Londra, 2003
Bazı zamanlar vardır, uzaktaki bir acıya dair görüntüler elimizde olmadan ve hiçbir amaçlı eylemle bağlantısı olmaksızın bizi etkiler, kaygılanmaya sevk eder ve içimizde eyleme geçme güdüsü uyandırır – yani, somut politik araçlarla, böyle bir şiddete itirazımızı dile getirme ve direnişimizi kayda geçirme güdüsü. Bu bakımdan diyebiliriz ki bireyler olarak tek yaptığımız, medyadan bize ulaşan enformasyonu edilgin biçimde alımlamak ve ondan sonra birşeyler yapıp yapmamaya karar vermek değildir. Görüntü bolluğunu sadece tüketmekle kalmayız, ve bu görüntü bolluğunun üzerimizdeki tek etkisi bizi felce uğratmak değildir. Bazen –her zaman değil– üzerimize boca edilen görüntüler etik bir çağrı işlevi görür. Burada, onu bekleme veya ona karşı hazırlıklı olma fırsatımız olmaksızın üzerimizde etkide bulunan bir şey olduğunun altını çizmek istiyorum; bu da demektir ki bu tür anlarda, irademiz dışındaki, bizim sebep olmadığımız, aynı anda hem bir dayatma hem de etik bir çağrı biçiminde dışardan gelen bir şeye maruz kalmaktayızdır. Bu etik yükümlülüklerin rızamızı gerektirmediğini, ve hiçbirimizin bile isteye dahil olmadığı anlaşmaların veya sözleşmelerin sonucu da olmadıklarını öne sürmek istiyorum.
Bu düşüncemi biraz daha açayım. Savaşın yol açtığı acıyla ilgili görüntülerin veya anlatımların, özel bir etik çağrı olduğunu öne sürüyorum: bizi uzaklık veya yakınlık meselesini aşmaya zorlayan bir çağrı. Bu görüntüler örtük biçimde bazı etik soruları şekillendirir: Olup bitenler, hiçbir sorumluluk taşıyamayacağım kadar benden uzak mı? Olup bitenler, sorumluluk alma mecburiyetine tahammül edemeyeceğim kadar bana yakın mı? Bu acıya ben sebep olmadıysam da, başka bir anlamda onda sorumluğum var mı?.. Bu sorulara nasıl yaklaşıyoruz? Örneğin savaşın acılarını gösteren fotoğraflarda karşımıza çıkan etik çağrı, etik yükümlülük konusundaki daha kapsamlı soruları gündeme getiriyor bence. Sonuçta savaş, şiddet ve ölüm görüntülerini görmeyi her zaman kendimiz seçmeyiz. Bu görüntüler ekranımızda belirebilir, veya yolda yürürken bir gazete bayiinde onlara denk gelebiliriz (ya da onlar bize denk gelebilir). Haberleri okumak için bir siteye girebiliriz ama bu göreceğimiz şeye hazırlıklı olmamızı gerektirmez, hatta görsel açıdan üzerimizde etkide bulunan şeye maruz kalmayı seçtiğimiz anlamına bile gelmez.
Duyuları etkileyen görüntülerle aşırı yüklenmenin veya bunlar altında ezilmenin ne demek olduğunu biliyoruz, peki böyle anlarda aynı zamanda etik bir baskının altında da eziliyor muyuz? Böyle bir etik baskı hissetmesek, bu bir sorun olur mu? Susan Sontag, savaş fotoğraflarının bizi hem ezdiğini hem de felce uğrattığını iddia etmiş, ve devlet şiddetinin ya da savaşın adaletsizliğine karşı politik duyarlılık –ve direniş– yaratmada görüntülerden hâlâ medet umulabileceğini ciddi biçimde sorgulamıştı. Peki acaba hem ezilme hissi yaşayıp hem de felç halinden çıkmamız mümkün olabilir mi? Bu durumu, etik bir yükümlülüğün duyularımız üzerinde etki etmesi olarak kavrayabilir miyiz? Daha da ileri gidelim: Eyleme geçme güdümüzün uyanması için, belli bir dereceye kadar ezilme duygusu yaşamamız şart olabilir mi?
Bizler ancak harekete geçme güdümüz uyandığında harekete geçeriz, ve bizde bu güdüyü uyandıran şey, üzerimizde etkide bulunan bizim dışımızdaki bir şeydir: Başka bir yerden, başkalarının hayatından gelen bir şey, bizi harekete sevk eden ve üzerinde etkide bulunmaya yönelten bir fazlalık dayatır. Böyle bir etik yükümlülük görüşü doğrultusunda, dışardan etkilere açık olma hali eylemin önkoşulu olmakla kalmaz, eylemin oluşturucu unsurlarından biridir de. Etik yükümlülük rızamız olmaksızın kendisini dayatır, bu da rızanın, sorumluluklarımızı oluşturan evrensel yükümlülükleri sınırlandırmak için geçerli bir zemin olmadığı anlamına gelir.
Etik yükümlülükler sadece sınırlar içinde biraraya gelmiş, aynı dili konuşan ve bir ulusu oluşturan yerleşik cemaatlerin bağlamında ortaya çıkmaz. Dilsel ve ulusal sınırlar içinde bize yakın olanlar kadar bizden uzak olanlara karşı da yükümlülüklerimiz olabiliyorsa, bu ancak görsel veya dilsel tercümeler sayesinde mümkün olur. Bunlar, evrensel yükümlülüklerimizi sınırlandıracak her türlü cemaatçi temeli ortadan kaldırır. Demek ki, burada ele almak istediğim yükümlülüklerin kapsamını sınırlandırmayı ne rıza ne de cemaatçilik meşrulaştırabilir.
Şayet sadece bana yakın olanlarla, aşina olduklarımla bağım varsa, benimsediğim etik kesinlikle dar, cemaatçi ve dışlayıcı demektir. Şayet soyut anlamda “insan” olanlarla bağım varsa, kendi durumum ile başkalarınınki arasında kültürel tercüme yapma yönündeki her girişimin önünü tıkarım. Sadece benden uzaktakilerle bağ kurup, bana yakın olanlarla asla bağ kurmazsam, etik duygular geliştirmeme izin veren uzaklığı sağlama alma çabasıyla kendi durumumun içini boşaltırım.
Fakat eğer etik ilişkiler dolayımlıysa, “orada” olan bir şey aynı zamanda bir bakıma “burada” oluyorsa ve “orada” olan şey o olayın “başka yerlerde” kayda geçirilmesine bağlıysa, o zaman olayın etik çağrısı daima birbirine temelden bağlı bir “bura” ile “ora”da gerçekleşiyor demektir. Olay, bir bakıma, kesinlikle yereldir, çünkü bedenleri tehlike altında olanlar oradaki insanlardır. Ama bedenleri tehlike altında olan insanlar başka bir yerde kayda geçirilmezse, evrensel bir tepki oluşmaz, etik bir idrak ve bağ da oluşmaz; o zaman olayın gerçekliğinin bir kısmı kaybolur. Burada mesele, bir kesim insanın başka bir kesim insana medya görüntüleri aracılığıyla bakması değildir; bu görüntüler, yaşamları ve eylemleri bu şekilde kayda geçen insanlar arasında, ne kadar geçici de olsa, evrensel bir bağı görünür kılar.
Judith Butler’ın 2011’de Stockholm'deki Nobel Müzesi’nde yaptığı Precarious Life and the Obligations of Cohabitation başlıklı konuşmadan alınmıştır.