Kolombiyalı ressam Fernando Botero’nun Christie’s müzayede evinde 2 milyon dolara satılan “Müzisyenler” (1979) tablosu.
Öteki’ne yönelik postmodernist ilgi “yüksek sanat”ın dolaşımında yerli ve Batı-dışı kültürlere bir nebze alan açtı. Ama aynı zamanda yeni bir egzotizm açlığına da davetiye çıkardı: Bu pasif veya ikinci sınıf Avrupamerkezcilik, kendi paradigmalarını evrenselleştirmek yerine, çevre ülkelerin belli kültür ürünlerini merkez tarafından tüketilmeleri için uymaları beklenen paradigmalara göre koşullandırıyor.
Avrupamerkezcilik ve farklı kültürler arasındaki ilişkiler sorunu çağdaş görsel sanat alanında özellikle karmaşık bir hal alıyor. Bugün anlaşıldığı şekliyle, estetiğe dayalı kendi kendine yeten bir faaliyet olarak sanat, bizzat Batı kültürünün başkalarına ihraç ettiği bir üründür. Sanat tam tanımına çok yakın bir zamanda, 18. yüzyıl sonu gibi geç bir tarihte kavuştu. Başka kültürlerin estetik gelenekleri, tıpkı başka dönemlerde Batı’nın kendi kültüründe olduğu gibi, dinî, temsilî, törensel vs. işlevlerle belirlenen son derece farklı bir üretime dayanıyordu. Bu kültürlerin günümüzdeki sanatı, geleneksel bir estetiğin evriminin neticesi değil; zira kavramın kendisi kolonyalizm aracılığıyla Batı’dan alındı.
Sanat tarihi ve eleştirisinde Avrupamerkezciliğin en büyük önyargılarından biri, Batı “türevi” olarak tarif ettiği bu üretimi küçümsemesi. Üçüncü Dünya sanatçılarından sürekli kendi kimliklerini sergilemeleri, olağanüstü olmaları, ya kimseye benzememeleri ya da Frida’ya benzemeleri bekleniyor… Büyük müzayedelerde görece yüksek fiyatlar biçilen Latin Amerika kökenli eserler, az çok kalıplaşmış bir Latin Amerikalılığa dair beklentileri karşılayan, merkezlerdeki yeni egzotizm talebini tatmin edebilen ressamlara ait. Bunun dışında çağdaş sanat pratiği taklit olarak niteleniyor. Önemli bir Afrika kültürü uzmanının şu ifadelerine bakalım: “Gerçek Afrika sanatı, geleneksel bir sanatçı tarafından, geleneksel amaçlarla, geleneksel formlara göre üretilmiş sanattır.”[1]
Böyle bir Avrupamerkezcilik-karşıtlığı bütün Afrika kültürlerini dondurarak müzelere havale ediyor, zamanlarının gerçekliğine cevap vermeleri gereken yaşayan organizmalar olduklarını görmezden geliyor. Üçüncü Dünya kökenli çağdaş sanatın büyük kısmını iğdiş eden kolonyalizmle usanmadan savaşacaksak, bunu masklara ve piramitlere duyulan nostalji üzerinden yapmamamız gerekiyor.
Aşırı rölativizm de başka bir tehlike oluşturuyor. Komşu köyde olup bitenden haberi olmayan bir köyün New York’ta neler yaşandığını bildiği söylenir. Afrika’yı gezmiş herhangi biri şunu bilir ki, Afrika içinde bir ülkeden diğerine Avrupa üzerinden gitmek genelde daha kolaydır. Güney yarıkürenin en vahim sorunlarından biri, kendi içinde bütünlüğünü sağlayamamış olması, Kuzey’le olan dikey –ve madun– bağlantısına karşılık, yatay bir iletişim tesis edememiş olmasıdır. Güney’in kültürleri, post-kolonyal durumun yaratmış olduğu ortak sorunlarla yüz yüzedir, bu da mozaik içindeki yapısal benzerlikleri belirlemiştir. “Üçüncü Dünya’dan söz etmek ve Kamboçya’yı, Hindistan’ı ve Türkiye’yi aynı paketin içine sokmak”, retorik bir hamle olduğu kadar, hegemonik iktidarla karşılaşmalarında bu ülkeleri birleştiren –veya birleştirebilecek– özellikleri yok sayar.[2] Bu kültürlerin acilen birbirlerini tanımaya, deneyimlerini paylaşmaya, ortak projeler geliştirmeye ihtiyacı var. Radikal bir rölativizm anlayışıyla bu kültürlerin yalıtılmışlığını pekiştirmemek gerekiyor. Tahakküm altındakiler, onları birleştiren unsurlar üzerinden bütünleşme stratejisi gütmeli, farklılıklarını “uluslararası postmodern tahakküme karşı” harekete geçirmeliler.[3] Bir kültürün bütün incelikleriyle başka bir kültüre tercüme edilmesi mümkün olmayabilir, ama bu, kültürlerin karşılıklı yakınlaşma, zenginleşme ve dayanışma kabiliyetlerini sekteye uğratmamalı. “Çağdaş sanat ortamı” son derece merkezîleşmiş bir apartheid sistemi üzerine kurulu.[4] Avrupamerkezli olmanın da ötesinde, Manhattan-merkezli bir sistem bu. Ama altını çizdiğim gibi, aşılması gereken tek duvar, merkez-çevre ülkeler arasındaki iktidar ilişkilerine bağlı olarak Güney ile Kuzey arasında oluşan duvar değil, Güney ülkelerinin kendi içinde postkolonyal bozulmaya bağlı olarak oluşan duvarların da yıkılması gerekiyor.
Gerardo Masquera’nın “The Marco Polo Syndrome” başlıklı yazısından seçilmiş pasajlar, The Third Text Reader on Art, Culture and Theory içinde, ed. Rasheed Araeen, Sean Cubbit, Ziauddin Sardar (Londra ve New York: Continuum, 2005) s. 267-273.
[1] Joseph Cornet, “African Art and Authenticity”, African Arts, cilt 9 sayı 1 (Los Angeles, 1975) s. 55.
[2] Mirko Lauer, “Notas sobre Plastica, identitad y pobreza en el terceer mundo”, Tradicion y Contemporaneidad içinde, s. 19-27.
[3] Nelly Richard, “Latinamerica y la postmodernitad”, Revista de critica cultural, cilt 2 sayı3, Nisan 1991, s. 15.
[4] Gerardo Mosquera, “Speakeasy”, New Art Examiner, cilt 17 sayı 3, Kasım 1989, s. 13-14.