğümüz ufak tefek çatışma deneylerinin serpilip gelişmesini teşvik edeceklerinden emin olabilirsiniz.  

[...]

Bu gösteride, sınıflı bir toplum çok sistematik bir şekilde tarihi ortadan kaldırmak istedi. Ama şimdi bu kadar çok göçmen olmasının bu tek sonucundan birileri pişmanlık duyuyor. Niye? “Fransa” yok oluyor diye! Gülünç.

Göçmenlerin Fransa’da yaşamaya yerden göğe kadar hakkı var. Onlar, yoksunluğun temsilcileridir ve neredeyse evrensel bir hale gelen yoksunluk çoğu yerde olduğu gibi Fransa’da da yabancılık çekmez. Göçmenler, yerine yenisini koyamadan kültürlerini ve ülkelerini kaybetmiş olmakla tanınırlar. Fransızların da bu açıdan bir farkı yoktur.

Bütün gezegen yeni bir çevresel yoksullukta eşitlenmiş ve hemen hemen her şey hakkında yalan söyleyen tamamıyla riyakâr bir akılda birleşmişken, bu durumu pek direnmeden (1968 bir istisnadır) kabullenen Fransızların şimdi kalkıp da yersiz yurtsuzluktan şikâyet etmeleri abes. Çünkü yabancılaşmanın bu yeni, korkunç dünyasında herkes göçmendir.   

Fransızlar yok olup gittikten sonra da yeryüzünde ve hatta Fransa topraklarında insanlar yaşamaya devam edecek. Gelecekte nasıl bir etnik karışımın, hangi kültürlerin ve dillerin hüküm süreceğini şimdiden tahmin etmek imkânsız. Fakat başlıca ve son derece nitel sorunun şu olacağından emin olabiliriz: Geleceğin insanları, özgürleşmiş bir pratik vasıtasıyla bugünün tekniğini –küresel çapta hüküm süren simulakrum’un ve yoksunluğun tekniğini– alt edebilecekler mi? Yoksa, tam tersi mi olacak? Bu teknik mi onları alt edip şimdikinden bile daha hiyerarşik ve kölelik yanlısı bir düzen tesis edecek? En kötüyü düşünüp en iyi olasılık için savaşmalıyız.  

 

 

Guy Debord’un 1985 senesinde The Immigrant Nightmare in the Decomposition of France başlıklı kitabı üzerine çalışan Mezioud Ouldamer’e yazdığı “Notes on the ‘immigrant question’”dan seçilmiş pasajlar. Guy Debord: Oeuvres (Paris: Gallimard, 2006) ve Guy Debord: Correspondance, Volume 6, Janvier 1979-Décembre 1987 (Paris: Librairie Artheme Fayard, 2007) başlıklı kitaplarda yayınlanmıştır.

İngilizce metnin tamamı için bakınız: http://www.notbored.org/immigrant-question.html



[1] Fransa’daki Cezayirli göçmenlerin yaygın olarak kullandığı yarı-Arapça, yarı-Fransızca argo bir tabir. “Her zaman ‘evet’ diyenlerin oğulları” anlamına geliyor. 

[2] Bu pasaj Society of Spectacle filminde geçer.

pasajlar