Bre ahmak, neden yakınıyorsun, neden korkuyorsun? Etrafına bak, her yerde musibetin bitişini göreceksin. Şu sarp kayalığı görüyor musun? Sonu özgürlüğe çıkıyor. Şu tufanı, şu nehri, şu kuyuyu görüyor musun? Özgürlüğün yuvası hepsi. Peki şu kavruk, bodur, hüzünlü ağacı? Her dalında özgürlük asılı. Boynun, boğazın, kalbin, hepsi kölelikten kurtulmanın yollarını sunuyor sana... Özgürlüğe giden yolu mu arıyorsun? Bedenindeki her damarda onu bulacaksın.
Seneca
İntiharın toplum nezdindeki tabu konumu nicedir aşındı. Augustinus’un intiharı en büyük günah kabul ettiği, intihar eden kişiye cenaze töreni yapılmasının ve mezarlığa gömülmesinin yasak olduğu zamanlardan günümüze, konuya psikolojik çerçevede bakan terapi yaklaşımlarıyla, varoluşçuların intihar üzerine geliştirdikleri ahlaki kaygılardan uzak düşüncelerle vs., intihar hem üzerinde çok daha rahat düşünülebilen, hem de toplumun genelinin alıştığı bir fikir haline geldi.
Bugün artık intiharın yasaklı konumunda, günah kaygısından ziyade, Amerika’nın “kaybetmek”ten duyduğu ölümcül korku etkili. Bireyin varlığını, istediği gibi kullanabileceği (veya vazgeçeceği) bir mülk olarak gören materyalist hümanist yaklaşım tam bu noktada bir açmaza giriyor. Zira laissez faire kapitalizminin sözde özerkliğinde açıktan toplumsal mazoşizme müsamaha olmaması gibi, bir insanın kendi hayatına son verme hakkı da saadet zincirlerinin halkaları için sadece bir fikir olarak kalmalı. Aksi halde bütün o malları kim satın alacak? Fakat yine de, konformist olmayan nice gözükara insan, bu seçeneği hayata geçirmeye devam ediyor – kimileri olayın estetik yönünü de hesaba katarak.
Her müntehirin, en azından nerede, ne zaman ve nasıl intihar edeceğine karar vermesi gerekir. Kurt Cobain kendini vurdu ve arkasında bir not bıraktı. 20’li yaşların sonunda derin bir ıstırabın etkisiyle alınan ani intihar kararının karşı kutbunda, ölümlerini en ince ayrıntısına kadar planlayan Timothy Leary veya Japon romancı Yukio Mişima gibileri var; ve bu iki kutup arasında uzanan çeşit çeşit intihar biçimi... Acı içindeki dâhi sanatçı figürünü borçlu olduğumuz Vincent van Gogh, beceriksiz bir hamleyle, modern sanatın ilk kurşununu kalbinin birkaç santim aşağısına sıktı ve bu dünyayı terk etmeden önce birkaç gün bilinci gidip gelerek hasta yatağında yatmak zorunda kaldı. Bir sanatçının (veya herhangi birinin) hayatı ile ölüm koşulları arasında bilinçdışı veya tesadüfi koşutluklar aranabilir; ama van Gogh’un bu ani hamlesi, kesinlikle dışavurumcu olmakla birlikte, özel bir amaç taşımıyordu ve muhtemelen sanatsal bir beyanda bulunmak için yapılmamıştı.
Kurt Cobain Yukio Mişima
Bugünlerde kimse umutsuzluktan intihar etmiyor. Bu adımı atmadan önce herkes uzun uzun düşünüp tasarlıyor, öyle ki sonunda kelimenin gerçek anlamıyla düşünmekten boğuluyor. Aslında bu insanlara müntehir demek ne kadar doğru, o bile şüpheli; zira hayatlarına son veren şey, düşünce. Kasten değil, fazla düşünmekten ölüyorlar.
Sǿren Kierkegaard
Breton ve Duchamp üzerinde büyük etki bırakmış, Belle-Époque dandy’lerinden Jacques Vaché, edebiyat veya güzel sanatlar alanında kayda değer çalışmalar yapmak yerine, türlü türlü kıyafete bürünmeyi ve insanlara oyun oynamayı tercih etmişti. Vaché, Apollinaire’in bir oyunu sırasında içi dolu bir tabancayı izleyicilere doğrultmasıyla, kılık değiştirip yolda gördüğü arkadaşlarını tanımazlıktan gelmesiyle, ve tabii ki ölüm şekliyle hafızalara kazınmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında yaralanıp hastaneye düştüğünde şöyle yazar: "Savaşta öldürülmeyi reddediyorum. Ne zaman istersem o zaman öleceğim ve yanımda başka biri daha olacak. Tek başına ölmek sıkıcı; en iyi dostlarımdan biriyle olmayı yeğlerim.” Nitekim 1919’da, bu dediğini yaptığı düşünülür: kendisi aşırı dozda afyon alırken, durumdan habersiz iki dostunun çaylarına da afyon karıştırır.
Vaché’nin, intiharının “sanat” diye tarif edilmesine karşı çıkacağı muhakkak, ve onu bu kararı almaya götüren sebeplerle ilgili yegâne ipucu, sanatsal değil politik bir güdüye işaret ediyor. Fakat intiharının da, diğer tüm “yaratıcı” faaliyetleri gibi ince ince tasarlanmış olduğuna şüphe yok. Hep derin bir nihilizm edasıyla, her türlü duyusal veya toplumsal olay karşısında sergilediği mutlak kayıtsızlık, yaptıklarına estetik (veya başka türden) bir değer atfetmeyi şaibeli hale getiriyor. Yine de, kayıtsızlığının çok da gerçek olmadığı açık, çünkü –özellikle daha dar kafalar tarafından– bu şekilde algılanmayı hedefliyordu. Bu durum, felsefi inandırıcılığına gölge düşürse de, son hamlesindeki sanatsal değeri açığa çıkarıyor. Vaché, kendisiyle birlikte iki kişinin daha canını almakla, ölümcül sanatların daha rahatsız edici bir yanını gündeme getirmişti.
Dada’nın öncülerinden, boksör ve şair Arthur Cravan da, kamuya açık bazı konuşmalarına son noktayı intihar ederek koyacağını söylemiştir; gerçi bu sözünü tutmamıştır ama, sonunda açık denizde kayıplara karışması (öldüğü varsayılır) iflah olmaz fikirlerinin bir özeti niteliğindedir. Viktorya dönemi İngiltere’sinde bir adamın, sonunda intihar edeceğini ilan ederek insanları konuşmasına gelmeye çağırdığı ve bunu gerçekten yaptığı biliniyor; fakat bu adamın tek derdi, böyle bir gösteri tertipleyerek elde edeceği gişe hasılatıyla yoksulluk içindeki ailesini kurtarmaktı.
Arthur Cravan Jacques Vaché
Van Gogh'un bıraktığı mirasın bir boyutu da, patolojik bir özyıkım unsurunu, sanatçı olmanın ne demek olduğu konusundaki ortak kanının ayrılmaz parçası haline getirmesiydi. Bu unsur, rock müzik başta olmak üzere popüler kültürde o kadar yerleşiklik kazanıp stilize edildi ki, kökenindeki dürtüyle bağı neredeyse tamamen koparılarak, en iyi ihtimalle konformist bir basınç sübabına, veya havalı olmak için benimsenen bir tavra dönüştü.
Kendini yok etme dürtüsüyle uğraşan, hatta doğrudan intiharı tasvir eden sanat eserlerine bakacak olursak, aşağı yukarı 1300’lerden itibaren Batı sanat tarihinin hemen her dönemine ait yığınla malzeme çıkar karşımıza. Sokrates, Yehuda, Ophelia, Pyramus ile Thisbe, Kleopatra gibi isimlerin kendini öldürmeleri, modern çağa kadar ve sonrasında sanatın başlıca konularındandı; bu konular, en azından Andy Warhol ve Julian Schnabel gibi yakın zamana ait örneklerde de geleneksel mecralarda karşımıza çıkmaya devam etti. Görüldüğü kadarıyla sanatçılar çalışmalarında ölüm arzusunu göz ardı edemiyorlar, belki de bunu yapmaları imkânsız.
Tinguely, New York’a Saygı
Gustav Metzger, Acid Action Painting
Tinguely'nin New York’a Saygı adlı eseri, Gustav Metzger'in asit püskürttüğü naylon levhaları [Acid Action Painting], Lucio Fontana'nın kesilmiş tualleri, Rauschenberg'in Silinmiş de Kooning’i, Survival Research Laboratories’in (SRL) kendi kendini yok eden makineleri, intihar mekanizmalarının yerini tutan ve kurbanları sürekli tekrar eden bir sapkınlığa işaret eden örneklerden sadece birkaçı: Madem Tanrı İsa’yı ölmesi için yaratmış, demek ki asıl yaptığı Kendini öldürmekti. En azından, Tanrı Kendini, yok edilmek üzere tasarlanmış bir yaratımda tecessüm ettirmişti. Philip K. Dick'in gnostik saplantılarından biri de, gerçeklik dediğimiz şeyi yöneten tanrının, aslında kendini Yaradan sanan psikozlu bir Demiurgos olduğuydu. Bazı gnostikler bu dünyadaki yaşamın, onu terk edecek imana sahip olup olmadığımızın sınandığı bir yer olduğuna, yegâne yaratılış sebebimizin bizi selamete erdirecek o kendinden vazgeçiş olduğuna inanır.
Ölümle iştigal eden daha bedensel sanat örnekleri arasında, John Duncan’ın vazektomi ameliyatı olmadan önce son spermlerini Meksika’da bir kadın cesedine boşaltması [Blind Date], merhum Bob Flanagan'ın etlerinin canlı canlı çürüyüşünü göstereceğini iddia ettiği video yayını, Hannah Wilke’nin kanser hastalığının son evrelerini belgelediği yürek burkan fotoğrafları [Intra-Venus] sayılabilir. Diane Arbus’un, hem uyku ilacı alarak hem de jiletle bileklerini keserek gerçekleştirdiği intiharını kaydetmek üzere küvetin yanına bir üçayakla fotoğraf makinesi yerleştirdiği rivayet edilir, ama polisler geldiğinde ortada buna işaret eden hiçbir şey yoktur.
Bu özyıkım biçimlerinin çoğundaki temel fenomenolojik sorun, bir çeşit süreklilik varsaymaları; benlik kendini geleceğe yansıtır ve şöyle der: “Öldüğümde üzülecekler!” Buna karşılık, modern olmayan veya Batı dışındaki bazı kültürlerde ölüm içgüdüsünün ritüelleştirilmiş dışavurumları kolektif biçimde onaylanır ve icra edilir: Romalılarda kılıç saplama adeta bir millî spordur, Maya tanrıçası Ixtab kendini asanları cennete götürür, ve Japonlar, her şeyde olduğu gibi intiharda da çok daha incelikli yöntemler geliştirmişlerdir.
Yukio Mişima, 1970’te şaşaalı biçimde sergilediği seppuku gösterisinden önce de, 20. yüzyılın en meşhur Japon edebiyatçısıydı; kendi topladığı paralı askerlerle giriştiği teatral bir hükümet darbesinin son hamlesiydi bu. Mişima, ölümünü uzun bir zamandır prova ediyordu; öyle ki, bundan dört sene önce, ordudan ayrılan ve harakiri yapan bir teğmenin hikâyesini anlatan Yurtseverlik filmini çekmiş ve başrolünde oynamıştı.
Mişima’nın eylemleri, Tarih’i –ve cinsel, politik ve manevi güçleri– kendi vizyonu doğrultusunda şekillendireceği, kendine ait bir mecra olarak gördüğüne işaret eder. Yozlaşmış ve alçalmış olduğunu düşündüğü insanlığa karışmayı reddeden Mişima’nın intiharı, insanın kendi ölümünü, gerçekliği kendi estetik ölçütlerine göre yeniden kurma aracı olarak kullanmasının en açık örneğidir, ve sanat eseri olarak intihar fikrine belki de olabilecek en yakın örnektir. “Olabilecek en yakın” diyorum, çünkü bundan daha ayrıntılı biçimde tasarlanıp düşünülmüş başka bir eylem hayal etmek zor. Fakat harita ile, temsil ettiği toprak arasındaki uçurum baki; ve intihar eyleminin kendisi, insanın –ne kadar muhteşem olursa olsun– kendi kişiliğini Bilinebilir olanla özdeşleştirdiği o hazin yanlışa duyulan inancın göstergesi, ve bu yüzden sadece bir tasvir.
Doug Harvey’nin This world was never meant for one as beautiful as me: artistic suicide and the blunting of the avantgarde başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.