Paris Komünü'nde barikatlar
Bundan kırk sene önce, Fransız filozof Louis Althusser devletin bireyleri nasıl birer özne/tebaa olarak çağırdığını tarif etmiştir. Buna verdiği örnek meşhurdur: Bir polis memurunun sokak ortasında size “Hey, baksana!” diye seslenmesi. Bunu duyan kişi, memura döner ve “sadece bu 180 derecelik fiziksel dönüşle özne/tebaa haline gelir”. Birey, seslenilen (durdurulan) kişinin kendisi olduğunu farz etmekle, tabiiyetini de kabul eder. Althusser’in seslenen polis imgesi, durdurma/tutuklama [arrest] fikri üzerine kurulu bir devlet aygıtına (ve buna tekabül eden bir öznelliğe) işaret eder. Polisin sesi, esas itibarıyla, onu işiten herkesi durdurur, insanların gidip gelişini dondurur.
21. yüzyılın liberal demokrasilerinde devlet aygıtının bu durdurma/tutuklama işlevi tamamen ortadan kalkmamakla birlikte yavaş yavaş gettolaştırıldı (yani, ana-akım kültürün dışına itilerek göçmen veya azınlık topluluklarına odaklandı). Artık bu işlevin yerini, yine bir Fransız siyaset bilimcisinin, Jacques Rancière’in belirttiği gibi, bambaşka bir polisiye işlev aldı: yolda duranlara “İlerleyin! Bakılacak bir şey yok” diyen polis memuru imgesinde özetlenen bir işlev. Durdurma/tutuklama işlevi esasen bir aksatmaya, alıkoymaya dayalıyken, ikinci işlev her şeyden önce insanların, malların ve hizmetlerin durmadan akmasını temin eder: “Polis, bakılacak hiçbir şey olmadığını, yolunuza devam etmekten, hareket etmekten başka yapmanız gereken hiçbir şey olmadığını söyler.” Bu yeni işlevde, ister bir kaza olsun, ister merdivenaltı atölyelerde üretilmiş ucuz giyimlerle ilgili etik bir problem, veya kitlesel bir gösteri olsun, polisin rolü hep aynıdır: ne pahasına olursa olsun, insanların, malların ve hizmetlerin akmasını sağlamak. Rancière’e göre, artık polislerin asıl derdi, tutuklama veya bastırmadan ziyade, toplumun işleyişini durduracak, toplumun durmasına sebep olacak hiçbir şeyin ortaya çıkmamasıdır.
Benim savım, polisin işlevinde zamanla gerçekleşen bu değişimin, günümüzde siyasi mücadelenin amacını da değiştirdiği. [Fast-food’a karşı] Slow Food, Korumacılık (ekolojik veya yerli-kültüre yönelik), Savaş Karşıtı, Küreselleşme Karşıtı, Radikal Çevrecilik – bu mücadele alanlarının ve başlıklarının hiçbiri, hareketi durduran durağan bir devlet yapısını hedef almıyor; bilakis, dizginsiz ve sürekli hızlanan bir kapitalist sistemi bizzat durdurma veya alıkoyma derdindeler. Bu açıdan bakıldığında, bu mücadalelere verilen adlar –çevrecilik hareketi, küreselleşme karşıtı hareket, slow food hareketi– en iyi durumda terimlerde çelişki, en kötü durumda ise karşı çıktıkları güçler tarafından özümsenme riski içeriyor (çevre dostu temizlik malzemeleri, adil ticaret endüstrisi vs. gibi).
*
Marx, devrimlerin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söyler. Ama durum çok farklı olabilir. Belki de devrimler trenin hızla gidişini değil, insanlığın imdat frenini çekişini temsil ediyordur.
Walter Benjamin
2011 yılının Ocak ayından itibaren Kuzey Afrika’da yeni bir isyan biçimi doğdu ve birkaç ay içinde dünyanın dört bir yanına yayıldı. Bu isyanların gerçekleştiği alanlarda, Zuccotti ve Gezi parklarında, veya Tahrir, Puerta del Sol ve Syntagma meydanlarında yaşananlar, hem devrimle ilgili polisiye anlayışlarda hem de politik mücadele kuramı ve pratiğinde sarsıcı bir etki yarattı. Bu alanlarda olan şey, hareket değil, durdurma idi, dağılma değil kalıcı işgaldi.
Syntagma Meydanı
Puerta del Sol
İşgalin Demokratik Mekânı
25 Ocak 2011 günü, Mısır’ın dört bir yanından yüzlerce insan Kahire’deki tek bir meydanda toplanmaya başladı; daha da önemlisi, ilerleyen günlerde orada kalmaya karar verdi. Devlet aygıtı (800’den fazla insanı katledip) meydandan çekildikten sonra, kendi başlarına kalan bir milyondan fazla insan, meydanın dışını hedefleyen bir isyanı devam ettirmek için o meydanda nasıl birarada yaşayacaklarını keşfetmek zorunda kaldı.
Birkaç ay sonra, Yunanistan’da ayaklanmaların kalbi konumundaki Syntagma Meydanı’nda da benzer şekilde toplumsal mekân yeniden yapılandırıldı. Meydanı işgal eden insanlar her gece toplanan bir Genel Meclis kurdular; yiyecek, korunma, yardımlaşma, bahçecilik, enformasyon ve medyadan sorumlu çeşitli altkomiteler isyanın şekillendirdiği çoğul (fiziksel ve kavramsal) mekânlar yarattılar ve isyanı her gün yeniden tanımladılar.
ABD’de, 17 Eylül 2011’den itibaren benzer sahneler yaşandı: yaklaşık 1500 kişi Wall Street’i işgal etmek için biraraya geldi. Küresel finans kapitalin sembolü olan caddenin yoğun polis barikatlarıyla kapatılmış olduğunu gördüklerinde, Manhattan’ın finans merkezinden Zuccotti Parkı’na yürüdüler. İzleyen haftalarda Zuccotti Parkı finans sektörünün hegemonyasına karşı protestoların merkezine ve işgalcilerin adil bir Amerikan toplumuna dair tasavvurlarının küçük ölçekli bir temsiline dönüştü. Parkta kurulan çadırlar Manhattan’ı tanımlayan kesintisiz mal, hizmet ve insan trafiğini kesintiye uğrattı. Kampın kinetik yapısı hareket değil, durdurmaydı. İşgal, insanları durmaya zorluyor ve onlara şöyle sesleniyordu: “Bak, burada neler yapıyoruz.”
Zuccotti Parkı, kitaplık
İki sene sonra, Türkiye’nin geniş kesimlerinden insanlar AKP hükümetine karşı ayaklandıklarında, 2011 senaryosu çoktan küreselleşmişti. 2013’ün Haziran ayının ilk haftasında, İstanbul’un merkezindeki bir parkın yıkımına karşı çıkan pek çok farklı gruptan eylemcinin protestoları, Türkiye’nin 60 kentine yayıldı ve milyonlarca insanı sokağa döktü. 8 Haziran’da polis Taksim Meydanı’ndan çekildi, en azından geçici bir süreliğine Meydan’ı göstericilere bıraktı. Göstericiler, Meydan’a çıkan ana yollar üzerinde her 50 metrede bir barikat kurdular. Bir hafta içinde Taksim ve Gezi Parkı “kurtarılmış bölge” haline geldi – Türkiye’nin büyük kısmında polis güçleriyle süren şiddetli çatışmaların ortasında, üzerine titrenen bir vaha…
Sonuçta, politik açıdan akıbetleri ne olursa olsun, 2011’den beri yaşanan küresel isyanlar kamusal alanın kitlesel ve sürekli biçimde işgal edilmesini 21. yüzyılın hâkim politik mücadele biçimi olarak yerleştirdi: mevcut düzen içinde yönetilmeye itiraz eden ve –eşit derecede önemli olmak üzere– mevcut düzenin dışında bir toplum kurmanın sorumluluğunu, onurunu ve her şeyden çok da mutluluğunu keşfeden insanların biraraya gelmesi. Böyle yapmakla bu insanlar kitlesel bir politik isyan ile onu takip etmesi muhtemel demokrasiyi birbirinden ayıran dönemleştirmeyi sarstılar. Bu işgallerin tümündeki ortak özellik, bilfiil isyanın mekânı ve zamanı içinde demokratik biçimler yaratmalarıydı. Bu, hareket etmeye değil, toplumsal ilişkileri ve mekânları kolektif biçimde yeniden yapılandırmaya yönelik alanlar oluşturmak üzere durdurma ve işgal etmeye dayalı bir politikayla mümkün oldu.
İstanbul, forum
"Brezilya yapımı" gaz fişeği
Özellikle Brezilya ile Türkiye arasındaki dayanışmada açıkça görüldüğü üzere, insanlar ortak bir küresel mücadele içinde olduklarını giderek daha fazla fark ediyorlar. Bu bağlar, aynı zamanda, yeni doğan küresel bir polisiye aygıtın uluslararası niteliğine de dikkat çekiyor: İstanbul’da polisin kullandığı, üzerinde “made in Brazil” yazan bir gaz fişeğinin Türkiye ve Brezilya sosyal medyasında ânında yayılan fotoğrafı, acı bir ironiyle, bu durumu mükemmel biçimde özetliyor. Bu bağların, gelecekteki işgallari ulusal bağlamlarından koparıp neoliberal düzene ve polislerine karşı küresel bir ayaklanmaya dönüştürüp dönüştürmeyeceğini hep birlikte göreceğiz.
Mehmet Döşemeci’nin 5 Kasım 2013’te RoarMag’de yayınlanan Don’t move, Occupy! Social Movement vs. Social Arrest başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.
.