Mesaj yasanın ihlalinde belli bir sınırı aştığında, bunun otomatik sonucu yasaya yönelik nostalji olur.
Dilsel saldırıların ahlaki veya davranışsal saldırılarla aynı işlevi gördüğü öne sürülebilir: Uç noktaya taşındıkları takdirde, ikisi de bu türden bir nostaljiye yol açar ve yasayla eleştirel bir hesaplaşmaya götürmek yerine sonunda onu yeniden onaylarlar. Dolayısıyla kendini saldırı altında hisseden bir burjuvazi, zaten bildiği şeyi sanki yeniymiş gibi bir kez daha seçme hakkını görür kendinde.
Ahlak veya davranışla ilgili meselelerde ölçüsüz bir saldırı (intihar, şehitlik veya günümüzde şiddetli öfke), “en büyük saldırı”yla ilişkilendirilerek ve ona bağlanarak gerekçelendirilir –üzerinde düşünülmüş bir kararla, iradi olarak veya siyasi bilinçle yapılmaz bu. “En büyük saldırı”: siyah olmak, yoksul olmak, Yahudi olmak, eşcinsel vs. olmak. Burjuvazinin tepkisi –normu özlemesi ve kendini yeniden onaylaması– buna tamamen uygun düşer. Ancak, ölçüsüz bir dilsel saldırı için aynı şey geçerli değildir; böyle bir saldırı, bir siyahinin yüzündeki, bir dilencinin kokusundaki, bir Yahudi’nin şaşkınlığındaki veya bir eşcinselin tahrikindeki safiyeti taşıyamaz. Tüm bunların, ancak varoluş düzeyinde (bedenen) tecrübe edildiklerinde bir anlamları olabilir ve siyasi bilinç taşıyabilecekleri gibi (ki o zaman salt “doğal” olmaktan çıkıp devrimci olurlar) taşımayabilirler de. Halbuki dilsel arayışlar, şiirsel mesajlar, kültürel düzeyde alınır; bedenen değil, bilinçte tecrübe edilirler. Dolayısıyla bu tür mesajların tahrik ettiği saldırıya uğramışlık hissi, varoluşsal bir dehşet duyulmadan savuşturulabilir ve sebep oldukları yasa nostaljisi (ve yasanın yeniden onaylanması) donuk, kısmi ve etkisiz olur.
“İletişim teorisi”nin ortaya koyduğu teorik kural aşımları listesine bel bağlamak safdillik olacaktır – atom enerjisini tasvir etmek için tuvali küçük noktacıklarla dolduran bir ressam gibi. Gelgelelim, kuralı modern dilbilimdeki teorik tarifi uyarınca ihlal etmek için başvurulan bu mekanik araç, 1960’ların başındaki avangardın gülünç ve kendini bilmez hatasıydı.
Bugün şiir gerçek anlamda miladına dönmüştür. Bir yandan, her türlü mekanik ve programlı “kural ihlali” tüketilmiştir (her ne kadar pratikte, sayısal kombinasyonlar kadar sınırsız olsalar da). Öte yandan, ahmaklık derecesinde ölçüsüz olan bu kural ihlallerinin sebep olduğu yasa nostaljisi tamamen galebe çalmıştır.
Bu milatta şiirin, bir tür pan-semiyolojik çerçeveye yerleşmediği müddetçe geri gelmesi mümkün değil – fiziksel, varoluşsal bütünlük kazanması ancak eylem yoluyla gerçekleşebilir. En azından, sahte ‘kural düşmanları’ tarafından aşılanan “terör”den beri yayınlanan metinlerden ben bunu çıkarıyorum. Bu metinlerde saldırganlığın bir biçimde azaltılmış olduğunu seziyorum: İhlal edilen kurallar aslında yakın geçmişin geleneğinin kuralları (avangardın geliştirdiği her üslup ve önerme de dahil – ki neden olmasın?), buna karşılık toplumun ahlak ve davranış yasalarına yönelik belli bir varoluşsal (fiziksel) saldırganlık yeniden güç ve kuvvet kazanmış. Kısacası, dilsel kurallara yönelik öfke, toplumsal yasalara yönelik öfkeye bırakıyor yerini. Ama bu ikincisinde, yukarda söz ettiğim kişisel (fiziksel) özellikler var: siyahiliğin, yoksulluğun vs. safiyeti. Bunda aynı zamanda siyasi bilincin işareti varsa daha da iyi. Ama sonuçta asıl önemli olan, bizzat hayatla kaydedilen emsal. Bir isyan, yavaş bir intihar, bir yumruk veya (küçük burjuva) şehitlik olarak yaşanan hayat. [...]
1950’lere yönelik tepkinin hüküm sürdüğü yıllarda, angajmandan [commitment] kararlılıkla ve soğukkanlılıkla bahsettim; bugün de bir kez daha tekrar edeyim ki angajman, bazı güçlü entelektüellerin veya İtalyan Komünist Partisi’nin şu veya bu fanatik kanadının şantajı demek değil. Böyle kendi kendime atıf yaptığım için kusuruma bakılmasın, ama yeni kültürümüzün korkaklığı ve cehaleti (ki bu da avangardın başka bir mirası) bunları zorunlu kılıyor. 1950’lerin ortalarına gelindiğinde bana da sol gençlik hareketlerinden benzer –ama çok daha naif– eleştiriler yöneltiliyordu: angajman, şantaj, resmî çizgiye riayet, sol konformizm vs. Kısacası, doruk noktasına çıkarılan pan-semiyoloji çerçevesinde, eylem dili veya düpedüz saldırı anlamına gelen mevcudiyet (siyahın yüzü), öndevrimci itirazın bir aşamasıdır; tüm bunlar doğrudan, bilinçli biçimde kaydedilirse, sağlam olduğunda daima başlı başına bir isyan olan edebiyatta “belgelenirse”, daha da iyi. Saldırganlığın doğal öndevrimci aşamasından (saldırı teşkil eden hayattan veya eserden, ya da daha iyisi saldırı teşkil eden hayatla örtüşen saldırı teşkil eden eserden) bizzat devrime geçiş için sadece küçük bir adıma ihtiyaç vardır ve o da yalnızca dışsal koşullara dayanır. “Angajman” veya tüm bunlara dair bilinç, (doğal) isyan ile (bilinçli) devrim arasında, mutlak muğlaklık ile göreli muğlaklık arasında, muamma ile kehanet arasındadır. O halde, devrim eylemlerden oluşur ve insan iletişiminin semiyolojik çerçevesi bizzat yaşamı içine alacak şekilde genişletilmelidir (sadece bir örnek vermek gerekirse, Camillo Torres’in yazılmamış ideolojik eseri).
Camillo Torres, Katolik rahibi, Kolombiya Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELN) gerillası, sosyolog. 1966'da Kolombiya ordusu tarafından öldürüldü.
İnsanın hayatının eserlerine yansıması gibi basit bir olay üzerinde bu kadar durmak neden, diye sorulabilir. Çünkü karanlıkta bırakılmış bir şeyin yeniden keşfiyle uğraşıyoruz. Avangard ve onun ardından gelen boşluk üzerine bu değiniler […], “devrimci ruhun (ki asla tükenmemiştir) yeniden tesisi” olarak sunuluyorsa, halihazırda doğmakta olan bilincin aslında yeni bir Jdanovculuk olduğu da bunların yazarı açısından gayet açıktır.
[…] Nesnel açıdan, İtalyan Komünist Partisi’nin hiçbir zaman esaslı bir eleştirisini yapmadığı Stalinizm tamamen kemikleşti ve saçmalığa vararak bir tür neo-Stalinizm yarattı: “revizyonizme” tepki olarak ahlakçı, “taktikçiliğe” tepki olarak fanatik, “tarafsızlığa” tepki olarak teolojik vs. Solun faşizmidir bu: 1967’nin, 1968’in, muhtemelen ilerde 1969’un da tipik unsuru olacak o yeni fenomen. […] Gençliğin ahlakçı aşırılıkçılığı, ki “geniş çaplı” biçimde “sisteme” karşı hayata geçirilmiş olsa takdire şayan olurdu, eski komünist kültüre –ister özdeşleşme isterse rekabet yoluyla– yeniden soğurulduğunda, kaçınılmaz biçimde neo-Stalinist olur: Her şey, endüstriyel püritanizmin büyük resminin parçası haline gelir. Bazı kaidelerin evrensel değeri vardır ve herkes (bilinçsizce, dolayısıyla umarsızca) onlara uyar: Endüstriyel püritanizm yalnızca kapitalist sistemle bütünleşmiş olanlar için geçerli bir kaide değildir, ona karşı çıkan, yine de sistemin içerisinde yaşamak ve enerjisini ona vakfetmek zorunda olanlar için de geçerlidir. Bahsettiğim Stalinizm –edebiyatta Jdanovculuk– en köklü mantığını endüstriyel ahlakta bulur: her insanın kendine ‘yakışan’ yeri işgal ettiği, kendine ‘yakışan’ işlevi yerine getirdiği, kendine ‘yakışan’ görevle kendini tanımladığı bir yaşam tasavvuru. Ait olanlar ile olmayanlar ayrımı. Ve bunun sonucu olan ırkçı lanetleme (farklı olanın dışlanması): sistemle bütünleşmiş olanlar ile ona karşı çıkanları aynı dünya içerisinde, kapitalist değil endüstriyel dünyada birleştiren bir lanetleme. Düzenle bütünleşenler ile düzen muhaliflerinin, şiir fenomeniyle karşı karşıya kaldıklarında (ki avangard teknokratların elinde, üreticisinin varoluşu hakkında tek kelam etmemiştir bu şiir) aynı sağırlığı sergilemeleri tesadüf değil. Gerçek devrimci ruhun, yani aşırılıkçı ama fanatik olmayan, müsamahasız ama ahlakçı olmayan bir devrimci ruhun “yeniden tesisi”ni ümit ediyorsam, yeni-varoluşçu şiirin ortaya çıkışına olumlu bir belirti olarak bakarım, bu şiir bilakis bize yazarlarının varoluşu hakkında hayli ipucu veriyor: kaçınılmaz olarak farklı, dolayısıyla “bütünleşmişler açısından saldırgan, muhalifler açısından aptalca” – Fiat yöneticileri ile parlamento dışı genç komünistleri birleştiren “endüstriyel püritanizm”de bir çatlak.
Pier Paolo Pasolini’nin October dergisinde (Yaz 1980) “What Is Neo-Zhdanovism and What Is Not” başlığıyla yayınlanmış yazısından kısaltılarak çevrilmiştir. İngilizceye çevirenler: Norman MacAfee, Craig Owens. Özgün metin 1968’de yayınlanmıştır.