Modern Sanatın Sarsma Gücüne Ne Oldu?

Herkes yalan söyleyebilir. Oysa sahte bir dünya yaratıp hem kendini hem de başkalarını o dünyanın gerçekliğine inandırmak her babayiğidin harcı değildir.  Yalancı, yalanı ortaya çıktığında şaşırmış gözükebilir; ama bu şaşkınlık numarası da yalanın bir parçasıdır. Oysa, sahtekâr, foyası meydana çıkınca gerçekten şaşırır; nihayetinde etrafında, kendisinin de üyesi olduğu güvene dayalı bir cemaat kurmuştur.

İnsanlar her çağda eylemlerinin sonucuna katlanmaktan kurtulmak maksadıyla yalan söylemiştir. Ama yapmacıklık kültürel bir fenomendir ve bazı dönemlerde daha yaygın olarak görünür. Mesela, Homeros’un tarif ettiği toplumda, ya da Chaucer’inkinde, yapmacıklığın izine pek rastlanmaz. Oysa, Shakespeare’in zamanına gelindiğinde, bu yeni insan türü artık iyiden iyiye şairlerin ve oyun yazarlarının ilgisini cezbetmeye başlamıştır.

Shakespeare’in Kral Lear’inde aslında külliyen kalpsiz oldukları halde kendilerini de babalarını da sevgilerin en içtenini hissettiklerine ikna eden kötücül kız kardeşler Goneril ve Regan sahte bir duygu dünyasına aittirler. Ne var ki, kalpsiz olduklarını kendileri de bilmemektedir ve zaten bu cehalettir böylesine hayâsız kılan onları. Kral Lear’in trajedisi, sahicilikten yoksun insanların gerçek insanları yerinden etmesiyle başlar. 

 

   

  Andres Serrano, Piss Christ, 1987

 

Yapmacık kimse, kendisine uygun olan sosyal konumdan bir başkasını işgal etme hevesiyle, olduğundan farklı bir kisveye bürünen kişidir. Molière’nin Tartüf’ü böyle bir karakterdir. Tıpkı Shakespeare gibi Molière de kofluğun insanın ciğerine işlediğinin farkındaydı. Tartüf, aslında inanmadığı ideallere inanıyormuş gibi yapan sıradan bir riyakâr değildir; bilakis, kendisi kadar sahicilikten yoksun olan ideallerine sıkı sıkıya bağlı olan “çakma” bir karakterdir.

Tartüf’ünkü sahte sofuluktu. 19. yüzyılda dinin çöküşüyle beraber yeni bir tür uydurukçuluk peyda oldu. Dine sırtlarını dönen Romantik şairler ve ressamlar kurtuluşu sanatta aradılar. Yaratıcı yollarla insanlık durumunu aşma yetisiyle donatılmış, yeni bir deneyim durumuna ulaşmak için yerleşik kurallara başkaldıran sanatçının dehasına inandılar. Böylelikle sanat aşkınlığa ve daha yüce bir bilgi türüne ulaşmanın yolu haline geldi.

Böylece, özgünlük, sahici sanatı “çakma”sından ayırt etmenin kriteri haline geldi. Özgünlüğü tarif etmek kolay değil ama elde yeteri kadar örnek var: Tiziano, Beethoven, Goethe, Baudelaire. Fakat, bu örnekler bize özgün eserler üretmenin öyle kolay olmadığını gösteriyor.

Ne var ki, sanatın en yüksek kültürel eser olarak yere göre sığdırılamadığı bir toplumda, özgünlüğün getirisi çoktur. Dolayısıyla, özgünmüş gibi yapmak için de geçerli sebep vardır. Kendilerini muhteşem buluşların mucidi olarak pazarlayan sanatçılarla hakiki avangardın şaşmaz yargıçları kisvesine bürünen eleştirmenler al gülüm ver gülüm halinde uydurma bir dünyada yaşıyorlar.

Böylece, Duchamp’nın ünlü pisuarı modern sanatçılar için bir nevi paradigma haline geldi. Bu iş böyle yapılır, buyurdu eleştirmenler: Bir fikir bul, onu sergile, adına sanat de ve sakın duruşundan taviz vereyim deme. Andy Warhol Brillo kutularıyla, Damien Hirst de salamura köpekbalıkları ve inekleriyle aynı numarayı tekrar ettiler. Her defasında, eleştirmenler, avanak ve geveze tavuklar gibi bu gizemli yumurtanın etrafına üşüştüler ve “çakma” iş, özgün eser olarak kabul görmesi için gerekli olan her tür aygıtla beraber kamuya lanse edildi.  

 

 

  Marcel Duchamp, L.H.O.O.Q., 1919

 

İşin aslı, nasıl ki şakanın tekrarı olmazsa, Duchamp’nınki gibi orijinal jestlerin de tekrarı mümkün değildir. Dolayısıyla, özgünlük kültü çok kısa sürede tekrara yol açar.  Taklit etme alışkanlığı öyle bir kök salar ki, karşımızda duran şeyin katiyen sahte olmadığı, bilakis özgün eserin ta kendisi olduğu yargısından başka hiçbir kesin yargıya varılamaz. Ki bu yargının kendisi de sahte bir yargıdır.   

Sahte özgünlük kültünün kültürel kurumlarımız açısından neden bu kadar güçlü bir çekim gücüne sahip olduğunu sormaya değer. Erken modernistler –müzikte Stravinski ve Schönberg, şiirde Eliot ve Pound, resimde Matisse ve mimarlıkta Loos– popüler beğeninin yozlaştığı, bayağılığın ve kitsch’in pek çok sanat alanını istila edip mesajlarını perdelediği konusunda hemfikirdiler. Modernizm, içten ve samimi olanı, binbir emekle ulaşılmış olanı yapmacık duygu salgınından kurtarmaya yönelik bir girişimdi. Fakat, modernizm yerini yapmacıklık rutinlerine bıraktı.

Daha da ilginci taklit yapma alışkanlığının tam da taklit korkusundan doğmuş olmasıdır. Modernist sanat, yapmacık duygulara ve popüler kültürün avutucu klişelerine karşı bir tepkiydi. Amaç, bizi içli masallarla uyutan sözde sanatı kapı dışarı etmek ve yerine, bir tek gerçek sanatın başa çıkabileceği gerçekliği, modern hayatın gerçekliğini koymaktı. Dolayısıyla, çok uzun zamandan beri, yüksek sanat alanında kamusal kültürün rehavetine şu ya da bu şekilde  “meydan okumayan” herhangi bir özgün üretimin olamayacağı varsayılır.  Burjuvazinin makul ve rahat olana düşkünlüğüne –bir başka deyişle, kitsch ve klişe beğenisine– karşı tepeden tırnağa donanmış olarak gelecekten çıkıveren sanatın görevi rahatsızlık vermektir. Ne var ki, nihayetinde taciz de bir klişeye dönüşür. Formaldehite batırılmış ölü bir köpekbalığından başka hiçbir şey anlık bir infial yaratamıyorsa, izleyiciler şoka karşı öylesine güçlü bir bağışıklık geliştirdilerse, sanatçı da izleyicilerine formaldehite batırılmış ölü bir köpekbalığı sunmalıdır – en azından bu özgün bir jesttir.    

Böylelikle, modernistlerin etrafını, bir tuğla yığınına boş boş bakmanın, on dakika boyunca gık çıkarmadan tahammülfersa bir gürültüye katlanmanın ya da sidikle salamura edilmiş bir haçı incelemenin neden vakit kaybı olmadığını açıklamayı kendilerine iş edinmiş bir eleştirmenler ve menajerler takımı sardı. Yeni türeyen bu menajerler kendilerini tarihin ön saflarında koşan hakiki ilericiler olduklarına inandırabilmek için etraflarını kendi benzerleriyle dolduruyor, onları konumlarına uygun olan her tür komiteye sokmaya çalışıyor, karşılığında da başka komitelere sokulmayı bekliyorlar. Böylelikle modernist müessese tesis olmuş oldu: kültürel kurumlarımızın belkemiğini oluşturan ve “özgünlük”, “ihlal” ve “çığır açıcı yenilikler” ticareti yapan kendi kendine yeten eleştirmenler camiası. Sanat konseyinin bürokratları ve yüksek kademelerdeki müze çalışanları ne zaman kendi oturma odalarına asmayı akıllarından dahi geçirmeyecekleri bir şeye milletin parasını harcayacak olsalar bu terimlere başvururlar. Fakat, bu kavramlar, tıpkı methetmek için kullanıldıkları şeyler gibi birer klişeden ibarettir. Ve böylelikle, klişeden kaçış klişede son bulur; sahici ve özgün olma girişimleri de sonunda kof çıkar.  

 

 

  Damien Hirst, The Kingdom, 2008

 

 

Roger Scruton’un How Modern Art Became Trapped by Its Urge to Shock başlıklı yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.

 

kitsch, Modernizm