İnsan, Hayvan, Canavar: Julia Pastrana’nın Öyküsü

 

 

Julia Pastrana, 1834’te Batı Meksika’nın dağlarında dünyaya gelir. Doğduğunda annesi, Julia’nın görünüşünde doğaüstü güçlerin etkili olduğuna vehmeder. Yerli kabileler, ölü doğum ve sakatlıklardan, şekil değiştiren bir kurt-adam cinsi olan naualli’nin sorumlu olduğuna inanmaktadır. Julia’nın annesinin de kızını görür görmez onların adını fısıldadığı söylenir. Anne kısa bir süre sonra kabileden kaçar – ya da uzaklaştılır.

İki yıl sonra Meksikalı çobanlar kaybolan bir ineği ararken Julia ile annesini bir mağarada saklanırken bulur, en yakın şehre götürürler. Julia orada bir yetimhaneye yerleştirilir. Bu tatlı mı tatlı, zeki, ve vücudu siyah kıllarla kaplı kız, kısa süre sonra şehrin gözdesi haline gelir. Acayip görünüşünü ve tatlı huylarını duyan vali, hem evin eğlencesi olsun hem de hizmetçilik etsin diye Julia’yı evlat edinir. Julia yirmi yaşına kadar valinin evinde kaldıktan sonra kabilesine dönmeye karar verir. Ama yuvaya dönüş yolculuğunu tamamlayamaz: M. Rates diye bilinen Amerikalı bir gösterici, dağ yolunda ona rastlar ve sahne hayatına atılmaya ikna eder.

Julia, 19. yüzyılın en ünlü insan nadirelerinden biri olur. Türlü adlar takılır kendisine: “Maymun Kadın”, “Ayı Kadın”, “Şebek Kadın”. İlk kez New York’ta, Broadway üzerindeki Gothic Hall’de sahne alır. Kalabalıklar, hayranlık içinde onu izlemek için salonu doldurur; ama asıl ilgilendikleri onun şarkı söyleyip dans edişi değildir: Kıllı yüzünü ve bedenini, çıkık çenesini, koca dudaklarını ve yayvan, küt burnunu görmek isterler. Gazetelerde Julia’dan “Meksika’nın vahşi dağlarından kopup gelmiş Ayı Kadın” diye bahsedilir.

Fakat Julia’nın yarı-insan olduğu fikri, dönemin basınından çıkmamıştır. New Yorklu ünlü cerrah  Valentine Mott’un oğlu, hekim Alexander B. Mott, dışarıya kapalı bir ‘gösterim’ sırasında Julia’yı muayene ettikten sonra onun bir melez, yarı-insan yarı-orangutan olduğunu ilan etmiştir. Diğer doktorlar da onunla hemfikirdir. O dönemde orangutanlar Amerikalıların çoğunun aşina olduğu, en korkutucu büyük maymun türüdür: Yaban hayatın, ilkel doğanın ve tehlikeli cinselliğin sembolüdürler. Edgar Allan Poe’nun 1841 tarihli “Morgue Sokağı Cinayetleri” öyküsünde güzel bir kadının boğazını jiletle kesen azgın orangutan, bu canlıların dehşetle, büyülenme ve cinsellikle özdeşleştirilmesinde daha da etkili olur. Ama bu yeni bir bağlantı değildir: İki yüz yıl önce, Hollandalı doktor Jacob Bontius, orangutanların “iğrenç bir şehvetle, maymunlarla çiftleşmekten çekinmeyen Kızılderili kadınlarının cinsel açlığından doğduklarını” yazmıştır.

Julia’yla ilgili ilanlarda, 19. yüzyılın diğer sakallı kadın temsillerinde olduğu gibi, onun kadınlığı vurgulansa da, hayvansı ve ırksal başkalığının da altı çizilir. Üyesi olduğu “Kök-Kazıcı Kızılderililer” kabilesinin “kindar ve yola gelmez” olduğu, hayvan mağaralarında yaşayıp ayılar ve maymunlarla mahrem ilişki kurdukları yazılır. İma edilen sonuç açıktır: Julia hem bastırılan hayvan doğalarının sembolü hem de hayvanlarla cinsel ilişkinin dolaysız ürünüdür.

Julia’nın yeni menajeri Theodore Lent’in hazırladığı on iki sayfalık tanıtım kitapçığında, Julia’dan “Şebek Kadın” diye bahsedilir; anne-babasının yaban hayvanlarıyla yakın teması betimlenir. Fakat kitapçık, Julia’da “kadın tabiatının orangutan tabiatına baskın olduğu” konusunda izleyicileri temin eder ve onun insan canlısı, akıllı ve nazik olduğunu vurgular.

 

Regent Hall’da “Tarifsiz Bayan Julia Pastrana”nın sergileneceği etkinliğin afişi.                                                           Kaynak: Wellcome Library

 

Aynı etkinlik için hazırlanan bir başka ilan. Kaynak: Wellcome Library

 

Julia’yla ilgili tanıtımların ayrılmaz parçası, yarı-hayvan yarı-insan olduğunu doğrulayan bilim adamlarından alınmış belgeler olsa da, onun tamamen insan olduğunun baştan beri farkında olanlar da vardır. Boston Doğa Tarihi Derneği’nde karşılaştırmalı anatomi küratörlüğü yapmış olan anatomi uzmanı Samuel Kneeland Jr., Julia’yı muayene edip tamamen insan olduğunu, “cinsiyetinin bütün işlevlerini yerine getirebilen, dört başı mamur bir kadın” olduğunu belirtmiştir. 1857’de Londra’da kaldığı otelin odasında onu görmeye giden zoolog Francis Buckland, yüz hatlarının “korkunç” olduğunu söylerken vücudunun “son derece biçimli” olduğunu belirtmiş, “tatlı bir sesi ve muhteşem bir müzik zevki olduğunu, ayrıca üç dil bildiğini” eklemiştir. Ona göre Julia’nın “gerçek hikâyesi, şekil bozukluğuyla doğmuş Meksikalı bir Kızılderili kadın olmasından ibaret”tir.

Dönemin en ünlü İngiliz bilim adamı Charles Darwin, onu görmeye Londra’ya gitmez, ama varlığından haberdardır; ayrıca Julia’nın dişlerinden alınmış alçı modeli görmüştür. Darwin, Variation of Animals and Plants Under Domestication kitabında, Julia’yı tüysüz köpeklerle karşılaştırır; hayvanlar âleminde deri hastalığının fazladan dişle bağlantılı olabileceği tezini ortaya atar. Halbuki Julia’nın ağzında fazladan diş yoktur, sadece alçı dökümlerden yanlış sonuçlar çıkarılmasına yol açan dişeti şişmesinden mustariptir. Birileri zahmet edip kendisine sormuş olsa, ağzında normal sayıda diş bulunduğunu söyleyebilecektir. Ama onu muayene eden hekimlerin hemen hemen hepsi sorularını menajeri Lent’e yöneltirken, Julia sessiz sedasız durur.

 

Julia, Rus hekim Nikolai Mansurov’un dermatoloji kliniğinde

 

Sessiz sedasız bir para kapısı: tam da Lent’in istediği gibi. Lent, Julia’yı sergileyerek zengin olur; ama muhtemelen ünlü sirkçi P.T. Barnum da dahil, rakipleri Julia’yla ilgilenmeye başlamıştır. Lent, yaşayan, nefes alıp veren yatırımıyla arasındaki anlaşmayı baki kılmaya karar verir: Julia’ya evlenme teklif eder.

Julia’nın Lent hakkında tam ne hissettiğini bilmiyoruz, ama Bondeson onun Lent’e âşık olduğuna, ve ona karşı “dokunaklı bir bağlılık” duyduğuna inanmaktadır. Julia’nın hayatının tamamının menajeri etrafında döndüğüne şüphe yoktur: Gün içinde, olur da birileri onu görür ve ‘yüzü eskir’ diye, sokağa çıkması yasaklanmıştır; gittiği tek yer, geceleri yüzünü örterek götürüldüğü sirktir. Pek az arkadaşı vardır; ahbaplık ettiği bilinen Viyanalı oyuncu ve şarkıcı Friederike Gossman, sonradan Julia’nın üzerinde hep “hafif bir hüzün bulutu”nun dolandığını söyleyecektir. Ama sonuçta Julia, Lent’in teklifini kabul eder. Bir keresinde Gosmann’a “[kocam] beni ben olduğum için seviyor” demiştir.

1859’da çift Moskova’ya gider, Salomanski Sirki onu görmeye gelen kalabalıklarla dolup taşar. Aynı yılın Ağustos ayında Julia hamile olduğunu fark eder. Zorlu bir doğumun ardından 1860 yılının Mart ayında dünyaya gelen bebek, normalden epey büyüktür ve tamamen annesine çekmiştir: vücudu kıllarla kaplı, çenesi çıkıktır. Julia’nın onu kucağına aldıktan sonra ağladığı söylenir.

Bebek sadece 35 saat yaşar, Julia da ancak birkaç gün dayanır. Ölüm sebebi karın zarı iltihabıdır (peritonit); ama daha romantik kaynaklar, kalp kırıklığından öldüğünü belirtir. Lent, karısının ölüm döşeğini görmek isteyen seyircileri kabul eder.

Lent’in, yatırımını evlilikle güvence altına alma tasarısı, karısını hamile bırakmasıyla geri teper – en azından ilk bakışta öyle görünür. Julia’nın doğum yaptığı hastanede, Lent, Moskova Üniversitesi’nden Profesör Sokolov diye biriyle tanışır. Sokolov mumyalama uzmanıdır ve mumyalama ile tahnitçiliği birleştiren bir tekniğin tohumlarını atmıştır; bu teknikle cesetler kanlı canlı görünebilmektedir. Lent onunla anlaşır: Sokolov, Julia ile oğlunun bedenlerini satın alıp koruyacak ve üniversitenin Anatomi Enstitüsü’nde teşhir edecektir.

 

1862 tarihli gravür, Julia’nın mumyalanmış bedeni teşhirde. Kaynak: Wellcome Library

 

Julia’nın bedeni Anatomi Enstitüsü’nde sadece altı ay kalır; zira onun ve oğlunun gayet iyi göründüğünü öğrenen Lent, sözleşmedeki bir boşluktan yararlanıp onları geri almak üzere Moskova’ya gider. Julia’nın ölüsünün de canlı hali kadar iyi para getirebileceğini idrak etmiştir. Julia ile oğlunun mumyalanmış bedenlerini 1862’de, bir şilin karşılığında görülmek üzere Londra’da teşhire koyar.

Birkaç yıl sonra Lent, Karlsbad’da Marie Bartel adında başka bir kadının merhum karısıyla aynı hastalıktan mustarip olduğunu duyar. (Günümüzde Julia’nın rahatsızlığına konan tıbbi teşhis, yüz ve vücutta kıllanmaya sebep olan hipertrikoz lanuginoza, ve dudaklar ile dişetlerinde şişmeye yol açan dişeti büyümesidir.) Marie’yi de gösterisine eklemeye karar veren Lent, kızın yaşadığı evin önüne gidip duvarın üzerinden bahçeye şekerlemeler atar. Bir süre sonra Marie’nin babasını onunla evlenmesine izin vermeye ikna eder. Marie’yi asla gösteriye çıkarmayacağına söz verir, ama sözünden dönmesi uzun sürmez. Marie, “Zenora Pastrana” adıyla, Julia’nın “kız kardeşi” olarak şarkı söyleyip dans etmek üzere sahneye çıkmaya başlar. Julia ile oğlunun mumyaları da, kasvetli bir hava katmaları için kendisine eşlik eder.

Fakat son gülen belki de “Zenora” olacaktır. Avrupa ve Amerika’da çıktıkları turnelerin ardından çift sahne hayatını bırakıp St. Petersburg’a yerleşir. Lent aklını kaçırmaya başlamıştır: Neva Nehri üzerindeki köprüde, neredeyse çırılplak vaziyette, elinde yırtıp yırtıp nehre fırlattığı paralarla bağırıp çağırırken görülmüştür. Marie onu bir akıl hastanesine yollar, bir süre sonra Lent orada ölür. Marie ise, Almanya’ya dönüp Julia ile oğlunun mumyalarını satar. Anne-oğul, o fuardan bu eğlence parkına, o müzeden bu korku tüneline, onlarca yıl Avrupa’yı dolaşır.

 

 

“Zenora Pastrana” adıyla bilinen Marie Bartel. Kaynak: Wellcome Library

 

1921 yılında, o dönem Norveç’in en büyük karnavalını yöneten Haakon Lund, Berlin’de bir Amerikalı’dan Julia ile oğlunun bedenlerini satın alır. 8000 nesnenin yer aldığı bir nadireler kabinesinin parçası olarak ülkeye getirilirler. Lund, kabinenin bazı parçalarını, zührevi hastalıklarla ilgili bir balmumu müzesiyle birlikte sergiler ve teşhire “Hijyen ve Anatomi Sergisi” adını verir. Sergi 1920’lerde “İnsanlık, kendini tanı” sloganıyla Norveç’i dolaşır.

Fakat o yıllarda artık insanlara ait acayiplikleri teşhir etme geleneği değişmeye başlamıştır. 19. yüzyılın ilerleyen yıllarında “ucube” sergileri gittikçe gözden düşmeye başlar; Lund da  sergisini halk eğitimi kisvesine sokmaya çalışır. Tuttuğu tıp öğrencilerine beyaz önlük giydirip sergiye rehberlik ettirir, sergi afişlerinde hiç olmazsa tıbbi ve bilimsel bilgi izlenimi uyandıran malzemeler kullanır. Ama İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler teşhirin muzır olduğuna karar verir ve balmumu modellerin eritilip mum yapılmasını emrederler. Lund bu emre uymamayı başarır.

Savaşı sağ salim atlatan Julia ve oğlunun bedeni 1950’lerde depoya konur. 1970’lere gelindiğinde, küçük çaplı geziler için vitrine çıkarıldıklarında gazetelerde yaygara kopar. 1973’te İsveç, cesetlerin bundan böyle kâr amacıyla sergilenemeyeceğini duyurarak mumyaların ülkeye sokulmasını yasaklar. Böylece seyahat günleri sona erer ve Lund mumyaları karnavalın Oslo yakınlarındaki deposuna yerleştirir. Üç yıl sonra, civardaki çocuklar depoya girip manken sandıkları Julia’nın kolunu kopartırlar. Polis ikisini de geri alır ama bebek onarılamayacak kadar kötü durumdadır. Çöpe atılır.

Julia’nın bedeni 1990’larda kamu vicdanını yeniden meşgul etmeye başlar: Norveç’te çıkan Kriminal Journalen dergisindeki gazeteciler, onu Oslo Adli Tıp Enstitüsü’nun bodrumunda çürümeye terk edilmiş halde bulurlar. Ondan sonra gazeteciler, akademisyenler ve devlet görevlileri, Julia’yı gömmeli mi yoksa biliminsanları inceleyebilsin diye gömmeden korumalı mı diye kıyasıya tartışmaya başlar. Sonunda Julia’dan geriye kalanların gömülmemesine karar verilir ve 1997’de Oslo Üniversitesi Temel Hekimlik Enstitüsü’ne götürülür.

2005’te, New York’ta yaşayan Meksika doğumlu sanatçı Laura Anderson Barbata, Oslo’da konuk sanatçı olarak kalırken Julia’nın bedeninin yurduna iade edilmesi için üniversiteye talepte bulunur. Üniversiteden gelen ilk cevaplar umut kırıcı olsa da Barbata vazgeçmez, Oslo’da çıkan bir gazeteye Julia için ölüm ilanı verir ve onun adına bir ayin düzenletir. 2008’de Norveç’te resmî makamlar önünde talebini dile getirmesine izin verilir ve sonunda komite “Julia Pastrana’nın, bedeninin bir anatomi koleksiyonundaki bir numuneden ibaret olmasını istemiş olamayacağı” konusunda hemfikir olur. Julia’nın memleketi Sinaloa’nın valisi ile Norveç’teki Meksika büyükelçisi de müdahil olur ve Julia’nın Meksika’ya iadesi için resmî talepte bulunulur.

Julia’nın bedeni nihayet Şubat 2013’te, beyaz güllerle kaplı beyaz bir tabut içinde, doğum yerine yakın Sinaloa de Leyva kasabasındaki bir mezarlığa gömülür.

 

 

Bess Lovejoy’un Julia Pastrana: A Monster to the Whole World başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.

canavar, kültüralizm