Keyif, Emek, Sömürü: Libidinal Ekonominin Eleştirisi

Aşağıdaki metin, Isabelle Graw’un, Berlin’de yaşayan filozof Samo Tomšič’le, The Labour of Enjoyment: Towards a Critique of Libidinal Economy [Keyif Emeği: Bir Libidinal Ekonomi Eleştirisine Doğru] adlı son kitabı üzerine Texte zur Kunst dergisi için yaptığı söyleşinin ilk kısmından kısaltılarak çevrildi. Söyleşinin, kimlik politikası ve eleştiriyi konu alan ikinci kısmından seçilmiş pasajlar da e-skop’ta yayınlanacaktır.   

Samo Tomšič, Humboldt Üniversitesi’nin disiplinlerarası "İmge Bilgisi Biçimlendirme" programında araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Türkçede yayınlanan kitabı: Kapitalist Bilinçdışı: Marx ve Lacan

 

Isabelle Graw ve Samo Tomšič, Berlin, 2019.

 

Isabelle Graw: The Labour of Enjoyment: Towards a Critique of Libidinal Economy (2019) adlı kitabınızda, aslen keyif üretiminin kapitalist sistem için vazgeçilmez bir emek biçimi olduğunu öne sürüyorsunuz. Marx ve Freud’dan mülhem kavramları özgün bir tarzda birleştirerek, kapitalizmi, keyifin can alıcı ama sorunlu bir rol oynadığı bir “libidinal” ekonomi olarak tarif ediyorsunuz. Sömürü ile keyif arasındaki katmanlı bağları gösterme şekliniz gerçekten çok etkileyici. Fakat, aslında sistem için çalışıyorken bir yandan da keyif alıyor olmamız kafamı kurcalamadı değil… Kitabınızda bununla ilgili birkaç örnek var; ben de acaba sosyal medyayı düşünüyor olabilir misiniz diye merak ettim kitabı okurken: selfie’lerimizi yayınlarken aldığımız zevkin sosyal medyada sömürülüyor olması gibi?

Aklıma gelen bir diğer soru da, gerçekte işlerinden nefret eden insanları teorinize nasıl dahil ettiğiniz oldu: hizmet sektöründe güvencesiz işlerde çalışan insanlar, mesela kuryeler… Yaptığı işe karşı belli bir miktar husumete sanatçılar arasında bile rastlamak mümkün, tabii onlar sözgelimi bir ücretli işçiye kıyasla çalışmaları üzerinde çok daha fazla belirleyiciliğe sahipler. Fakat yine de tüm işlerin kitapta öne sürdüğünüz gibi “keyif temeline dayandığı” konusunda şüpheliyim. Hiçbir keyif verici yanı olmayan onca işi göz ardı etmiyor musunuz?   

[…] Son olarak, dilin devreye girme şekli konusunda daha ayrıntılı konuşmak isterim. Dili bir “keyif fabrikası” olarak tarif ediyorsunuz, ama öte yandan öznelerin dil ve emek üzerinden yabancılaşma biçimlerine işaret ediyorsunuz. O halde nasıl konuşacağız? Dili, keyifin ötesinde kullanmanın bir yolu var mı, ve eğer varsa arzu edilir bir şey olur mu bu?

 

Samo Tomšič: Lacancılığın kapitalizm eleştirisine katkısını şu noktada özetlemek mümkün: Keyif, yapısal açıdan, artı-değerle aynı konumu üstlenir. Lacan, kapitalizmin öznel alanda yarattığı en büyük devrimin, keyifi sayılabilir, hesap edilebilir bir şeye dönüştürmesine dayandığını söylemişti. Artı-değer bu sayede dışsallaşmış keyif olarak tarif edilebildi: düşüncelerimizden, bedenlerimizden ve eylemlerimizden çıkarılıp değere tercüme edilen bir keyif. Instagram ya da Facebook gibi şirketler, keyifin bu şekilde niceliğe dökülmesini en bariz biçimde gösteren örnekler, zira iş modelleri bizim zorlantılı paylaşım dürtümüzden kâr devşirmek üzerine kurulu. Psikanaliz, Marx’ın Kapital’deki ilginç bir içgörüsünün kabulüne de imkân veriyor. Marx’a göre, artı-değer üretimi ile buna tekabül eden daimi ekonomik büyüme saplantısının sistemdeki özerk bir kuvvete işaret ettiği zorlantılı bir sistem içinde yaşıyoruz. Ayrıca şunu da eklemek gerekiyor ki, keyif “doğru ölçü” diye bir şey tanımaz; çok fazla ile çok az arasında gidip gelir. Bunun en bariz örneği tüketimciliktir. Marx daha o zamandan, metaların insan ihtiyaçlarını karşılamak için değil, üretilmek için üretildiklerine dikkat çekmişti. Dolayısıyla metalar tatminden çok tatminsizliğe sebep olur.

Şimdi bunu, işlerinden nefret eden insanlar konusunda verdiğiniz örneğe bağlayacak olursam, bu nefretin de aynı sorunlu zorlantıya işaret ettiğini söyleyebilirim. Neoliberal kapitalizm koşulları altında, yaptığımız işten keyif alma buyruğuyla karşı karşıya kalıyoruz, dolayısıyla hayatlarımızdaki temel zorlamadan ve onun üzerine kurulduğu sömürü sisteminden de keyif almaya zorlanıyoruz. Neoliberalizmin “girişimci benlik” fikrinin esası budur: sömürü içselleştirilir; artık dışardan gelen bir şey değil, hem kendimizle hem de başkalarıyla aramızdaki en temel ilişki, içsel ahlakımız haline gelir.

Buradan şu soruya geliyorum: Sanatçıların, sözgelimi beşeri bilim araştırmacılarıyla ortak yanları nedir? İkisi de halkın gözünde toplumsal açıdan verimli bir iş yapmaz, kamu kaynakları üzerinden asalakça vakit geçirirler. Tabii bu “eleştiri”deki riyakârlık, sanat veya akademi piyasasındaki “lümpen proleterleşme” diye tarif edebileceğimiz gerçek durumu göz ardı ediyor: sanatçılar ve araştırmacılar, siyasi örgütlenme girişimlerini bile ayakta tutmaya yetmeyen koşullar altında, ağır bir güvencesizleşme ve (kendini) sömürüye maruz kalıyorlar. Bu insanların işlerinden nefret etmeleri kadar mantıklı bir şey yok, ama bu onları nihayet başarıya ulaşma umuduyla piyasada çalışmaya devam etmekten alıkoymuyor. Kapitalist ahlakın temel özelliklerinden biridir bu: Keyiften feragat ediyorum, yani gelecekte kâr elde etmek için şu anda sefil bir hayata tahammül ediyorum. Ama bu gelecek çoğunlukla seraptan ibaret. 

 

Manga endüstrisindeki sanatçıların ağır ve güvencesiz çalışma koşullarına işaret eden bir yazıya ait görsel. Kaynak: www.animefeminist.com
  

Son olarak, dil konusunda söylediklerinize cevap vereyim. Psikanalizin bakış açısından, dil ile keyifin birbirlerinden ayrılabileceğini düşünmek yanlıştır. Bazı felsefe ekolleri, özellikle mantıksal pozitivizm ve analitik felsefe gelenekleri, böyle bir şeye kalkıştı ama hep başarısız oldular, çünkü dili keyiften ayırmak temelde dili yaşayan bedenden ayırmayı gerektirir. Bu anlamda ideal bir dil yoktur.

Siyasette de buna benzer naif girişimlere rastlıyoruz; “popülizme dönüş” denen olguda siyasi dilin başkalaşımı meselesine geliyorum buradan. Trump gibi figürlerin kamusal söylemi işgal etmelerinden önce, “demokratik” siyasetçilerimiz steril bir dil konuşmak üzere eğitilirdi: neredeyse yapay diye tanımlayabileceğimiz bu dil sayesinde, bir şey söylüyormuş görüntüsü yaratırken aslında hiçbir şey söylememeyi başarırlardı. Siyasetçilere konuşurken her türlü duygu, heyecan, öfke vs. belirtisini zaptetmeleri veya saklamaları öğretilirdi. Popülist figürüyle birlikte karşımıza söylemsel keyif paradigması çıkıyor. Trump bu gelişmenin en uç örneği, çünkü onun dili hem sürekli bir gramatik çözülüş hali içinde, hem de son derece kıt bir sözdağarına sahip. Ama yine de keyifle, şiddetle, yakışıksızlıkla yüklü. Kitleler üzerinde etkide bulunuyor. Günümüz popülizminin tehlikesi, bu gerçeğin ziyadesiyle farkında olmasına dayanıyor. Sağ cenahtaki güçler, dilin bu etkisinden sol cenahtakilere kıyasla çok daha büyük maharetle yararlanıyorlar.

sanat ve emek