İlkbahar Düşünceleri

18/6/2014 / skopbülten / Necmi Sönmez

Bu yıl ilkbaharın gelmesi uzun sürdü Düsseldorf’a. Kentin içinden geçen Rhein nehri genellikle gri renkli akar. Ama hava sıcaklığı yirmi dereceye ulaştığında gri yavaş yavaş maviye dönmeye başlar. Bu durum belki de ırmak kenarındaki arazilerin yeşilin binbir tonuna bürünmesiyle yakından ilgilidir. İlkbaharın gelişi Rhein’ın su seviyesini yükselttiği için nehir kıyıları kalın gövdeli ağaçlarla birlikte adeta nehrin içine gömülür. Yüksek su seviyesi bazen iki üç hafta kalır. Bu zamanlarda bisikletle küçük turlar yapmak insanın üzerindeki kış yorgunluğunu atar. Kıyı şeridinin kesintisiz olarak devam ettiği bölgelerde güneş doğayı adeta ayağa kaldırır, bisikletin üzerinde sıcak rüzgârı, ot kokusunu ve kuşların senfonilerini duyumsamak mümkündür. Binbir türlü çiçeğin tomurcuklanmasıyla adeta renk denizine dönüşen kırlar, kıyı şeridine paralel olarak uçsuz bucaksız ilerlerler. Hele Ratingen ile Düsseldorf arasındaki mesafe, bisikletle güzel bir öğleden sonra geçirmek için bulunmaz bir fırsat olur. Bu havalarda çalışmak, sergi ya da müze ziyareti yapmak zordur. Kütüphanelere hiç girilmez. Kitapçılar ve galerilerde durulmaz. Ayaklarınız sizi nehir kıyısına sürükler.  

Thomas Mann’ın ölümsüz eseri Tonio Kröger’de (Almanca ilk yayınlanışı 1903, Türkçe ilk çevirisi 1997 Fatih Özgüven)[1] “İlkbaharın canı cehenneme” diye başlayan uzun bir nefret sahnesi vardır. Zengin bir babanın oğlu olan Tonio Kröger, söylenmeye devam eder: ”En nefret edilecek mevsim budur. Kanınımız kıpırdamaya başladığında diğer duygularınızda ayaklanırken doğru dürüst düşüncelerinizi toparlayabilir misiniz?”[2] Bu sorunun yanıtını bulabilmek için Tonio’yu Thomas Mann Münih’li ressam Lisaweta Iwanowna’yı ziyarete yollar. Erkeklerin ilkbaharda kanlarının kıpırdamalarından dolayı hissettikleri huzursuzluğu komik bulan bu kadın ressam, elindeki küçük bir resmi boyadıktan sonra tamamiyle kendisini Tonio Kröger’in konuşmalarına verir. İlkbaharın dayanılması zor “kan kıpırtısı” aslında Thomas Mann’ın “genç bir sanatçının kimlik bulma sürecinde” yaratmış olduğu bir metafordur. İlkbaharın güzelliği, çoşkusu Tonio Krüger’in sanatçı olma yolunda çektiği zorlukların üstü kapalı anlatımıdır adeta. Tonio içinde yüzdüğü sorunlar denizinde bir de ilkbaharın güzelliğiyle uğraşmak istemez.    

 

“İlkbahar şiiri mi yazacaksınız?” 

 

Burada en sevdiğim kitaplardan biri olan Tonio Kröger’i özetlemek eğiliminde değilim. Mayıs’ın tüm haftasonlarını, ilkbaharın baş döndürücü tüm özellikleriyle, ışığını, kokularını, uzayan günlerini, güneşin batışındaki kırmızılığını emektar bisikletimin üzerinde hissederek geçirdim. İçimden ne bir sergiye gitmek, ne müze ziyareti yapmak, ne de kitapçılara uğramak geliyordu. Bugünlerde, bisikletle Rhein kıyısı boyunca ince uzun yollarda dura kalka ilerledim. Bilmediğim yerlere gittim. Çoğu kez rotamı terk edip bilmediğim küçük yerleşim bölgelerine girerek ufak tefek alışveriş yapmam gerekiyordu. Düsseldorf’a yarım saat bile olmayan uzaklıklarda, sadece iki üç sıra evlerin olduğu köylere uğruyordum. Almanların “Tante Emma Laden” dedikleri küçük bakkalların birinde maden suyu ararken, rafların bir köşesine yığılmış, tek ortalı ince okul defterine rasladım. Onların yanında ise çok eski Faber-Castell kurşun kalemler metal kutularının içinde duruyordu. Elim bu kutulara gitti. Birini açtığımda içinde sadece ucu kırık bir kalem olduğunu gördüm. Diğer kutulara bakmadan bunu ve yanındaki defterlerden birini aldım. Aldıklarımla kasaya geldiğimde, yaşlı hanım masasına yığdıklarıma bakıp, kendisinden beklemediğim bir samimiyetle, “İlkbahar şiiri mi yazacaksınız?” diye sordu. “Hayır” dedim, “Sanat tarihçisiyim, son gördüğüm sergilerden aklımda kalanları not edeceğim.” Aldıklarımı tek tek eski kasadaki sisteme göre sıralarken sıra metal kurşun kalem kutusuna geldiğinde, hızını azalttı. Dikkatle açtığı kutuda kırık kalemi görünce, küçük dükkânın içinde arka taraftaki rafa ilerleyip başka bir metal kutudan pırıl pırıl bir kurşun kalem çıkardı. Bunun üzerine, sadece kutusu için bu kalemi almıştım demek zorunda kaldım. “Kutu ve kırık kalem size hediyem olsun” dedi. “Ama size sadece bu kalemi satabilirim”. Tamam dedim. Aldıklarımı sırt çantama doldururken, Onun kırtasiye malzemelerini ayrıca gri renkli kâğıt bir zarfa koyduğunu gördüm. Ödemeyi yapıp, bisiklete bindim.

Öğlen güneşinden korunacağım bir ağaç altı bulduğumda aldıklarımı atıştırdıktan sonra elim metal kurşun kalem kutusuna git. Oniki kalemin içine sığabileceği bu kutu belki 1960’lardan kalmaydı. Arkasında Deutsche Mark devrindeki etiketi bile duruyordu. Önce kırık kurşun kalemi aldım elime. Defterin ilk sayfasına açıp bir şeyler karalayacaktım ki, fark etmeden aldığım okul defterinin çizgili değil, kareli olduğunu gördüm. Ucundaki kırıklığa rağmen kalemle bir şeyler yazılabiliyordu. Kareleri sayarak ilk sayfanın tamamını gelişi güzel çizmeye başladım. Ne yazacaktım, ne yazabilirdim?  

Yazmak istediğim, uğraşı alanım olan çağdaş sanat etkinliklerinde gözlemlediklerimdi. Geçenlerde bir arkadaş grubuyla tartışırken, küreselleşme çağında ülkelerin kendilerine özgü karakterlerinin çağdaş sanata yansıyıp yansımadığını konuşuyorduk. Sanatın yerel karakteri konusu açıldığı zaman, kabağın sonunda benim başıma patlayacağını, Türk Sanatı’nın belli bir karakteri olup olmadığının sorulacağını, son politik gelişmeler çerçevesinde sanatçıların ne yaptıklarının konuşulacağını biliyordum. Ama bu sefer bulunduğum toplulukta Rus kökenli bir arkadaş da olduğu için, benim can sıkıcı sorulardan kurtulma ihtimalim yüksekti. Konuşma Putin ve Erdoğan karşılaştırmalarıyla devam etti. Rus kökenli sanatçı arkadaşım soruları geçiştirmeyi başardığı için bana sıra gelmeden ayrılma vakti geldi. Bu toplantıda konuşulanlardan yola çıkarak İstanbul’daki sanat ortamının ana özelliklerini düşünmeye, bunları bir liste olarak alt alta sıralamaya başladım. Böylece bir daha bana soru sorulduğunda daha kesin yanıtlar verebilirdim. Çünkü üzücü ve karamsar politik gelişmeler Türkiye’yi Avrupa gündemine orturtmaya devam ettikçe, genelde Türk sanatına, özellikle de İstanbul sanat ortamına olan ilgi daha da artacaktı. Bu durumda, politikacıların söylediklerinden çok, sanatçıların, yazarların tavırları, güncel oluşumların onların üretim sürecini nasıl etkiledikleri gündemin tartışılan konularından biri olacaktı. O zaman Türkiye’de sanatın üretim koşullarından yola çıkarak bir liste hazılamak, var olan oluşumlara ışık tutmak daha doğru olurdu.  

 

Güzel bir Mayıs öğleden sonrasında, Rhein’a bakarak defterime aşağıdaki notları aldım:

- Türkiye’de çağdaş sanatın üretim sürecinde “sansür” önemli bir rol oynuyor. Sadece anti demokratik yasaların varlığıyla değil, var olan politik güç dengelerinde sanatçılar düşündüklerini çoğu kez “kibar bir eleştiri” düzeyinde bile gerçekleştiremiyorlar. Oto-sansürün varlığı, çarpıcı çalışmaların ortaya çıkamamasının en önemli nedenlerinden biri. Bu alanda dikkati çeken tek gelişme, cinsel kimlik alanında, kadın, feminist, eşcinsel, perspektiflerin eskisine oranla biraz daha açık olarak ortaya çıkabilmesi. Ama “kadın sanatçı” konusu, önemli retrospektif sergilerin kapısını aralayamıyor hala. Hale Asaf’ın, Seyhun Topuz’un, Füsun Onur’un ve Nur Koçak’ın restrospektiflerini görebilmek için elli yıl daha beklememiz mi gerekecek?  

 

                                         

                                                                                          Hale Asaf

 

                                    

                                                                                       Nur Koçak

 

- İstanbul sanat piyasasının içine düştüğü açmaz, Türk sanatçılarının dekoratif çalışmalarının hiçbir gerekçeye dayanmadan pompalanan fiyatlarının “gerçek” olmamasıyla yakından ilgili. Bu durum elbette tuval resminin saplandığı bataklıktan kolayca çıkamıyacağının göstergesi. Video, fotoğraf, interaktivite gibi teknikleri deneyen sanatçılara karşı bir ihtiyaç doğduğundan söz edebiliriz. Özellikle bu teknikleri kullanan genç sanatçıların çalışmalarında gözlemlenen “Kapitalist ya da Neo-Liberal politikaların eleştirilmesi” belki yeni bir dönüm noktasını gündeme getirebilir. Ama bu tür deneylere giren sanatçılar için üniversite bünyelerinde teknolojik deneylere açık disiplinler arası enstitüler, laboratuarlar kurulmadan “dekoratif sanat” açmazının aşılması kolay olmayacak.  

 

- Sanatsal üretimin tartışıldığı platformların kurulamaması nedeniyle, sadece “sergi bazında” gelişen bir etkinlik türü önplana çıkıyor. Müze koleksiyonun olmaması ya da bu çerçevedeki girişimlerin gündeme gelmemesi nedeniyle kurumsal bir çerçevede etkinlik gösteren tüm kurumlar, sadece sergileri üzerinden kendilerini tanımlıyorlar. Geçici bir etkinlik tekniği olan “sergiler” elbette “koleksiyon yapılamadığı” gerçeğinin üstünü örtemiyor. Toplumsal bir bellek oluşturmakla da yükümlü olan “koleksiyon yapma” elbette tarihsel bir perspektifin sorgulanılmasını mecbur kılar. Ama ülkemiz sanatının en büyük şanssızlığı bu sorgulamaların hiç gündeme gelmemesinde yatıyor. Artık hayatta olmayan sanatçıların durumları hiç tartışılmıyor. Beğenelim ya da beğenmeyelim ülkemizdeki “sanatsal bellek” birçok yaratıcı sanatçının özverili çabaları üzerine kuruldu. Ali Çelebi’nin, Zeki Kocamemi’nin, İlhan Koman’ın, Hadi Bara’nın, Hamit Görele’nin, Kuzgun Acar’ın koleksiyonlarının yapılmamış olması, onların eleştirel olarak ele alınmasını engelliyor. Koleksiyon bağlamında eleştiri ve sorgulama yapılmaksızın sadece “ben yaptım oldu” mantığının savunulduğu “sergiler”, yüzlerce, binlerce kez tekrarlansalar da sanat ortamını ileri götüremeyecek. 

 

                                 

                                                                        Zeki Kocamemi

 

                        

                                                                                  Ali Avni Çelebi

 

                                               

                                                                                Hamit Görele

 

- Eleştiri, sorgulama ve araştırma konusundaki isteksizlik sanatsal üretime damgasını vuruyor. 2000’li yıllardan sonra eleştirinin giderek kapı dışarı edilmesi, sanat ortamının bırakalım polemik geliştirmesini, belli bir tartışmayı açamaması üzerinde durulması gereken bir özellik. Eleştiriye gerek duymadan sadece kendisini alkışlayan bir sanat ortamında, aykırı, ters, beklenilmedik yorumlar nasıl gündeme gelebilir ki? Eleştirinin önkoşulsuz olarak gerekliliği, sanatsal ilerleme açısından bir vazgeçilmezdir. Bu yüzden, eleştirmen, sanat tarihçisi ve araştırmacılarının da üretim desteğine ihtiyaç duydukları ortada. Üniversitelerdeki programlar sadece akademik bir düzlemde ilerledikleri için, bu konuda etkinlik gösterecek bir enstitünün kurulması gerekiyor. Türk Sanatı’nın eleştirel tarihçesini büyüteç altına almadan güncel gelişmeleri takip etmek, sadece kuru bir tanık düzeyinin ötesine geçemiyor.  

 

Arka arkaya sıraladığım bu düşüncelerin bir taslak olduğunun farkındaydım. Ama baharın en güzel zamanında bunun ötesine geçemiyeceğimi düşünerek defterimi kapadım. İlkbahara lanet okuyan Tonio Kröger ne kadar da haklıydı. Bu kadar güzel havada çalışmak, düşünmek, yazmak mümkün değildi. Zaten yavaş yavaş akşam serinliği de çıkmıştı. Yağmura yakalanma ihtimalini de göz önünde bulundurarak tüm malzemelerimi sırt çantama yükleyip, bisikletime bindim.

 

lebriz.com

 

 



[1] http://www.ayracdergisi.com/?p=5721. Erişim Tarihi 22 Mayıs 2014

[2] Thomas Mann, Tonio Kröger, Fischer Taschenbuchverlag, Frankfurt a. Main 2010, S. 22 (Çeviri bana ait)

Çağdaş Türk Sanatı