“Hegemonya”nın geleneksel tanımı, özellikle devletler arası ilişkilerde siyasi hükümranlık veya tahakkümdür. Marksizm, hükümranlık veya tahakküm tanımını, başta hâkim sınıf tanımları olmak üzere toplumsal sınıflar arasındaki ilişkileri de içerecek şekilde genişletir. Bundan sonra “hegemonya”, Antonio Gramsci’nin 1927-1935 yılları arasında faşist bir hapishanede büyük zorluklarla yürüttüğü çalışmalarında önemli bir anlam daha kazanır. Gramsci’nin bu kavramı kullanma biçimi konusunda hâlâ belirsizlikler olsa da, eserleri Marksist kültür kuramı içerisindeki en büyük dönüm noktalarından birini oluşturur.
Gramsci, “hükümranlık” ile “hegemonya” arasında ayrım yapar. “Hükümranlık” doğrudan siyasi biçimlerle ve kriz zamanlarında, doğrudan veya fiilî cebir yoluyla ifade edilir. Ama daha olağan durumda, siyasi, toplumsal ve kültürel güçler karmaşık biçimlerde kesişmiştir ve “hegemonya”, farklı yorumlara göre, ya bu kesişmeyi tarif eder ya da onun zorunlu unsurları olan faal toplumsal ve kültürel güçleri. Kavramın Marksist siyaset kuramı açısından içerimleri ne olursa olsun, kültür kuramı üzerindeki etkileri dolaysızdır. Zira “hegemonya”, daha önceki iki etkili kavramı hem içeren hem de onları aşan bir kavramdır: insanların bütün hayatlarını tanımlayıp biçimlendirdikleri “bütünlüklü bir toplumsal süreç” olarak “kültür” kavramı ile, Marksist anlamları çerçevesinde, anlamların ve değerlerin şu veya bu sınıf çıkarının ifadesi veya yansıması olduğu “ideoloji” kavramını.
“Hegemonya”, “bütünlüklü toplumsal sürecin” belirli iktidar ve nüfuz dağılımlarıyla ilişkili olduğunu vurgulaması bakımından, “kültür”ün ötesine geçer. “İnsanların” bütün hayatlarını tanımlayıp biçimlendirdikleri, sadece bir soyutlama olarak doğrudur. Herhangi bir gerçek toplumda, araçlara erişmede, dolayısıyla bu süreci hayata geçirme kabiliyetinde belirli eşitsizlikler vardır. Sınıflı bir toplumda bu eşitsizlikler en başta sınıflar arasındaki eşitsizliklerdir. Dolayısıyla Gramsci, her şeye rağmen bütünlüklü bir süreç olarak kabul edilmesi gereken şeydeki tahakküm ve tabiiyeti teşhis etme zorunluluğunu getirmiştir.
“Hegemonya” kavramı, işte tam da söz konusu sürecin bütünlüğünü kabul etmesiyle, “ideoloji” kavramının ötesine geçer. Belirleyici olan, sadece fikir ve inançlardan oluşan bilinç sistemi değil, yaşanan toplumsal sürecin tamamıdır: hâkim konumdaki belirli anlam ve değerlerle pratik biçimde örgütlenen sürecin tamamı. Sıradan anlamlarında ideoloji; anlam, değer ve inançlardan oluşan, görece formel ve eklemlendirilmiş bir sistemdir – “dünya görüşü” veya “sınıf bakış açısı” olarak da soyutlanabilir bu sistem. Bu da ideoloji kavramının geçmişe dönük analizlerde (altyapı-üstyapı modellerinde veya homolojide) neden bu kadar rağbet gördüğünü açıklıyor; zira “önde gelen” veya tipik “ideologların” ya da “ideolojik unsurların” seçilmesiyle, bir fikir sistemini vaktiyle canlı olan bir toplumsal süreçten soyutlayıp bilincin hem kendini ifade ettiği hem de kontrol edildiği belirleyici form olarak (ya da Althusser’de olduğu gibi, dayatılmış ama bilincine varılmayan bir yapı olarak) temsil etmek mümkündür. Böylece o dönemde ve toplumda yaşamış gerçek insanların nispeten karışık, bulanık, tamamlanmamış veya eklemlendirilmemiş bilinçleri, bu belirleyici genel sistem adına görmezden gelinir, hatta yapısal homolojide tali veya geçici görülerek dikkate alınmaz. İdeoloji olarak teşhis edilebilecek şeyler sadece tamamen eklemlendirilmiş ve sistemleşmiş formlardır; nitekim sanat analizlerinde de aynı şekilde, eserlerin içeriğinde (altyapı-üstyapı) veya formunda (homoloji) tam olarak eklemlendirilmiş ve sistemleşmiş ideoloji ifadelerinin izi sürülür. Formun tam anlamıyla eklemlendirilmiş ve sistemleşmiş bir şey olarak tanımlanmasındaki klasizme bağlı kalmayan, daha az seçici analizlerde ise, eserleri belirleyici soyutlanmış ideolojinin varyantları –veya bu idelojinin etkisini taşıyan ürünler– olarak ele alma eğilimi vardır.
“İdeoloji”nin bu anlamı, genelde hem hâkim hem de tabi sınıf mensuplarının gerçek bilinçleri için soyut bir tarzda kullanılır. Hâkim bir sınıfın bu ideolojiye görece saf ve yalın biçimlerde “sahip” olduğu öne sürülür. Tabi konumdaki bir sınıf ise, bir yoruma göre, bilinç namına sadece söz konusu ideolojiye “sahip”tir (zira her türlü fikir üretimi, aksiyomatik tanımı gereği, birincil üretim araçlarını kontrol edenlerin elindedir); başka bir yoruma göre ise, tabi konumdakilerin başka koşullarda daha farklı olacak bilinçlerine bu ideoloji nakşedilmiştir ve “hâkim sınıf ideolojisi”ne karşı bu farklı bilinçlerini korumaya veya geliştirmeye çalışmaları gerekir.
Hegemonya kavramı pratikte çoğunlukla bu tanımlara benzer, ama bilinci, “ideoloji” diye soyutlanabilen ve nitekim soyutlanan eklemlendirilmiş formel sistemle eşitlemeyi reddetmesiyle onlardan ayrılır. Hegemonya kavramı da elbette hâkim bir sınıfın geliştirip yaydığı eklemlendirilmiş ve formel anlam, değer ve inançları dışarda bırakmaz. Ama bunları bilinçle eşitlemez, daha doğrusu bilinci bunlara indirgemez. Tahakküm ve tabiiyet ilişkilerini pratik bilinç olarak görür, yaşama sürecinin tamamının massedilmesi olarak ele alır – sadece siyasi ve ekonomik faaliyetin veya sadece görülür toplumsal faaliyetin değil, yaşanan özdeşleşme ve ilişkilerin bütün içeriğini masseden bir şeydir bu; öyle ki, aslında nihayetinde belirli bir ekonomik, siyasi veya kültürel sisteme ait olduğu görülebilecek zorlama ve sınırları, birçoğumuz, basit tecrübenin zorlama ve sınırları ya da sağduyu zannederiz.
Demek ki, hegemonya “ideoloji”nin eklemlendirilmiş bir üst mertebesinden ibaret olmadığı gibi, hegemonyanın kontrol biçimleri de sadece “manipülasyon” veya “endoktrinasyon” olarak tanımlanan şeylerden ibaret değildir. Hegemonya, yaşamın tamamını etkileyen pratikler ve beklentiler bütünü; duyularımız, ve enerjimizi nelere harcayacağımızın seçimi; kendimizle ve dünyayla ilgili biçimlendirici algılarımızdır. Birer pratik olarak tecrübe edildiklerinde birbirlerini doğruluyor gibi görünen anlam ve değerlerden oluşan, yaşanan bir sistemdir. Bu bakımdan da toplumdaki birçok insan için bir gerçeklik, bir mutlaklık duygusu oluşturur; zira toplumun çoğu mensubu için hayatlarının pek çok alanında tecrübe edilen gerçekliğin ötesinde hareket etmek çok zordur. Dolayısıyla hegemonya, tam anlamıyla bir “kültür”dür, ama aynı zamanda belirli sınıfların tahakküm ve tabiiyetinin yaşanan hali olarak görülmesi gereken bir kültür.
Raymond Williams, Marxism and Literature içinde (Oxford University Press, 1977) s. 108-110