Çağdaş sanatçı ve aktivistler, neoliberal kapitalizm koşulları altında sanatçıların yaşam ve çalışma şartlarını iyileştirmeye yönelik bazı pratikler geliştiriyor. Bilgi ve hizmet ekonomisine doğru kayan post-Fordist değişim, sanatçıların büyük çoğunluğunu güvenceciz çalışma koşullarına sürükledi; sanatçıların faaliyetleri karşılıksız proje çalışması olarak “esnekleştirildi” veya emekleri gittikçe genişleyen meçhul kültür üreticilerinden oluşan “ikincil [enformel] ekonomi”nin parçası olarak değersizleştirildi. Emeğin bu şekilde güvencesizleşmesine bir yandan da muazzam bir müze patlaması, 45 milyar dolarlık bir küresel sanat piyayası ve ABD’de yıllık 763 milyar dolar değerinde bir yaratıcı ekonomi eşlik ediyor. Kanada’da kültürün gayri safi millî hasıladaki payı 2001’de 40 milyon dolarken 2010’da 48 milyar dolara yükseldi.
Ekonomik güvensizliğe karşılık, kültürün devletler ve hayırseverlerce desteklendiği bir tarih de var şüphesiz. Büyük Buhran’dan ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batılı hükümetler sanatı refah devletinin kanatları altına almaya başladılar ve kültürün serbest piyasa ilkelerine feda edilmemesi gerektiği inancına dayanan kültür politikaları geliştirdiler. Ancak 1990’lardan beri kültürü piyasa güçlerinden koruma fikri neredeyse tam tersine döndü; artık yaratıcı endüstri politikaları, yeni piyasaların geliştirilmesine hizmet ediyor.
Günümüzün girişimcilik bolluğuna rağmen, geçimini sağlamakta zorlanan sanatçıların kapitalist bir toplumda sanatçıların da diğer tüm işçiler gibi sömürüldüğü fikri etrafında örgütlendikleri bir tarih mevcut. Sosyalist ülkelerdeki deneyler bir tarafa, yakın tarihteki en bilinen örneklerden biri Sanat İşçileri Koalisyonu (AWC). 1969-71 arasında faaliyet gösteren AWC, sanatçı hakları; kurumsal kapsayıcılık; müze çalışanlarının sendikalaşması; sanat basınında köklü değişim gibi konularda mücadele etti; sanat üretimini metalaşmadan kurtarmaya, veya sanatçıların kendi eserleri üzerinde ekonomik ve ideolojik açıdan daha fazla kontrol sahibi olmasını sağlayacak yöntemler geliştirmeye çalıştı. Julia Bryan-Wilson’a göre, AWC’nin elde ettiği kimi başarılara rağmen, sanatçıları işçi, sanatı da emek olarak tanımlamaya dayalı sol ve sendika yanlısı girişimleri, sanatçılar için kolektif bir kimlik oluşturma noktasında başarı elde edemediği gibi, sanat üretiminde bütünleşik bir siyasi yaklaşım oluşmasını da sağlamadı.[1]
Bryan-Wilson, “sanat işçisi” tabirinin terimlerde çelişki olduğunu öne sürüyor; çünkü sanat, boş zaman etkinlikleri de dahil olmak üzere diğer faaliyetlerle arasındaki farkla tanımlanan, fayda sağlamayan ve üretken olmayan bir faaliyet. Sanatın üretken bir etkinlik olmadığı fikri genellikle Marx’ın Grundrisse (1857-61), Artı-Değer Teorisi (1862-63) ve Kapital’deki (1867, 1885, 1894) yazılarına atfedilir: Marx, örneğin, bir piyanist ile bir piyano üreticisini, veya bir yazar ile yayıncıyı birbirinden ayırır. Biri sanat yaparken, diğeri meta üretmektedir. Bu işbölümü sebebiyle, sanatın yabancılaşmamış veya özgür emek fikrini ifade etme potansiyeli daha yüksektir. Sanatın özgür emek olarak analiz edildiği, yakın tarihte yapılmış en ikna edici çalışmalardan biri Dave Beech’in Art and Value (2015) kitabı. Batı Marksizmi ve Frankfurt Okulu geleneğinde Marksist ekonomi politikten faydalanan birçok kültür kuramcısı var; fakat Beech’in kitabı, hem klasik liberal iktisatta hem de neoklasik (neoliberal) iktisatta sanatın istisnai konumunun içkinliğini masaya yatırması bakımından benzersiz. Sanatın ekonomik açıdan kuraldışı olduğunu öne sürüyor Beech temelde. Sanat emeğinin kapitalizmden etkilendiği ve kapitalizme massedildiği fikrine itiraz etmemekle birlikte, sanat yapma biçimlerinin kapitalist meta mübadelesiyle örtüştüğünü gösteren yeterince delil olmadığını savunuyor.
Beech, sanatın feodalizmden kapitalizme tam anlamıyla geçmediğini ve hâlâ küçük ölçekli üretim gibi “kapitalist” olmayan veya “basit” meta üretimi tarzında kaldığını öne sürüyor. Sanat tacirlerinin, koleksiyoncuların ve müzayadecilerin yaptıkları iş bize sanatın üretimi hakkında ipucu vermez. Beech’in ifadesiyle, “Sanat, sırf satılıyor olmaklığıyla ekonomik vasıf kazanmaz”.[2] Dahası, sanatın istisnai konumu, sanatçının “ruhunu satma”yı reddetmek gibi kahramanca bir tutum benimsemesinin sonucu da değildir. Beech’in analizinde bazı hatalar yok değil; örneğin toplumsal açıdan bakıldığında, sanatın basit üretim olarak var olması, meta üretimini de kapsayan küresel bir işbölümüne bağlı. Beech’in de teslim ettiği gibi, sanatın istisnai konumu kapitalizmi kurtarma aracı olarak da kullanılabilir. Her halükârda, Beech’e göre sanatın yapılma süreci, sanat eserinin kapitalizm içerisindeki akıbetinden farklı bir düzeye aittir. Sanatçılar, sanatçı olarak tanımlanabildikleri müddetçe, kapitalist süreçleri ve piyasa mekanizmalarını kullansalar da kendi üretim araçlarını kendileri kontrol ederler. Sanat toplumsal açıdan kapitalizm tarafından içerilse de, ekonomik açıdan sermaye tarafından içerilmiş değildir. Dolayısıyla kültür politikaları, özellikle de ya kültürü piyasa güçlerinden korumaya çalışan ya da kültürün başlı başına bir piyasa gücü olduğunu savunan politikalar, ekonomik analizle sınanmamış argümanları temel almamalı.
Beech, sanatın kapitalizm tarafından sömürgeleştirilip sömürgeleştirilmediğine karar vermenin en iyi yolunun, post-Fordist toplumlarda emeğin geçirdiği dönüşümü incelemekten geçtiğini savunuyor: kültürel hizmetler de dahil tüm hizmetlerin piyasa ölçütlerine ve performans göstergelerine endekslendiği, sanatçıların üretici kapitalistlere dönüşmesine yol açan dönüşümler bunlar. Beech’e göre küresel kapitalizm koşullarında sanat ancak, bürokratik ve ekonomik denetimden bağımsız kültürel ve entelektüel müştereklerin parçası haline getirilerek kurtarılabilir.
Marc James Léger’in “Neither Artist nor Worker” başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerin çevirisidir. Tamamını okumak için bkz. Neither Artist Nor Worker.pdf
[1] Julia Bryan-Wilson, Art Workers: Radical Practice in the Vietnam Era (Berkeley: University of California Press, 2009).
[2] Art and Value, s. 24.