Aşağıdaki metin, Isabelle Graw’un, Berlin’de yaşayan filozof Samo Tomšič’le, The Labour of Enjoyment: Towards a Critique of Libidinal Economy [Keyif Emeği: Bir Libidinal Ekonomi Eleştirisine Doğru] adlı son kitabı üzerine Texte zur Kunst dergisi için yaptığı söyleşinin ikinci kısmından kısaltılarak çevrildi. İlk kısmın çevirisi için bkz. Keyif, Emek, Sömürü: Libidinal Ekonominin Eleştirisi
Samo Tomšič, Humboldt Üniversitesi’nin disiplinlerarası "İmge Bilgisi Biçimlendirme" programında araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Türkçede yayınlanan kitabı: Kapitalist Bilinçdışı: Marx ve Lacan
Isabelle Graw: […] Kitabınızda psikanalizin, kimliği istikrarsızlaştırmayı sağlayacak bir yol sunduğunu öne sürüyorsunuz. Hatta bir “kimliksizlik/özdeşliksizlik politikası” [non-identity politics] sunduğu gerekçesiyle psikanalizi övüyorsunuz. Kendi içinde yabancılaşmış kimlik mefhumunuza katılmakla birlikte, önerdiğiniz bu “kimliksizlik politikası”nı tüm kimliklerin benimseyebileceği konusunda şüpheliyim. Çünkü insan kendini, ayrımcılığa işaret eden bir kimliğin damgası altında bulmuşsa, o kimliğin de diğerleri kadar değerli sayılmasında ısrar ettiğinde ister istemez o kimliği üstlenmek durumunda kalabilir. Kimliksizlik politikasını nasıl tarif edersiniz? Bir “komünist kimliksizlik politikası” fiilen nasıl olurdu?
Samo Tomšič: […] Bir noktayı kesin ve net biçimde ortaya koymam gerek: Ben kimlik politikasının tarihsel olarak içinden türediği ayrımcılık ve sömürü karşıtı mücadeleleri değil, bu politikanın liberal çerçevede ehlileştirilip özgürleştirici bir siyasi evrenselcilik hedefinden koparılmasını eleştiriyorum. Benim sorunum, kimlik politikasının liberal temellükü ve tekilleştirilmiş mücadelelere dönüştürülmesi. Radikal kimlik politikası, ırk, toplumsal cinsiyet ve sınıf düğümünden yola çıkar, dolayısıyla kapitalizm ve ekonomik tecrit eleştirisini, libidinal ekonomi ve cinsel tecrit eleştirisini, ırkçılık ve etnik tecrit eleştirisini kapsar. Irk, toplumsal cinsiyet ve sınıfın, özgürlük siyasetinde Lacan’ın deyişiyle bir Borromeo düğümü oluşturduğunu söyleyebilirim: Yani bunlardan biri çıkarılırsa her şey dağılır. Bu düğüm, kimlik politikasının tikel çeşitlemeleri için ortak bir anti-kapitalist zemin sağlar. Ama liberal kimlik politikasının neredeyse tümüyle dağıtıp siyaseten bölme aracına dönüştürdüğü zemin de budur. Başka türlü söylersek, düğümü koparmak eninde sonunda beyazlığın, heteronormatifliğin ve erilliğin egemenliğine katkıda bulunur. Liberal ve neoliberal ideolojinin onlarca yıldır bizi kendi tedrisatından geçirerek “sınıfın ötesinde” düşünmeye veya fazla ideolojik, dolayısıyla yapay olduğu gerekçesiyle sınıf meselesini tümden terk etmeye sevk ettiğini hepimiz biliyoruz.
Psikanalizin kimliklerin istikrarsızlığına, kimlik ile kimliksizliğin iç içe geçişine odaklandığını söylemek şu anlama geliyor: Psikanaliz kimliği bir süreç olarak ele alır; tarihin, çoğunlukla da travmatik bir tarihin sonucu olan ve merkezinde yabancılaşma ile sömürü arasındaki bağların yattığı bir süreçtir bu. Kimlik politikasının kapitalist temellükü, yüzeysel bir kimlik anlayışının işaret ettiği istikrarlı ve kapalı kimlik fantezisini canlandırır. Farklı öznellikler arasına aşılmaz ve keskin ayrım çizgileri çeker, böylelikle bunların ortak bir siyasi anlayışta örgütlenmelerini engeller. Biraz biçimsiz bir ifadeyle “komünist kimliksizlik/özdeşliksizlik politikası” dediğim şey, farklılık veya özdeşliksizliğin, kimlikler arasında var olan ve böylece öznelliklerin birbirinden ayrılmasına zemin hazırlayan bir şey değil, kimliğe nakşolmuş ve negatif bir “öznel ortaklığı” temsil eden bir şey olduğunu vurgulayan bir politikayı temsil ediyor: kapitalist yıkıma karşı ortak bir mücadelede siyasi öznelliği birleştirip örgütleyen, dolayısıyla tikel kimliklerin tarihlerindeki farklılıkları yadsımayan bir şey.
Isabelle Graw: […] Bana öyle geliyor ki şu anda sadece sağ kanat maskülinistler arasında değil solcular arasında da, psikanalizin süreç halindeki istikrarsız kimlik mefhumuna karşı güçlü bir direnç söz konusu. İstikrarsız bir kimliğin kabul edilmesi, siyasi yelpazenin tüm taraflarında büyük korku uyandırıyor gibi. Dirençten bahsetmişken, kitabınızda psikanaliz ile eleştiri arasında kurduğunuz koşutluklar gerçekten çok hoşuma gitti: ikisinin de aynı direnç türüyle karşı karşıya olduğunu söylüyorsunuz. Psikanaliz için bu bilhassa geçerli, bence günümüzde psikanaliz etkisiz olduğu varsayılarak bir kenara bırakılıyor ve onun yerini popüler bir rehberlik kültürü alıyor. Öte yandan eleştiri de epey bir süredir saldırı altında: ya ayrımcı olduğu öne sürülerek hükümsüz kılınması gerektiği iddia ediliyor, ya da artık sosyal medyadaki şipşak değerlendirmelere yerini bıraktığı için yapısal açıdan gereksizleştiği varsayılıyor.
Kitabınızda psikanaliz ile eleştiri arasındaki kavramsal örtüşmelere de dikkat çekiyorsunuz: Marx’ın da Freud’un da bir “derinlemesine çalışma politikası”nı [politics of working-through] hedeflediklerini söylüyorsunuz; gerek analiz emeğinin gerekse eleştiri emeğinin, “bu semptomatik öznelliği (örselenmiş hayat, sömürülen öznellik) potansiyel bir devrimci öznede seferber edip örgütlediğini” iddia ediyorsunuz. Marx’ın ekonomi politik eleştirisinin, ve aynı zamanda Freud’un psikanalizinin, örselenmiş hayatı devrimci bir özneye dönüştürme hedefini biraz açar mısınız? Son olarak, bu özne kendini devrimci olmayan öznelerden nasıl ayırt edecek?
Samo Tomšič: Liberal demokrasi de çağdaş popülizm de kimliğe öznelliğin nihai istikrarlı zemini olarak muamele ediyor. Tabii önemli bir fark var: Liberalizm bunu soyut ekonomik tecritle birleştirirken, popülizm açıktan açığa en bayağı cinsiyetçi, ırkçı ve milliyetçi ayrımları canlandırıyor. Yine de hem liberalizm hem popülizm, kimlik politikasının “saptırılmasını” temsil ediyor. Psikanalizde ve ekonomi politiğin eleştirisinde, ayrıca feminizm, anti-kolonyalizm, LGBTQ+ vs. hareketleri içindeki bazı akımlarda, istikrarlı, normatif ve normalleştirilmiş kimlikleri sorgulama girişimlerine rastlıyoruz, hatta öznelliği temellendirecek istikrarlı bir zemin bulunmadığını göstermek suretiyle öznelliği “hudutlarından arındırma” çabası var. Liberalizmin riyakârlığı her zaman şurada yatmıştır: Görünürde çoğulculuğu benimsiyor gibi yapıp, beyazlık, heteroseksüellik ve erillikten oluşan normatif irtibatı yeniden üretmeyi sürdürmüştür. Lacan’ın “normal” kelimesiyle yaptığı oyun geliyor aklıma ister istemez: norme male, yani “eril norm”.
“Derinlemesine çalışma”dan bahsettiniz: Psikanalizin klinik ortamında gerçekleştiğinde bile son derece toplumsal bir süreçtir bu. Freud şu konuda şüpheye yer bırakmaz: Derinlemesine çalışmada, tedaviye –dolayısıyla değişmeye– direnç gösterme olasılığından bağışık bir dışsal konum yoktur. Analistler, kendilerinin de istisna olmadıklarını akıllarından çıkarmamalıdırlar. Derinlemesine çalışma, toplumsal koşulları idame ettiren ve özneler olarak yerimizi belirleyen sembolik (dilsel, ekonomik, epistemik vs.) ilişkileri, yapıları ve kurumları dönüştürmeyi hedefler. Buradan radikal özgürlük siyasetine geçmek gerekirse, devrimci öznenin diğerlerini dışarda bırakan tek bir toplumsal gruba, azınlığa veya sınıfa sıkıştırılması hem yanlış hem de imkânsızdır; bunu yapmak, tehlikeli bir fetişleştirmeye yol açar. Burada da yine kimlik politikasının liberal çerçevede ehlileştirilmesinin, neden bu politikayı kapitalist sistemin taleplerine uygun bir şeye dönüştürdüğünü görebiliyoruz. Liberal kimlik politikası, farklılığı, kimliğin istikrarını içerden bozan bir şey olarak değil, sözümona istikrarlı kimlikleri birbirinden ayıran bir sınır olarak olumluyor; buna göre, kimlikler arasında herhangi bir “öznel ortaklık” yok, dolayısıyla birleştirici bir siyasi oluş, bir dayanışma, ve nihayet o “ortaklık”tan çıkarılabilecek herhangi bir “-izm” de yok.
“Eleştiri” konusuna gelirsek, Marx’ın Alman İdeolojisi’nde “eleştirel eleştiri”yi alaya alışı geliyor aklıma. “Eleştirel eleştiri” –yani kendi içine gömülmüş, kendine yeten eleştiri– bugün sadece medyada ve siyasette değil, sanatta ve beşeri bilimlerde de egemen. Bu yüzden, dönüşüm yaratabilecek düşünce olarak radikal anlamda “eleştiri”nin, sonunda yüzeysel eleştirellikle karıştırılmasına şaşmamak gerek. Marx’ı okuduğunuzda, eleştiri emeğinin, kapitalist sistemin örgütlü direncine karşı yeni bir düşünme ve eyleme yönelimini hayata geçirme çabasından oluştuğunu görüyorsunuz.