Foucault “heterotopya”yı tanımlarken şöyle der: “… kendi görünüşümü bana görünür kılan bir tür gölge; olmadığım yerde duran kendime bakma olanağı veren; aynanın ütopyası…” Ayna metaforu ile başladığı bu paradoksu; olmayan yer-gerçek yer, olmayan ben-gerçek ben ikiliği arasında süren bir oyuna dönüştürür: Bu oyun; zahiri “ben” ve zahiri “mekân”ın derinliklerinde kaybolma pahasınadır; gerçek “ben” ve gerçek “mekân”ı inşa etme amacıyladır.
Biz bugün, burada, zahirilikte kaybolmaktan korkmayarak, gerçek ben ve gerçek mekânın izlerinin sürülmesinden yanayız. Biz, “ayna”yı ütopya yerine “distopya” belleyerek yeni bir oyuna girişilmesinden yanayız.
Bu noktada kendimize sormamız gereken ilk soru: “gerçek nedir”...
21. yüzyılın, karamsarı yansıtmakta ve cehennemi imlemekte ısrarcı “ayna”sına yansıyanlar; faşizm; terör; doğal felaketler; mikro-makro iktidar husumetleri, bu husumetler altında ezilen yığınlar; diktanın binbir türlü yüzü, kaos; cinayetler; unutulan cinayetler; tasarlanan cinayetler; nükleer felaketler; nükleer silahlanma programları; nükleer silahlanma senaryoları; senaryoların bildiğimiz kısımları; 80 ler; 90 lar; darbeler; 80’ler öncesine ermeyen akıllar; devrilen diktatörler; nam salan diktatörler; kanserli hücreler; hücrelere tıkılanlar; hücrelerde kansere yakalananlar; ölümle burun buruna gelenler; hastalıklı meyveler; meyve yiyemeyenler; haber verenler; haber almaya cesaret edemeyenler; etiksiz medya; korkak toplum; “ağ” toplumu; ağsız toplum; örgütsüz toplum… Ve okudukça ya da yazdıkça çağrışım yapan imgelem; aynada yansıyan nice diğer “kötü”ler, “kötülük”ler…
Bu noktada kendimize sormamız gereken bir diğer soru: “mutlak kötü” ya da “mutlak iyi” mümkün müdür”...
Aynaya bakarak çizdiğimiz kara senaryo, “iyi” olanı örtecek kadar güçlü! Durum böyleyken; oyunun kurallarını “distopik” olan üzerinden yorumlamak belki de daha faydalı olacaktır. Herkes aynada kendi distopyasını görecek ve kendi ütopyasını yeniden yazacaktır. Oyunun sonunda varılacak nokta, paradoksu yeniden görmek olabilir; “distopyanın olmayan yer”inin varlığından azap ya da hicap duyulabilir. Bu bir kayıp değildir. Aksine; öngörülen sonuç budur. Bu oyunda kazanmak kaybetmekten geçer. Umudun mekânını ve bu mekânın yerlisi kolektif bedeni inşa etmek; ancak ve ancak ayna distopyasının zahiri derinliklerinde kaybolmak ve gerçek dünyada ütopya umudunu yeniden doğurabilmekten geçer.
Bu noktada kendimize sormamız gereken bir diğer soru: “ne umut ediyoruz”...
Umudu besleyen direnişin yok edildiği, karşıtlığın ve muhalifliğin anlamını yitirdiği, taraf olmanın bertaraf olmaktan kurtaramadığı bir yeri işaret eden distopyalar, günümüz kentlerini sarmalayan bir kabusun yer yer gerçeklik bulan haline dönüşmektedir. Bugün, distopyanın aynasında bulacağımız umudun, ütopyaya addedilen aşkın dilin boyunduruğundan kurtulması ve distopyanın fiziksel gerçekliğini yıkabilecek “kudrette” olması gerekmektedir. Bağlamından kopmuş, bugünün gerçekliğine dokunmayan söylemlerle bir ütopya kurgulamak, bizi söylem üstü söylemlerden ve aynadakilere değemeyen vaatlerden öteye götürmemektedir.
Bu noktada kendimize sormamız gereken bir diğer soru: “yeni bir dil mümkün müdür”...
Tekil olanı gözeten, tekil olanın gözünden kurgulanan, disipline eden, ezen, kimliksizleştiren, unutan, unutturan, parçalayan, bölen ve eninde sonunda ötekileştiren kimi ütopyaların aşkıncı söylemlerinden kurtulmak önemlidir. Disiplin, düzen, tertip ve denetim gibi esasında erk olana hizmet eden söylem baskılayıcılarından vazgeçip, tekile mesken bir cenneti değil, tikelliklerin aynı saikle inşa ettiği, “hiyeraşik kodlamalardan arınmış” bir düzeneğin ihtimalleri üzerinde düşünülmelidir. Bu mekân, mimarlığı moda dergilerinin sayfalarından çıkarıp; onu politika, sanat ve toplum arasındaki bağı her seferinde yeniden inşa eden bir dönüşüme götürecektir. Mevcut düzen içerisinde hasıl olacağına inandığımız bu dönüşüm ve direniş, güç sahiplerinin, benzerlerin ve türdeşlerin değil; çoklukların, aksakların, yoksun olmasa dahi yoksul kalanların, yersiz-yurtsuzların, eksik bırakılanların, ve pek tabii eksik bırakılanların her daim arkasında duranların, aynı toprakta yeşermese de aynı yolda aynı hevesle emek verenlerin ütopyalarına ışık tutacaktır inacıyla buradayız.
Bu noktada kendimize sormamız gereken bir diğer soru, ironik olsa da: “çok mu ütopiğiz”...
ODTÜ Mimarlık Fakültesi öğrencileri ve akademisyenleri tarafından desteklenen bir oluşum olan Kolektif Mimarlık, işte tam da bu kırılma noktasında, “umudun mekânları”nın üretiminin ancak günümüzün karşı ütopyalarını tartışmakla mümkün olacağını bir kez daha hatırlamakta ve ötesinde düşlenecek ütopyaların inşasında kolektif üretimin gücüne; tüm hegemonyacı ilişkileri reddeden, her türlü otoritenin yaygın yerleştirmelerine meydan okuyan bir mimarlığın direnişçi savunucularına inanmaktadır.
Bu noktada sözümüzü bitirirken Gökhan Kodalak ın ütopyalar üzerine yazdığı metinden bir alıntıya kulak verelim:
“Mimarlığın artık hantallaşan kördüğümleriyle yüzleşme vakti geldi. Mimarlığın kayıp tacını ve Tanrı'nın kentini aramak yerine, insanlığın kentine dönmenin vakti geldi…, Mimarlığın, korumacılığı tarihi dondurarak kentsel yaşamı pazarlanabilir bir katatoniye sürüklemekten, ekolojiyi Doğa Ana'nın kutsal ve nostaljik bütünlüğüne geri dönüş olarak tahayyül etmekten, virtüeli kartezyen düzenin sanal bir tekrarıyla ketlemekten vazgeçmesinin vakti geldi.
Tüm bunlar mümkün mü diye sorulacak olursa, anonim bir Mayıs 68 grafitisinde yazdığı üzere; ‘mümkün değil fakat zaruri’.”