Sarı Yeleklileri açıklamak deniyor… Neyi açıklamamız gerekiyor? Beklemediğimiz olayların vuku bulma sebeplerini mi sıralayacağız? Doğrusu, bu türden sebepler zaten genelde eksik olmaz. Nitekim Sarı Yelekliler hareketini açıklayacak bir sürü sebep var: Ulaşım ve kamu hizmetlerinin verilmediği, yerel dükkânların bulunmadığı kenar bölgelerde geçen hayat, işe gitmek için uzun yol kat etmek zorunda kalmanın yol açtığı yorgunluk, iş güvencesizliği, yetersiz ücretler veya düşük emeklilik maaşları, krediyle yaşamak, ay sonunu getirmekte zorlanmak…
Cefanın bir sürü sebebi var elbette. Ama cefa çekmek ayrı, artık cefa çekmemek apayrı. Bunlar birbirinin tersi. Fakat insanların neden isyan ettiğini açıklamak için sıralanan sebepler, neden isyan etmediklerini açıklamak için de rahatlıkla öne sürülebilir: Böyle çileli bir hayata maruz bırakılan insanların genelde isyan edecek zamanı veya gücü olmaz.
Herkesin beklentilerine ters düşen Sarı Yelekliler hareketinin, eşyanın olağan düzenini sürdüren sebeplerden başka sebebi yok. Hareketin arkasında yatan sebepler, hareketsizliğin de sebepleri.
İnsanların neden harekete geçtiğine dair açıklamalar, neden harekete geçmediklerine dair açıklamalarla aynı. Bu bir tutarsızlık değil, açıklayıcı aklın mantığı tam da böyle işliyor. Ortada daha önce bilinmeyen hiçbir şey yok, bu da sağ eğilimlileri bu hareketin hiçbir varlık sebebi olmadığı sonucuna götürüyor, sol eğilimlileri ise hareketin tamamen haklı olduğu, ama maalesef yanlış zamanda, yanlış insanların öncülüğünde ve yanlış biçimde sürdürüldüğü sonucuna götürüyor. Her zaman olduğu gibi, yine iki ekol var: bir tarafta insanların neden harekete geçtiğini bilmeyenler, diğer tarafta neden harekete geçtiklerini insanlar yerine bilenler.
Bazen olaylara tersten bakmak gerek: İsyan edenlerin, isyan etmek için de etmemek için de aynı sebepleri olduğu –hatta isyan etmek için daha az sebepleri olduğu– fikrinden hareket etmek gerek. Buradan yola çıkıp, bu düzensizliğe bir düzen getirmemizi sağlayacak sebepleri aramak yerine, bu düzensizliğin bize eşyanın hâkim düzeni hakkında ve normalde ona eşlik eden açıklama düzeni hakkında ne söylediğine bakmamız lazım.
Sarı Yeleklilerin son yıllarda ortaya çıkan diğer bütün hareketlerden farkı, normalde eyleme geçmeyen insanların, diğer hareketlere göre burada sayıca çok daha ağırlıklı olması: tanımlanmış toplumsal sınıfların veya mücadele gelenekleriyle bilinen grupların temsilcileri değiller. Her gün sokakta veya yolda, inşaat alanlarında veya otoparklarda karşılaştığımız orta yaşlı insanlar bunlar, tek ayırt edici işaretleri de araba kullanan herkeste bulunması gereken bir aksesuar. Olabilecek en pratik kaygıyla harekete geçtiler: benzin fiyatlarındaki artış – kendini tüketime kaptırmış bu kitlenin, seçkin aydınlarda iç bulantısına yol açan sembolü; aynı zamanda, yöneticilerimizin huzurla uyumasını sağlayan normalliğin sembolü: herhangi bir kolektif ifade biçimine sahip olmadan, ara ara kamuoyu yoklamaları ile seçimlerde sayılan oyları dışında “sesleri” olmayan dağınık bireylerden oluşan o sessiz çoğunluk.
İsyanların sebebi olmaz, ama bir mantıkları vardır. Bu mantık tam da, düzenin ve düzensizliğin sebeplerinin –ve bu sebepler hakkında hüküm verecek konumda olanların– normal koşullardaki algılanma çerçevelerinin kırılmasında yatar. Bu çerçeveler her şeyden önce zaman ve mekân kullanımlarıdır. İdeolojik çeşitlilikleri vurgulanan bu “apolitik” Sarı Yeleklilerin, “meydan” hareketlerindeki öfkeli gençlere ait bir eylem biçimini benimsemiş olmaları anlamlıdır, ki isyan eden öğrenciler de bunu grevdeki işçilerden devşirmiştir: işgal.
İşgal, insanın mevcudiyetini, mücadele içindeki bir topluluk biçiminde, ve üretim, dolaşım vs. gibi olağan kullanımının dışına çıkarılan sıradan bir yerde ortaya koymayı seçmesi demektir. Sarı Yelekliler, araba kullananların her gün geçtiği, bir-yer-olmayan döner kavşakları seçtiler. Son on yılda işgal edilen meydanlardaki isimsiz grupların yaptığı gibi, buralara pankartlar yerleştirip derme çatma barakalar kurdular.
İşgal aynı zamanda özgül bir zaman yaratmak anlamına gelir: hayatın olağan akışına göre yavaşlatılmış, dolayısıyla eşyanın olağan düzeninden kopmuş bir zaman; ama insanları hazırlıklı olmadıkları saldırılara sürekli karşılık vermeye zorlayan bir etkinlik dinamiğiyle ivme kazanan bir zaman. Zamanda gerçekleşen bu çifte değişim, düşüncenin ve eylemin normal hızını değiştirir. Aynı zamanda, şeylerin görünürlüğünü ve neyin olanaklı olduğu konusundaki sezgileri de dönüştürür. Edilgin vaziyette maruz kalınmış olan çileler, adaletsizlik biçiminde yeni bir görünürlük kazanır. Bir verginin reddedilmesi, önce adil olmayan bir vergi sisteminin, sonra dünya düzeninin küresel adaletsizliğinin bilincine dönüşür. Eşitlerden oluşan bir kolektif, zamanın olağan akışını sekteye uğratıp bir yerdeki ipliği çektiğinde –bugün mazot vergisi, dün üniversite seçimleri, emeklilik, veya iş kanunu reformu–, kâr yasasıyla yönetilen küresel düzenin üzerine kurulduğu o sıkı adaletsizlik yumağının tamamı sökülmeye başlar.
İki dünya birbiriyle karşı karşıya gelir ve tikel talepler ile hareketin mantığı arasındaki mesafe açılır. Müzakere edilebilir olan şey, müzakere edilemez olur. Müzakere demek, temsilci göndermek demektir. Ama Sarı Yelekliler, yani genelde “popülizm”in otoriter ayartmalarına kolay kapıldıkları söylenen o derin Fransa’nın sakinleri, işgal hareketlerinin genç romantik anarşistlerine ve ZAD gibi hareketlere özgü olduğu düşünülen kökten yataylık iddiasını benimsediler. Biraraya toplanmış eşitler ile oligarşik iktidarın yöneticileri arasında hiçbir müzakere olamaz. Böylece tikel bir talep, sırf yöneticilerin korkusu nedeniyle galip geliyor, ama isyanın kendi içkin gelişiminde taşıdığı “arzu”nun yanında bu galibiyet devede kulak kalıyor: “temsilcilerin” iktidarına, başkaları yerine düşünüp eyleyenlerin iktidarına son verme arzusu.
Doğru, bu arzunun kendisi de bir talep biçimini alabilir: şu meşhur “yurttaş inisiyatifi” referandumu.[1] Ama böyle makul bir talep aslında iki demokrasi fikri arasındaki köklü karşıtlığın üzerini örtüyor. Bir tarafta, hâkim oligarşik demokrasi anlayışı var: sorulmuş bir soruya cevaben lehte ya da aleyhte verilen oyların sayılması. Diğer tarafta, demokratik anlayış var: herkesin soruları bizzat formüle etme yetisine sahip olduğunu ilan eden ve onaylayan kolektif eylem. Zira demokrasi, bireylerin çoğunluk tercihi değildir; herkesin, hiçbir “yetkisi” olmayanların yasama ve yönetme yetisini yürürlüğe koyan eylemdir.
Eşitlerin iktidarı ile, yönetme “yetkisi” olanların iktidarı arasında daima çatışmalar, müzakereler ve tavizler yaşanabilir. Ama bunların arkasında, eşitlik mantığı ile eşitsizlik mantığı arasındaki müzakere edilemez ilişkinin uçurumu durur. İsyanların hep, bir “stratejileri” olmadığı için başarısızlığa mahkûm olduklarını söyleyen âlimlerin kimisinde hüsrana kimisinde memnuniyete yol açarak yarı yolda tıkanması bundandır. Halbuki bir strateji, verili bir dünyada hareket etmek demektir sadece. Hiçbir strateji bize o iki dünya arasında köprü kurmayı öğretemez. “Sonuna kadar gideceğiz,” derler her seferinde. Ama yolun sonu şu veya bu amaçla tanımlanamaz, hele ki sözümona komünist devletlerin devrimci umudu kan ve balçıkla boğmasından sonra. "Bu daha başlangıç, mücadeleye devam": Belki 68’in bu sloganını da böyle okumamız gerekiyor. Başlangıçlar sonlarına ulaşmaz, yarı yolda kalır. Ama bu aynı zamanda, özneleri değişse bile yeniden başlamayı hiç bırakmadıkları anlamına gelir. İsyanın gerçekçiliğidir bu – açıklanamaz bir gerçekçilik, imkânsızı isteyen bir gerçekçilik. Çünkü “Başka seçenek yok” diyen iktidarın formülünde, imkânlı olan çoktan devre dışı bırakılmıştır.
Rancière’in 8 Ocak 2019’da Analyse Opinion Critique dergisinde yayınlanan Vertus de l'inexplicable: a propos gilets jaunes başlıklı yazısının David Broder’e ait İngilizce çevirisinden tercüme edilmiştir.
[1] “Référendum d’Initiative Citoyenne”, Sarı Yelekliler hareketinden çıkan temel talep – İng. ç.n.