Kimi insan vardır, kendisine zevk veren bir kitabı, tıpkı çiçekleri, güneşli günleri veya kadınları sever gibi sevmekle yetinir. Kimiyse, hakikate olan ölçüsüz saygısının azabı içinde, aldığı zevkin derinliğinden ve meşruiyetinden emin olma arzusuyla her şeyin tadını kaçırır. Durmadan sorar kendine: Bu kitaptan bu kadar hazzetmemi sağlayan gerçekten zihnim mi, yoksa son moda olana meyleden beğenim, koca bir kuşağın beğenisini aynı şeylerde buluşturan o taklitçi içgüdü, ya da bunlar kadar bayağı başka bir tercih mi? İşte bunlar, huzursuzluğun acımasız rüzgârıyla bir kitaptan ötekine savrulur, ne lekesiz bir mutluluğa tutunabilir ne de okuduklarının tadını çıkarabilirler.
Sonra bir gün, dört bir yanda güzelliğin şaşmaz yansımalarını gördükleri mutlu bir liman bulup demir atarlar. Bir Flaubert ya da bir Leconte de Lisle, onları bu huzurlu ülkeye getirmiştir ve gösterdiği güzellik o kadar açık, kökenleri o kadar aşikârdır ki, nihayet hakiki güzellikle baş başa olduklarından emin olan bu bahtsızlar oraya yerleşip bu huzurun tadını çıkarmaya başlarlar. Sonra içlerine bir kurt düşer; kuşkusuz, belki de daha ruh bedene üflenmeden önce seyredilmiş olan hakiki güzelliğin soluk hatırasıdır içlerine bu şüpheyi düşüren: Hakiki güzellik bu kadar harici olamaz; insan onu, bir madde gibi, birbirinin tıpatıp eşi taklitlerini yapabileceği kadar dolaysızca, kusursuzca kavrayarak değil, bir ruh gibi, sonsuz gölgelerin içinden sezmeli ve sevmelidir.
Ve yine, huzursuzluğun zalim rüzgârı merhametsiz kanatlarıyla savurur onları. Sığındıkları liman, hayallerindeki kutsal dinginliğe uymaz olur; onu terk eder, yeniden yola düzülürler; kitapları da tıpkı çiçekleri, güneşli günleri ve kadınları sever gibi seven ve bu huzursuz göçebelere deli ve sinir hastası diyenlerin alayları arasında, umarsızca her yerde güzelliği ararlar. Öyle bir sinir hastalığıdır ki bu, bütün romancıları ve şairleri bir avuç sahtekâra ve ağızlarından bal damlayan zehir erbaplarına dönüştürür, ve öyle bir huzursuzluktur ki, olsa olsa cennetin –o da bir ihtimal– bahşedebileceği, bu fani dünyadaysa ancak sanattan yoksun, yapmacıksız bir masumiyetin verebileceği şeye susamış ruhları kavuran bir hummadır.
Marcel Proust, “On Taste”, Proust on Art and Literature (1896-1919) içinde, çev. Sylvia Townsend Warner (New York: Carroll & Graf Publishers, 1997) s. 281-282.