Duvardan duvara halı kaplı bir odada, halının altındaki döşemeyi hiç görmezsiniz: Döşemenin malzemesi sorulsa ne diyeceğinizi bilemezsiniz, ama biri tutup size bunu sorana kadar zaten döşemeyi de dert etmezsiniz. İki milyarı aşkın televizyon ekranının hiçbir zaman kararmadığı yerde, görülen dünya, “televizyondan görüldüğü haliyle” dünyadır. Televizyonda gördüklerinizin yalan mı doğru mu olduğunu sormanın pek de faydası yoktur. Televizyon varlığıyla dünyayı daha iyi bir yer mi yoksa daha kötü bir yer mi yaptı diye sormanın da pek faydası yoktur. Öyle ya, bu konuda hükme varmak için nirengi noktanız ne olacak? “Televizyonsuz bir dünya”, hayal gücünü saymazsak, nerede mevcut ki, televizyonun gelişinin iyileştirip iyileştirmediğine karar verelim? Bizzat seyircisi olmadan kendi cenazenizi hayal edemezsiniz; bakışınızın töreni güzelleştirip güzelleştirmediği sorusunun bir anlamı yoktur. Bir “fotoğraf fırsatını” yakalamak dışında dünyayı görselleştirmek, onu görselleştiren bir televizyonun olmadığı bir dünyayı düşünmek gitgide zorlaşıyor. Dünya kendini kaydedilebilir görüntüler silsilesi olarak sunuyor göze; görüntü olarak kaydedilmeye müsait olmayan hiçbir şey gerçekte onun parçası değil artık. Tatilciler kayıt cihazlarını kuşanıyorlar: Ancak videoya kaydettikleri maceraları eve döndüklerinde televizyon ekranından izleyince emin oluyorlar o tatili gerçekten yaşadıklarından.
Gelgelelim, elektronik mecranın yol açtığı dudak uçuklatıcı gelişme, şayet dünya onu sindirmeye hazır olmasa tasavvur edilemezdi; bunu varsaymak için gayet geçerli sebeplerimiz var.
Bu demek değildir ki televizyon “salt” bir mesaj taşıyıcısıdır ve elçi değiştirildiğinde mesajın içeriği aynı kalacaktır. Ama şunu söyleyebiliriz: Taşıyanı farklı olsaydı, mesajın işitilme ihtimali çok düşük olurdu; keza bir mesajın işitilme ihtimali yüksek olacaksa, bundan daha farklı bir elçi tarafından taşınması pek mümkün değildir. Televizyon yaşadığımız dünyaya her ne yapıyorsa, ikisi arasında “mükemmel bir uyum” var gibi görünüyor. Televizyon dünyayı yönlendirebiliyorsa, dünya onu takip ettiği içindir; televizyon yeni yaşam kalıplarını yaymayı başarıyorsa, o kalıpları kendi varlık tarzında kopya ettiği içindir. Yaşam dünyamız ile “televizyondan göründüğü haliyle” dünya birbirine göz kırpıyor. Televizyon gerçekten “kullanıcı dostu”, dost olduğu kullanıcılar da bizleriz.
Böyle bir soru üzerine kafa yormak baştan çıkarıcı olsa da, hangisinin diğerini belirlediği tartışmasına girmek gereksiz. Yaşam dünyamızın da, televizyondan göründüğü haliyle dünyanın da büründüğü şekle hayıflanmaya hakkımız var; ama şikâyetlerimizi, kopmaz bir bütün gibi birbirini kucaklamış bu iki muhataba birden yöneltmemiz lazım. Televizyonun işleyiş biçimini değiştirmek, başlı başına dünyayı değiştirmeyi gerektirir – ne eksik, ne fazla.
Pierre Bourdieu, televizyona ve marifetlerine dair ateşli eleştirisinde diyor ki, “televizyonun ortaya koyduğu en büyük sorunlardan biri, düşünce ile hız arasındaki ilişkidir”. Bu yalnızca hızlı düşünmenin zorluğundan kaynaklanan bir sorun değil; düşünceyi toparlamak, argümanların ağırlığını tartıp kıyaslamak için gereken zaman değil yalnızca mesele. Dahası da var: Bir cümleyi telaffuz etmeden önce durup iki kez düşünmeye zaman olmayan hızlı bir teatide, “kabul görmüş fikirler” –yani herkesçe paylaşılan, sıradan fikirler; apaçık göründükleri ve aksiyomlar gibi kanıta ihtiyaçları olmadığı için ne düşünmeye sevk eden ne de üzerinde düşünülmeye ihtiyacı olan fikirler– ister istemez öncelik kazanır. “Bariz” olduğu varsayılan şeyleri sorgulamak, çoğunlukla dile getirilmeyen hususları masaya yatırmak, genelde dikkate alınmayan ve sessizlikle geçiştirilen şeylere dikkat çekmek… bunlar zaman ister. Zamansa, malum, televizyonun en kıt kaynağıdır. Fransız bir gazetecinin şakayla karışık dediği gibi: Emile Zola’ya Dreyfus savunmasını televizyonda yapma fırsatı verilmiş olsa, ancak “Suçluyorum!” diye haykırmasına yetecek kadar süre tanınırdı.
İnsanların dikkati, medya rekabetindeki asıl bahis konusu ve medyanın sermayeleştirdiği en arzu edilen maldır – ama aynı zamanda en kıt ve özünde en gözden çıkarılamayacak kaynaktır. Genel dikkat toplamını artırmak mümkün olmadığına göre, dikkat için yürütülen rekabet kazananı olmayan bir oyundur ve ancak bir yeniden bölüşüm savaşı olabilir: Mesajların daha fazla dikkat çekmesinin yegâne yolu, özümseme ve akılda tutma koşullarının gözden çıkarılmasıdır. Bazı değerlendirmelere göre, bugün bir günlük gazete nüshası, Rönesans döneminde yaşayan ortalama bir insanın ömrü boyunca maruz kaldığı miktarda enformasyon içermektedir. O zaman bugün kültür ürünlerinin, George Steiner’in özlü ifadesiyle “azami etki, ânında eskime” formülü uyarınca üretilmesine şaşmamak gerekir: Fark edilmek için vurucu ve şok edici (yanlarındaki diğer şeylerden daha vurucu ve daha şok edici) olmaları gerekir, ama yeni vurucu şoklara yer açmak zorunda olduklarından, ömürleri de çok kısa olmaktadır. Steiner bunun sonucunda doğan dünyada-var-olma tarzını “kumarhane kültürü” olarak tarif eder: Her el kısa sürer ve hızla birbirinin yerini alır, bahisler ışık hızıyla değişir ve daha oyun bitmeden değerini kaybeder.
Ânındalığa ve süreksizliğe dayalı kumarhane kültürü, “bildiğimiz politika”nın sonunun da habercisidir. Çağımız hızlı yemek çağı olduğu kadar, hızlı düşünürlerin ve hızlı konuşmacıların çağıdır. Tony Blair’in seçim konuşmasını sonuna kadar dinleyip de “bir şeyler öğrendim” diyen tek bir insan çıkmamıştır. Onun yerine herkes Blair’in müthiş icrasını övmüş, yarattığı havadan geriye kalan ışıltının keyfini çıkarmıştır.
Modern çağın “akışkan” evresinde (Akışkan Modernite kitabımda bu evreyi ayrıntısıyla tarif etmeye çalıştım) hareketlilik, daha doğrusu sürekli hareket halinde olma kabiliyeti, yeni bir iktidar hiyerarşisinin inşa edildiği malzemenin ta kendisini oluşturuyor: en büyük tabakalaşma etkeni bu. Buna mukabil hız ve ivme de, insanın hareketliliği kendi lehine çevirmesini sağlayacak başat stratejiler konumunda. Hal böyleyse, birbirine sıkı sıkıya bağlı iki kabiliyet, hayatta kalma ve başarı kazanma açısından eşi görülmemiş değer kazanmış demektir. Biri esneklik: Hareket tarzını kısa sürede değiştirebilme, değişen koşullara ânında uyum sağlama yeteneğine sahip olmak; köklü alışkanlıkların da, oradan oraya taşınması güç veya geride bırakılamayacak kadar sevilen varlıkların da yükünden azade olmak. Hayatta kalma ve başarılı olmada değer kazanan bir diğer kabiliyet de çokyönlülük – diletantizm demeyelim de, her işe az biraz yatkın olmak diyelim: Eldeki tüm sermayeyi tek bir yere yatırmaktan kaçınmak gerekir – insanın uzmanlığını derinleştirmeye ayırdığı (dolayısıyla, ister istemez odağı daha dar olan) vakit, bu özel uzmanlığa talep kalmayıp başka becerilerin fiyatı yükseldiğinde fena halde aranabilir.
Zygmunt Bauman’ın “As Seen on TV” başlıklı yazısından seçilmiş pasajlar.