İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, anti-faşist kültür, nasyonal sosyalizmi “medeniyetin barbarlığa rücu edişi” olarak tanımlıyordu. Başta Arendt, Horkheimer ve Adorno olmak üzere bazı eleştirel düşünürler ise, bu genel kanının aksine, nasyonal sosyalizmi modern medeniyetin özgün bir dışavurumu olarak yorumluyorlardı. Arendt’e göre Holokost emperyalizm ile modern anti-Semitizm’in çakışmasından doğmuştu, Horkheimer ve Adorno’ye göre ise “aklın kendini imha etme” sürecinin son perdesiydi. Batı’nın izlediği güzergâh, Hegel’in ileri sürdüğü gibi Mutlak Tin’e değil, Auschwitz’e varmıştı. Adorno’nun ünlü bir aforizmasında dediği gibi “evrensel tarih yabanilikten insanlığa doğru değil, sapandan megaton bombasına doğru” ilerlemişti.[1]
Bu epistemolojik kayma, hem kapitalizme hem de faşizme ilişkin görüşümüzü kökten değiştirdi. Bunun, 21. yüzyıla özgü bir özgürleşme projesi ve eleştirel düşünce inşa etmek için temel alabileceğimiz esaslı bir kazanım olduğunu düşünüyorum.
20. yüzyıl, her ikisi de Batı medeniyetinin iç mantığıyla doğrudan ilişkili olan faşizm ve Stalinizm gibi yeni mutlak iktidar biçimlerine tanıklık etti. Hannah Arendt, totalitarizmin, ideoloji ile terör arasındaki simbiyotik ilişkinin benzersiz bir biçimi olduğunu düşünüyordu –doğrudan doğruya politikayı, yani müşterek bir kamusal alanda farklı özneler arasında gerçekleşen her tür etkileşim biçimini hedef alan bir ilişki biçimi. Marksist bir totalitarizm eleştirisi de vardır (Troçki, Marcuse ya da Castoriadis’i düşünün); topyekûn tahakkümün köklü bir eleştirisi: Bu eleştiri, totalitarizmi, evrensel şeyleşme ve araçsal akılcılığın toplumsal ve politik akıldışılığa dönüşmesi olarak tanımlar. Tahmin edilebileceği gibi, bu totalitarizm eleştirisinin, klasik liberalizmi ve önümüze sürdüğü komünizm=faşizm=totalitarizm denklemini savunmak gibi bir derdi yoktur.
Totalitarizm, son derece önemli bir amaca hizmet edebileceği siyaset teorisi alanında hâlâ geçerli bir terim, ama faşizm ve komünizmi yorumlamamıza neredeyse hiçbir yardımı dokunmayacağı kanaatindeyim. Aralarında yüzeysel birtakım benzerlikler tespit etmek mümkün olsa da, faşizm ve komünizm hem kökenleri hem de toplumsal ve ideolojik içerikleri bakımından taban tabana zıt politik görüngüler. Ürettikleri şiddet bile son derece farklı ve “totalitarizm” kavramı, bu ikisi arasındaki farkları örtüp gizlemekten başka bir işe yaramıyor.
Bence, Nazi şiddeti, Avrupa’da 19. yüzyılın başından itibaren boy göstermeye başlayan birçok eğilimin senteziydi; İkinci Dünya Savaşı’nın istisnai tarihsel koşullarının mümkün kıldığı bir sentez. Bu eğilimleri şöyle sıralayabiliriz: modern ırkçılığın ve anti-Semitizmin doğuşu; muhafazakârlığın ve Aydınlanma-karşıtlığının irrasyonalizm ve radikal milliyetçiliğe dönüşüp faşizmin doğuşuna vesile olması; bir tahakküm kültürü ve imha pratiği olarak kolonyalizmin zaferi; ölümün serileştirilmesi ve endüstriyel katliamın icadı; vs. 1941’de SSCB’ye saldıran Naziler, bu hamleyle, aynı zamanda, Marksizm ve Aydınlanma’ya da savaş açıyorlardı; Almanya’nın hayat sahası olarak gördükleri Doğu Avrupa’yı fethetmeye yönelik kolonyal bir savaştı bu; aynı zamanda, Hitler’in deyişiyle “aşağı ırk”ın, bir nevi “alt-insanlığın” (Untermenschentum) düşünsel öncüsü olan, Bolşevizm’in beyni konumundaki Yahudileri imha etmeyi amaçlayan bir savaş. Nazizm’i “benzersiz” kılan bir şey varsa o da, bir bütün olarak Batı’nın tarihini şekillendiren birçok eğilimin tuhaf bir kaynaşmasından doğmuş olmasıdır. Bu açıdan, benim Nazizm yorumum Habermas’ınkiyle taban tabana zıt: Bana göre Nazizm, Almanya’yı Batı medeniyetinden ayıran bir Sonderweg’in [özel yol] ifadesinden ziyade bu medeniyetin “damıtılmış” halidir. Bu türsel yorum, tarihsel dayanaklarını dikkate almadan tahakkümü tasvir edip eleştirmekle yetinen bir totalitarizm teorisinin kısıtlarını aşmayı hedefliyor aynı zamanda.
Yeni sağ, milliyetçi, ırkçı ve yabancı düşmanı. Çoğu Avrupa ülkesinde, en azından iktidara geldiği ya da kayda değer bir güce kavuştuğu ülkelerde, demokratik ve cumhuriyetçi bir retorik benimsiyor. Dilini, ideolojisini ve üslubunu değiştirdi. Bir başka deyişle, eski faşist alışkanlıklarını terk etti ama bambaşka bir şeye de dönüşmedi henüz; politik sistemlerimizin sıradan bileşenlerinden biri değil. Yeni aşırı sağ faşist değil artık ama faşizmle kıyaslamadan da onu tanımlayamıyoruz bir türlü, çünkü ana kalıbını hâlâ büyük ölçüde faşizm oluşturuyor. Yeni sağ melez bir oluşum; faşizme dönebileceği gibi yeni bir muhafazakâr, otoriter ve popülist demokrasi biçimine de evrilebilir. Post-faşizm kavramıyla, yeni sağın bu geçici statüsünü yakalamaya çalışıyorum. Post-faşizmin, son yıllarda “aşırı merkez” tarafından yürürlüğe konan neoliberal politikalara yönelik gerici bir tepki olduğunu düşünüyorum. Britanya’da Tony Blair, Margaret Thatcher yönetimiyle devamlılık içinde olduğunu ispat etti; Fransa’da Nicolas Sarkozy ile François Hollande’ın başkanlıkları arasında kayda değer bir fark tespit etmek neredeyse imkânsızdı; İtalya’da Matteo Renzi, genellikle, Berlusconi usulü neoliberalizmin meşru mirasçısı olarak betimleniyor; Almanya’da “büyük koalisyon”, sosyal demokratlar ile Hıristiyan muhafazakârların aynı hedefleri paylaştığını gösterdi: Bu anti-sosyal politikaların neticesi de, Nigel Farage, Marine Le Pen, Matteo Salvini ve Alternative für Deutschland oldu.
Yükselişe geçen bu gerici ve milliyetçi Avrupafobik hareketler, 20 yıldır bizzat AB Komisyonu tarafından yürütülen politikaların bir ürünü. İşte, Avrupa’nın trajedisi bu. Avrupa Birliği, kurallarını bütün üye devletlere dayatan finans kapitalizminin maşası haline geldi –bazıları devletlerin anayasalarına girmiş kanunlardan oluşan bağlayıcı bir hukuki yapıdan bahsediyorum. Demek ki, AB’yi savunarak post-faşizme karşı etkili bir mücadele veremeyiz; milliyetçiliği ve sağ popülizmi ancak AB’yi değiştirerek yenebiliriz.
George Souvlis’in Práticas da História dergisi için Enzo Traverso’yla yaptığı söyleşiden seçilmiş pasajlar. Tamamını okumak için bkz. Traverso.pdf
[1] Theodor W. Adorno, Negatif Diyalektik, çev. Şeyda Öztürk (İstanbul: Metis, 2016), s. 290.