Auschwitz’ten sonra şiir yazmanın barbarca olduğu iddiamı yumuşatmak gibi bir niyetim yok; bu söz, angaje [committed] edebiyata ilham veren dürtüyü olumsuz biçimiyle ifade ediyor. Sartre’ın Mezarsız Ölüler oyunundaki bir karakterin sorduğu “İnsanları kemikleri kırılıncaya dek döven birilerinin var olduğu bir dünyada yaşamanın herhangi bir anlamı var mı?” sorusu, aynı zamanda, artık herhangi bir sanat eserinin var olma hakkı olup olmadığı sorusudur; toplumdaki gerileme yüzünden, angaje edebiyat kavramında doğası gereği entelektüel gerilemenin söz konusu olup olmadığı sorusudur. Fakat edebiyatın bu hükme direnmesi gerektiğini söyleyen Enzensberger’in cevabı da doğruluğunu koruyor: Başka deyişle, edebiyat, Auschwitz’ten sonra var olmasının kinizme teslimiyet anlamına gelmeyeceği bir varlık göstermeli. Gerçek acının boyutları unutuşun hiçbir türlüsünü affetmez; Pascal’ın teolojik bağlamdaki sözlerini –On ne doit plus dormir–[1] sekülerleştirmek gerekir. Ama Hegel’in keder bilinci dediği bu acı, sanatı bir yandan yasaklarken bir yandan da varlığının sürmesini talep eder; acının hâlâ kendi sesini, tesellisini –onun tarafından ânında ihanete uğramaksızın– bulabildiği tek yer fiilen sanattır artık. Çağımızın en büyük sanatçıları bunu görmüştür. Eserlerinin tavizsiz radikalliği, tam da formalizm diye karalanan özellikleri, zamanımızın kurbanlarına adanmış biçare şiirlerde bulunmayan dehşetengiz bir güç verir onlara. Ama Schönberg’in Varşova’dan Kurtulan şarkısı bile açmazın tuzağına düşer, ve cehennem etkisi yaratan dışarlıklı bir konuyu kendi formunun bağımsızlığıyla biçimlendirmeye çalışırken o açmaza tamamen teslim olur. Schönberg’in bestesinde utanç verici bir şeyler vardır – ama Almanya’da öfke uyandıran bir özelliğinden, yani insanların her ne pahasına olursa olsun hafızalarından silmek istedikleri bir hatırayı unutmalarına izin vermemesinden ötürü değil: acıyı –ne kadar haşin ve tavizsiz olsalar da– imgelere dönüştürmek suretiyle, kurbanların huzurunda hissettiğimiz utanç yarasına tuz bastığı için. Çünkü bu kurbanlar, onları yok etmiş bir dünyanın önüne tüketsin diye atılan bir ürün, bir sanat eseri yaratmak için kullanılmışlardır. Dipçiklerle dövülen insanların hissettiği katıksız bedensel acının ‘sanatsal’ temsili, uzaktan uzağa da olsa, o acıdan haz devşirmeyi sağlama gücünü içerir. Bu sanattan çıkarılacak ders –bir an için bile olsa unutmamak gerektiği–, kendi karşıtının uçurumuna sürüklenir. Üsluplaştırma yönündeki estetik ilke, hatta koronun vakur duası bile, tasavvur edilemez bir sonun sanki bir anlamı varmış gibi görünmesine yol açar; o sonu başkalaştırır, dehşetini hafifletir. Sırf bu bile, kurbanlara haksızlıktır; ama kurbanları başından savmaya çalışan hiçbir sanat adalet talepleriyle de yüzleşememiştir. Umutsuzluğun sedasında bile iğrenç bir olumlamanın izleri görülür. Daha düşük nitelikli eserler de, geçmişe sünger çekmeye yardımcı olduklarından seve seve sindirilir. Soykırım, angaje edebiyatın temaları arasına girip kültürel mirasın parçası haline geldiğinde, cinayeti doğuran kültürle uyum içinde yaşamaya devam etmek daha kolay olur.
Theodor Adorno, “Commitment” [1962], Aesthetics and Politics içinde, İngilizceye çeviren Francis McDonagh (Londra ve New York: Verso, 2007) s. 188-189.
[1] “Artık bize uyku yok”. Adorno, alıntıyı biraz değiştirerek aktarmış. Pascal’ın Pensées kitabında geçen cümlenin aslı şöyle: “Jésus sera en agonie jusqu’à la fin du monde. Il ne faut pas dormir pendant ce temps-là” (İsa’nın çilesi dünyanın sonuna kadar sürecek. O güne kadar uyumamalıyız) – ç.n.