/ Pasajlar / Sanat: Vahşet Talimi

Ressam haz vermeye mahkûmdur. Ne yaparsa yapsın, bir resmi tiksinti nesnesine çeviremez. Korkuluğun işlevi dikildiği tarladaki kuşları korkutup kaçırmaktır, ama en korkutucu resim bile ziyaretçi çekmeye yarar. Gerçek işkence de ilgi çekici olabilir, ama asıl amacı bu değildir. İşkencenin yapılmasının çeşitli sebepleri vardır. İlkede, işkencenin amacı korkuluğunkinden çok da farklı değildir: Teşhir ettiği dehşet karşısında, sanatın tersine, insanı itmek için sergilenir.

Oysa resmedilmiş işkence, bizi ıslah etmeye çalışmaz. Sanat hiçbir zaman yargıç rolü üstlenmez. Onda ilgimizi çeken, kendi başına dehşet değildir: bu düşünülemez bile. (Ortaçağ’da dinî imgelerin cehennemle ilgili olarak böyle bir işlevi yerine getirdiği doğrudur, ama bunun sebebi zaten o dönemde sanatın eğitimle iç içe olmasıdır.) Dehşet, hakiki bir sanatla dönüştürüldüğünde, haz halini alır – bunun gerilimli bir haz olduğu doğrudur, ama yine de hazdır.

Istırabın ve acının büyüleyici hayaletleri, tıpkı rüyalardaki gibi, dilsiz, kaçınılmaz, açıklanamaz bir tür kararlılıkla, bu karnaval dünyasının arka planındaki figürler arasında daima pusuda beklemiştir. Kuşkusuz sanatın özündeki anlam karnavalınkiyle aynı değildir ama ikisinde de, hazzın ve zevkin tam karşıtına ayrılmış bir yan vardır. Sanat sonunda dine uşaklıktan kurtulmuş olabilir ama dehşete kulluğu hâlâ devam etmektedir. […]

Toplumun koca yalanları ortasında, sadece birkaçımız, gerçekten çocukluğa ait tepkilerinden vazgeçmez, bu dünyada ne yaptığımızı ve bize nasıl bir oyun oynanmakta olduğunu düşünürüz saflıkla. Göğün ve resimlerin şifresini çözmek isteriz, yıldızlı fonların ya da boyanmış tuvallerin arkasına geçmeyi, tıpkı bir çitte arkasını görebileceği bir boşluk bulmaya çalışan çocuklar gibi, dünyanın çatlakları arasından ötesini görmeye çalışırız. Bu çatlaklardan biri de, acımasız kurban geleneğidir.

Kurbanın yaşayan bir kurum olmadığı doğrudur, yine de, buhar tutmuş bir camın üzerindeki iz gibi kalmıştır bize. Kurbanın uyandırdığı duyguyu yaşamamız hâlâ mümkündür, çünkü kurban mitleri tragedyaların temalarına benzer ve Çarmıha Geriliş de, kurban imgesini, en yüksek düşüncelere konu olacak bir sembol ve sanatın vahşetinin en tanrısal ifadesi olarak canlı tutar. […]

Apollinaire vaktiyle kübizmin büyük bir dinsel sanat olduğunu ilan etmişti, nitekim bu hayali boşa çıkmış değil. Modern resim, kurban imgesine yönelik sürekli tekrar eden takıntıyı sürdürmektedir ki onda, nesnelerin tahrip edilişi –neredeyse yarı bilinçdışı bir tarzda­– dinlerin hâlâ devam eden işlevine verilmiş bir cevaptır. Hayat denen tuzağa düşmüş insan, katı formların yok edildiği, dünyayı kuran çeşit çeşit nesnenin bir ışık kazanında yanıp kül olduğu bir parlama ânıyla belirlenmiş bir çekim alanının etkisine girer. Gerçekte günümüz resminin mahiyeti –nesnelerin tahribatı, kıyameti– yeterince vurgulanmıyor, kurbana dayanan köklerinin altı çizilmiyor. Oysa sürrealist ressamın, imgelerini biraraya topladığı tuvalinde görmek istediği şey, piramidin kaidesinde kurbanın kalbinin sökülüşünü görmeye gelen Aztek halkının görmek istediği şeyden temelde farklı değildir. Her iki durumda da beklenen, yıkımın anlık parlamasıdır.

Elbette bizler modern sanat eserlerine baktığımızda vahşet görmeyiz, gelgelelim, Aztekler de vahşi değildiler. Bizi gaflete sürükleyen, vahşetle ilgili dar fikrimizdir. Genelde yüreğimizin dayanmadığı şeylere vahşice deriz, yüreğimizin kaldırdığı, bize sıradan gelen şeylerse vahşice görünmez. Dolayısıyla, vahşilik hep başkalarına aittir, fakat ondan uzak duramadığımız için, bize ait olduğu anda onu inkâr ederiz. Böylesi bir zayıflık, bu sapa yollarda yüreğin gizli işleyişinin peşine düşenlerin işini zorlaştırmaktan başka bir şeye hizmet etmez. […]

Aztekler, binlerin eliyle işlenen cinayetlerin vahşice olduğunu reddederlerdi. Buna karşılık sadist, sürekli kendi kendine, kırbaçlamanın vahşice olduğunu tekrarlamaktan zevk alır. Ben bu kelimeyi, vahşeti, farklı sebeplerle kullanıyorum – açık ve net olmak için. Hiçbir şeyi kınadığım yok, sadece temelde yatan anlamı gösterme derdindeyim. Onun temelindeki anlam, bir bakıma, vahşice değildir: şayet vahşice olduğuna inanılsaydı, var olmazdı (nitekim insan bilinç kazandıkça kurban pratiği yok olmuştur) ama yine de, yıkma arzusu olarak var olmaya devam ederdi.

Gerçekte bu, olsa olsa ılımlı bir arzudur. Alışkanlığımız (geleneklerimiz, gücümüz) gereği, sadece gizli gizli yıkmayı severiz; korkunç ve büyük yıkımlara –en azından bize böyle görünenlere– karşı çıkarız. Yıktığımızın olabildiğince az farkında olmayı tercih ederiz. […]

[…] Bizi topyekûn yıkımın yoluna sokan ve bir müddet orada kalmamızı sağlayan sanat, bize ölmeden kendinden geçme fırsatı sunar. Kâh orada kâh burada, ölümün içine girer veya küçük dünyalarımıza geri döneriz. Ama sanat eserlerinin bitimsiz  karnavalı –kalıcı olandan başka hiçbir şeye değer vermemeye ahdetmiş olsak da– ânın kararsızlığından silkinip çıkabilenlere bir zafer göstermeye hazırdır. Bu nedenle, baştan çıkmanın katliama, işkenceye ve dehşete bağlı olduğu o lütufkâr vahşet parlamalarıyla dünyanın geçit vermezliğine nüfuz eden taşkın sarhoşluğun karşılığını ne yapsak ödeyemeyiz.

Niyetim dehşetli şeyleri savunmak değil. Onların geri dönüşüne çağrıda bulunmak değil. Fakat, boş yere ilerlemeye çalıştığımız bu esrarengiz çıkmazda, duygunun tüm hakikati kendinden geçmede saklıdır. Çünkü duygu, şayet hayatın anlamı ona nakşolmuşsa, faydalı bir amaca tabi kılınamaz. Duygunun çelişkisi budur: sahip olduğundan çok daha fazla anlamı istemesi. Bir ufkun açılmasına değil, yakındaki bir nesneye bağlı olan duygu, aklın sınırları içerisinde kalan duygu, bize olsa olsa bastırılmış, sıkıştırılmış bir yaşam sunar. Kayıp hakikatimizin yükü altında, duygunun çığlığı düzensizlikten yükselir. Kuşkusuz sanat dehşetin tasviriyle sınırlı değildir, ama sanatın işleyişi, onu, hiç zarar vermeden en korkunç dehşetin zirvesine yükseltir ve dehşetin resmi tüm imkânlara açılan alanı ortaya çıkarır. Sanatın, ölümün yöresinde gezinerek kazandığı gölgelerden ayrılamayışımız bundandır.

Sanat, vahşi olduğunda, bizi kendimizden geçerek ölmeye çağırmasa da, en azından mutluluğumuzun bir ânını ölümle eşit düzleme yerleştirme erdemine sahiptir.

 

Georges Bataille, “The Cruel Practice of Art” adlı metinden alıntılanmıştır. Fransızca orijinali: “L’Art,exercise de la cruauté” (1949). Metnin İngilizce çevirisinin tamamı:

http://supervert.com/elibrary/georges_bataille/cruel_practice_of_art

Türkçe çevirinin ilk yayınlandığı yer: Karşı Sanat Çalışmaları, Karşı Karşıya Tartışma Platformu; http://www.karsi.com/karsikarsiya.php?id=20

 

pasajlar