Bana öyle geliyor ki Batı kültürü tamamen nesnelerle ilgili. Bir Afrikalı, 16. yüzyıla ait bir maskın korunmasını önemsemez; onun için önemli olan, mask yapma becerisine hâlâ sahip birilerinin olmasıdır. Pek çok gelenekte, nesnenin korunmasına önem verilmez, asıl önemli olan o nesnenin arkasındaki fikrin ya da hikâyenin biliniyor olmasıdır. Japonya’daki Zen tapınakları o kadar narindir ki her on yılda bir yeniden inşa edilmeleri gerekir. Buna rağmen insanlar bu binaları anıt olarak adlandırıyor, çünkü arkalarındaki hikâyeyi biliyorlar. Yani, bir yanda nesne kültürleri var, diğer yanda bilgi kültürleri.
Eserlerimin çoğu giysileri içeriyor; bir giyim eşyası, bir fotoğraf ve cansız bir beden arasında dolaysız bir ilişki var bence: bir zamanlar yaşamış olan biri var, ama artık burada değil. Böyle eserler üzerinde çalıştığımda insanlar bana hep bu malzemeleri kullanma şeklimi anlayabildiklerini söylüyorlar, anneleri veya nineleri öldüğünde giysilerini ve diğer eşyalarını ne yapacaklarını bilemediklerini anlatıyorlar. Özellikle ayakkabıların, onları giymiş olan insanla çok özel bir bağı vardır. Kullanılmış giysilerle çalışmanın güzel yanı, bunların eskiden gerçekten birine ait olması. Birisi onları seçmiş, sevmiş, ama şimdi içlerindeki hayat yok olmuş. Bu giysileri sergilemek, onlara yeni bir hayat vermek gibi – sanki onları diriltmek gibi.
İnsanlar genelde eserlerimde hüzün görüyor, ama bence hayli neşeli tarafları da var. Kullanılmış giysilerin yer aldığı büyük bir eser yaptığımda bazı insanlar onu Holokost’la ilişkilendirip ne kadar hüzünlü olduğundan söz ediyor. Halbuki çocuklar böyle bir eseri çok eğlenceli buluyor, bütün o giysileri kendi üzerlerinde denemek hoşlarına gidiyor.
Holokost’tan sonra da Holokostlar oldu. Suçluluk veya suçsuzluk meselesi hakkında çalışmıyorum ben. Eserlerim ölüm gerçeğiyle ilgili evet, ama Holokost’la ilgili değil. Birkaç sene önce Sans Souci [Dertsiz Tasasız] adlı bir kitap yapmıştım. Berlin’deki bir bit pazarından aldığım bir fotoğraf albümüydü. Albümdeki hoş görünümlü insanların bazısı Nazi olacaktı. Fotoğraflarda Noel ağaçları görüyordunuz, müzik çalıyor, çocuklar… tıpkı bizim gibiydiler. Canavar bizden farklı olmuş olsaydı onunla baş etmek kolay olurdu. Ama canavar bizdik. Bu kitabı Amerika’dayken yapmıştım, Körfez Savaşı’ndan hemen sonra. Televizyonda Ortadoğu’dan dönen pilotları gördüğümü hatırlıyorum; o kadar genç, o kadar tatlıydılar ki, kız arkadaşlarını, bebeklerini öperken görüntülenmişlerdi, oysa daha bir gün önce kadınları ve çocukları öldürüyorlardı! Kitapta metin yok, ama “okuduğunuzda” bir soruyla baş başa kalıyorsunuz. Belki insanın suçlu mu suçsuz mu olduğu sorusudur bu. Kurban mı cani mi, yoksa ikisi birden mi… Fakat bunu ille Holokost bağlamında düşünmek gerekmiyor.
Eserlerim çelişkilerle dolu. Bir sanat eseri açıktır – eseri, kendi yaşantılarından yararlanarak, ona bakanlar yapar. Eserimdeki bir ışık aklınıza polis sorgusunu da getirebilir, ama aynı zamanda dinî bir çağrışımı vardır – mum gibi. Veya tek bir ışıkla aydınlatılan kıymetli bir resmi anıştırır. Esere bakmanın birçok yolu var…
“Depo”, 1988. Gazete ve dergilerden bulunmuş çocuk fotoğrafları, eskitilmiş teneke bisküvi kutuları, içlerinde rasgele toplanmış kumaş parçaları.
“Anıtlar: Purim Bayramı”, 1989. Yahudilerin Pers İmparatoru tarafından yok edilmekten kurtuluşlarının kutlandığı Purim Bayramı için kostüm giydirilmiş çocukların 1939 yılına ait fotoğraflarının büyütülmüş halleri; altlarında teneke bisküvi kutuları.
"Anıtlar: Purim Bayramı", 1989, detay.
“Saklananlar: Purim Bayramı”, 1989. Purim Bayramı için kostüm giydirilmiş çocukların 1939 yılına ait fotoğraflarının büyütülmüş halleri; giysiler.
Tamar Garb’ın 1997’de Boltanski’yle yaptığı söyleşiden alınmıştır.