Fransa’da, Zola’dan Sartre’a kadar ince ince geliştirilmiş aydın figürünün nasıl adım adım imha edildiğini incelemek gerekir: hep iyi niyetlerle pazarlanan ifadeler ve tartışılmamış tezlerle dolu bir evrenin nasıl yavaş yavaş kurulduğunu; gelip geçici hayranlıkları akşamdan sabaha değişen gazetecilerin, sanatta da bilimde de her kopuşun sürekliliği öngerektirdiği gerçeğini unutup, düşünce hayatına nasıl moda gibi yaklaştıklarını…
Düşüncesi kıt üretim araçları sahipleri, ve iktidarı kıt gazeteciler ya da “aydınlar”, tinin eserlerini moda/modası geçmiş, yeni/günü geçmiş gibi kategorilere göre değerlendiriyorlar (doğru/yanlış veya özgün/basmakalıp, güzel/çirkin vs. kategorilerine göre değil). Mesela Dumézil’in Hint-Avrupa toplumları hakkındaki tezinin yanlış olduğunu söyleyecekseniz bunu kanıtlarla açıklama zahmetine girmeniz gerekir. Ama bu tezin günü geçmiş olduğunu, yani artık moda olmadığını söylemekle de yetinebilirsiniz. Unutmayın ki Paris söz konusu olduğunda modası geçmiş demek bitmişsiniz demektir. Bu estetik-gündelik kınamayı etik-politik bir kınamayla güçlendirmeniz bile mümkündür: Stalinizmin altın çağındaki gibi, birine “Marksist”, veya son Dumézil olayındaki gibi “faşist” dersiniz,[1] olur biter. Karalama, hele hele organize biçimde yapılıyorsa, çürütmeden çok daha düşük maliyetlidir.
Velhasıl, yazın ve sanat hayatı, moda mantığını, hatta daha fenası Stalinizm veya Maoculuk günlerindeki gibi (ki bu ikisi çifte bir kınama amacıyla sık sık birarada kullanılır) politika mantığını bünyesine katmış durumda. Bilimsel veya sanatsal tartışma evreninde, politik önvarsayımlar olmadan geliştirilen tinin ürünleri, alt edilmelerinin çok daha kolay olduğu politika düzeyine indirgeniyor – ne de olsa anlamadığı bir esere “gerici” veya “Marksist” yaftası yapıştırmayı her ahmak becerir. Belirli görüşler etrafında biraraya gelen ve Fransa’nın düşünce hayatı üzerinde nüfuz sahibi olan aydın şebekelerini tüm ayrıntılarıyla ortaya koymak gerekiyor. Tutucu hiziplerin organize hareketleri zamanla belli bir ideolojik ortamı veya bir doxa’yı dayatıyor – hiç tartışılmayan ama tüm tartışmaların temelinde yatan koca bir ifadeler kümesi. Bu doxa bir kez oluştu mu onunla savaşmak fena halde zor olur.
Bu insanlar aydın figürünü ve işlevini kendi suretlerinde, yani kendi çaplarında yeniden tanımlamak istiyorlar. “Suçluyorum” tarzı bildiriler yayınlayacak, ama bir Meyhane’yi veya Germinal’i yazmamış Zola’lar; veya kampanyalara imza atıp protesto yürüyüşlerinin ön saflarında yer alacak, ama bir Varlık ve Hiçlik’i ya da Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni yazmamış Sartre’lar onlar. Önceden ancak, çoğunlukla gözlerden uzak geçirilen, araştırma ve çalışmaya hasredilmiş koca bir ömrün bahşedebileceği şöhreti televizyon onlara kazandırsın istiyorlar. Aydının sadece dışsal ve gözle görülür işaretlerini taşıyorlar: bildiriler, protestolar, kamusal sunumlar. Fakat sonuçta bütün bunlar da önemli olmayabilirdi – şayet eski tip aydına büyüklüğünü veren o en temel özellikten vazgeçmemiş olsalardı: zamanın talepleri ve cazibeleri karşısında bağımsızlığını korumaya ve edebiyat ya da sanat alanının özgül değerlerine bağlı kalmaya dayanan eleştirel mizaçlarından. Gündemi meşgul eden her konuda, eleştirel bilince, teknik ehliyete ve sağlam bir etik görüşe sahip olmaksızın tavır gösterdikleri için, neredeyse her durumda müesses nizamı destekliyorlar.
Kasım 1991’de Paris’te biraraya gelen Pierre Bourdieu ile Hans Haacke’nin karşılıklı konuşmalarının bant çözümlerinden seçilmiş, Bourdieu’ye ait pasajlar. Bourdieu ve Haacke, Free Exchange (Cambridge: Polity Press, 1995) içinde, s. 50-53. Konuşmaların Bourdieu’ye ait kısımlarını Randal Johnson, Haacke’ye ait kısımlarını ise kendisi İngilizceye çevirmiş.
[1] Didier Eribon, Dumézil’i Yakmalı mı? [Faut-il brûler Dumézil?, Flammarion 1992] adlı kitabında, Dumézil’in çalışmalarında faşist ve Nazi unsurlar bulunduğunu öne sürenlerin iddialarına karşı çıkıyor – ç.n.