/ Pasajlar / Van Gogh'un Kulağı ve Ölülerin Ebedi Dirilişi

Aşağıdaki metin, Robert Hughes’un 1984’te yayınlanan Art and Money başlıklı yazısından seçilmiş pasajların çevirisidir. Metnin ilk bölümlerinden çevrilmiş pasajlar için bkz. Geçmişten Günümüze Sanat ve Para ve Yatırım Aracı Olarak Sanat Eseri Fikrinin Doğuşu.

 

 

Günümüzde sanat piyasası iki inanç üzerinde yükseliyor. Bu inançlardan ilki, Ölülerin Ebedi Dirilişi dogmasıdır. Bu dogmaya göre, eski olan her şey hayata döndürülebilir. İkincisi ise, imansızlara ve kuşkuculara, yeni olan hiçbir şeyin reddedilemeyeceğini öğreten Van Gogh’un Kulağı Mucizesi’dir. Bu önermelerin birbirleriyle çeliştiğini dillendirmek nezaketsizlik sayılır. Çeliştikleri doğrudur ama bu, pratikte hiçbir fark yaratmaz. Varlık sebepleri, sanat piyasasına bol miktarda ürün akışını temin etmektir. Gerçi, nitelikli eski sanat arzı günden güne azalıyor ve nitelikli güncel sanat arzı da, en hafif deyişiyle, beklenen bolluğun gerisinde kalıyor.

İlk olarak, bu durumun tarihî sanat eserleri açısından ne anlama geldiğine bakalım.   

Bundan yüz ya da iki yüz yıl önce birkaç istisna dışında Eski Ustalar düşük fiyatlara satılıyordu çünkü Kent’teki dük evlerinin tavan aralarından tutun da Umbria’daki kiliselerin mahzenlerine kadar bütün Avrupa, kayda düşülmemiş, tozlanmaya bırakılmış, onarımı yapılmamış ve araştırma konusu haline gelmemiş sanat eserleriyle dolup taşıyordu – bunlar, yoğun ticaret faaliyetlerinin döneceği bir başka yüzyılın hammaddesi olacaktı. O zamanlar, bugüne kıyasla yok denecek kadar az koleksiyoner vardı. Ve şimdilerde manzaranın olağan bir parçası olarak verili kabul ettiğimiz destek sisteminin esamesi bile okunmuyordu. Topu topu birkaç tane müze (onlar da doğru dürüst bir plan doğrultusunda çalışmıyordu) ve ondan bile daha az sayıda sanat tarihi bölümü vardı. Floransa’nın pansiyonları, Master of Bambino Vispo’ya ait,[1] önceden kayda geçilmemiş bir süsleme bandında yer alan bebek İsa’nın cinsel organının boyutları ve bunun teşhirciliğe mi yoksa iffete mi delalet ettiği konusundaki tezleri üzerine harıl harıl çalışan endişeli doktora öğrencileriyle dolu değildi henüz.    

O zamanlar, Eski Ustalar’a yönelik talebin arzı kat be kat aşacağını hayal etmek mümkün bile değildi herhalde. Tarihî eser yatakları, Serengeti ovasındaki fil sürüleri kadar sonsuz gözüküyordu. Lakin, çok geçmeden tükendiler. Büyük büyükbabalarımız, müze çağının yükselişinin nelere vesile olacağını bilemezlerdi elbette. Ve belli başlı eserler müzelere girmeye başladıkça, daha önemsiz, ikinci derece eserler üzerine dönen rekabet iyice kızıştı. Sonra da, Viktorya döneminde yaşamış atalarımızın vakit ayırmaya tenezzül etmediği sanat okullarını ve sanatçıları diriltip yeniden değerlendirmeye yönelik hummalı bir çalışma başladı. Sonunda, ortalıkta, unutuluştan kurtarılacak ne bir okul ne de bir sanatçı kaldı. Unutuluş diye bir şey kalmadı. Günümüzde, geçmişte üretilmiş olan hemen hemen her şey hayata döndürülmüş durumda. Bunun ne anlama geldiği ve ne gibi hayırlara vesile olduğu üzerine daha çok tartışma dönecek ama bir zamanın ölülerini külliyen diriltme işi büyük ölçüde tamamlandı.

Demek ki, araştırmacının çıkarsız saikleri ile sanat piyasasının hedefleri arasında yakın bir ilişki vardır. Bir şeyi diriltmek, üzerinde çalışmak, ona bir şecere atfetmek demek, onu satılabilir kılmak demektir. Ve estetik amaçlar uğruna üzerinde çalışılmaya değer olmayan şeyler de genellikle camp duyarlılığa hitap edecekleri umuduyla diriltilirler. Yirmi yıl önce “antika” kelimesinin anlamı üzerinde genel bir mutabakat vardı: 100 yıldan daha eski olmayan hiçbir şey antika kabul edilmezdi. Şimdiyse, dünden önceki gün üretilmiş olan herhangi bir şey, hiçbir ayrım gözetmeksizin antika kabul edilebiliyor. Sözgelimi, 1940’ta üretilmiş bir Hindistan cevizi rendesi... Modernist arkeolojinin bile ilgi alanına giremeyecek kadar gelgeç, çirkin, manasız ve yeni şeyler için “koleksiyon nesnesi” [collectible] diye bir laf icat edildi.   

Fakat, henüz sahiplenilmemiş, boşta duran sanat eserlerinin tükenmesinin düşünsel sonuçları, bahsi geçen bu ıvır zıvır piyasasında değil, daha ziyade, estetik deneyim ile satış retoriği arasındaki dengede hissedildi. 

Beden dirilirken daha güzel, daha yüce bir şeye dönüşür. Teoloji bize bunu öğretir; sanat tarihi de bunu doğrular. İkinci derece eserler önemli eserlere, başyapıtlara dönüşür. Başyapıtlar ise, değerlerinin göz kamaştırıcı aura’sı tarafından neredeyse görünmez kılınırlar.     

Sanat piyasası her zaman bırakınız yapsınlar (laissez-faire) ekonomisinin simgesel kalesi olagelmiştir; ve alıcıların her zaman temkinli davranması gerekmiştir. Buna diyecek bir şey yok; bugünkü fark, alım-satım işiyle iştigal edenlerin sayısında ve çıkarsız değerlendirme dili ile satış muhabbetini birbirinden ayıran bariyerin geçirgenliğinde yatıyor. Beni endişelendiren şey, tüm bu şaşaa ve abartının, ait olmadığı yerlere doğru sürüklenmesi – mesela, müzeye doğru.    

45 yaşında biri olarak, temel sanat eğitimini boş müzelerde almış ve bu sırada da içerdikleri eserlerin piyasa değeri üzerine kafa patlatmayı aklından bile geçirmemiş son neslin mensuplarından biriyim. Ve, sanata yönlendirmeyi becerdiği muazzam akademik ilgiden ötürü sanat piyasasına ne kadar minnettar olursam olayım, müze sanatının parasal değerinin insanların deneyiminin en ön saflarına taşındığını görünce ister istemez canım yanıyor; hatta ara ara midem bulanıyor. Bundan yirmi beş sene önce sanat eserlerini gerçek nitelikleri içinde, oldukları şey olarak değerlendirmek çok daha kolaydı. Fetiş değerinin altında ezilen başyapıt, günümüzde bir anlamda erişim serbestliğini, hafifliğini, göz ve zihin tarafından alımlanabilme yetisini kaybetmiştir.    

Çoğumuz için bu süreç, Metropolitan Müzesi’nin Rembrandt’ın Aristo ve Homer Büstü adlı resmine 2,3 milyon dolar harcayıp, üstüne de resmi bütün diğer Rembrandt’lardan ayırmak maksadıyla önüne kırmızı kadife bir bant çekmesiyle başladı. Böylelikle resim, aynı anda hem otoriter bir nesne olarak seyirciye dayatılmış –paranın ağırlığı vardır– hem de iletişim yetisinden mahrum, dilsiz bir nesne olarak geri çekilmiş oluyordu. Yalnızca Rembrandt değil, aynı zamanda Homer ve Aristo da edilgin statü ikonları olarak kullanıma sokuluyorlardı sanki. Time dergisi, resmi (alışılagelmiş kırmızı çerçeveler yerine) altın çerçeveler içinde kapağına taşıyarak farkında olmadan da olsa durumu özetlemiş oldu. Bu çerçeveler, Amerikalıların bilinçdışındaki sanat-hazine özdeşliğini iyice pekiştirdi. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra, bu ikisi, rahatsız edici ölçüde birbirine karışmış durumda.

 



[1] Kelime anlamıyla “Canlı Bebek Ustası” demek olan tabir, bebek İsa’nın olağanüstü canlı bir tarzda tasvir edildiği imzasız resimlerin sanatçısı için kullanılır – ç.n.

pasajlar, sanat piyasası