Gelecek Yok! Kriz, Sibernetik ve Zamanın Yönetilmesi

Ceci Nelson’ın 15 Kasım 2020 tarihli “No Future! Cybernetics and the Genealogy of Time Governance” başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.

 

“Meksika’nın Fethi” serisinden, 17. yüzyıl başları.

 

Daimi Bir Durum Olarak Kriz

Kriz, modernitenin hâkim söylemini oluşturur. Durmadan ekonominin istikrarsızlaşması ve mali piyasaların çöküşü konusunda uyarılırız; denir ki demokrasi ve liberalizm krizdedir; Brexit, Avrupa Birliği’nin canına okumuştur; çevre tahribatından endişe duyarız; spor etkinliklerine terörizm uyarıları damgasını vurur; siyasetçiler ikide bir “mülteci krizi” diye feryat eder; hepsinde, yeni olağanüstü hal kanunları, bu kriz halini daimi ve normalleşmiş bir varoluş haline dönüştürür. Artan reaktif ulusal güvenlik önlemlerine alışırız. Batı, sanki hiç sona ermeyen bir kıyametten geçiyormuşuzcasına, krize batmıştır. Ancak, kriz kehaneti, krizin ardından farklı bir toplumsal durumun –cezalandırıcı yıkım ya da kurtarıcı mutluluk durumunun– doğmasını beklediğimize veya ümit ettiğimize işaret eder.

Krizler, tabiatları gereği daima gelecek tasavvurlarına bağlıdır ve zaman algımızı değiştirirler: Geleceğin kontrol edilebileceğine ve şimdikinden başka bir konuma doğru yönlendirilebileceğine inandırır krizler bizi. Şimdiki zamanda alınan kararların daha iyi bir geleceği garanti edeceğini umarız. Oysa, görünenin aksine, gelecek şimdiki zamandan doğmaz; şimdiki zaman gelecekten çıkarsanır. Yani şimdiki zaman, gelecekle ilgili projeksiyonlardan hareketle, geriye dönük olarak kurulur; gelecek, şimdiki zamanı ona göre şekillendirmek amacıyla icat edilmiştir.

Fakat gelecek tasavvuru gerçek gelecek değildir, olanaklı veya arzu edilen geleceklerden biridir yalnızca. Bu anlamda gelecek, şimdi var olduğu haliyle dünyanın bir soyutlamasıdır – gerçekleştirilecek bir idealdir. Zaman akıp geçse bile, hiçbir zaman geleceğe ulaşmayız; yalnızca bir şimdiki andan diğerine geçeriz. Kriz ile zamansallık arasındaki ilişki bağlamında bunun anlamı ne? Bu idrak bizi ana hipotezimize getiriyor: Gelecek yok! Tasavvur edilen gelecekler, yalnızca şimdiki zamanda alınan kararları temellendirme, böylece mevcut düzenin savunulmasını meşrulaştırma amacı taşır. Siyasi vizyonlar şimdiki zamana hükmetmek için oluşturulur, tıpkı ekonomik ütopyaların bizi kemer sıkmaya sevk etmek için ortaya atılması gibi. Sistemin çöküşünün yaklaştığı alenen konuşuluyorsa, tek sebebi sistemi idame ettirme amacıdır; bir krizi önlemek için alınması gereken acil önemlerden bahsediliyorsa, geleceğe dair karşıt veya karşı-hegemonik tasavvurları bastırmak içindir. Olayların akışını istikrarda tutmak ve daha derin, köklü değişimleri engellemek için sürekli kriz ilan edilir; bu tür beyanların tekrarlanması, teknokratik düzenlemeye, artan baskı ve gözetime gerekçe sağlar – insanlar daimi panik halinde olduklarında, eylemde bulunma özgürlüklerini kısıtlamak daha kolay ve meşru olur. Kısacası, tekrar tekrar ilan edilen acil durumlar, zamanı yönetme stratejisinin parçasıdır.

İşte bu nedenle kıyamet fikrinden vazgeçmeliyiz. Direnişimiz, iktidardakilerin ütopyalarına bağlı olay akışını kesintiye uğratmalı. Acil durumu delip geçmeli, kıyametin gerçekte ne olduğunu ifşa etmeliyiz: mevcut düzenin daimi yeniden üretimi. Gerçek şu ki bu söylemler – kriz, olağanüstü hal, bitmeyen kıyametimiz– aynı stratejinin parçasıdır: kriz halinde yönetiliyor değiliz, kriz aracılığıyla yönetiliyoruz. Defaatle ilan edilen “acil durum”, insanları uyuşturmakla kalmaz; halihazırda süren çok sayıda felaket arasından hangilerinin, mevcut küresel iktidar yapılarına ters düşecek değişimleri gerektirdiğini görmeyi de engeller. Örneğin Suriye’deki durum, iktidarın muhafazası için bir yıkım devridaimine dönüşmüştür. Şunu sormamız gerek: Kriz kime yarıyor? Neden hiç bitmeyen olağanüstü halde yaşıyoruz? Ve bu bizim gelecek algımızı nasıl etkiliyor?

 

Thomas More, Ütopya 

 

Baskın Bir Yönetişim Tarzı Olarak Zaman Yönetimi

Batı’nın kültürel bilinçdışındaki belirgin özellik, geleceğe karşı herhangi bir açıklığın bulunmamasıdır. Gelecek, olduğu gibi kabul edilen değil, biçimlendirilen ve planlanan bir şeydir. Tabii planlama eşitsizdir ve kimilerinin ütopik bir ideal gibi yücelttiği tasarılar, kimilerinin hayatını kâbusa çevirir. İnsanlar nasıl oldu da geleceği etkileyebileceklerine ve belirleyebileceklerine inanır hale geldiler? Batı kültür tarihini erken modern çağdan bugüne izlediğimizde, iki olgu göze çarpar: Birincisi, gelecek fikri Batı dünyasının gelişmesi ve yayılması açısından kurucu olmuştur; ikincisi, bu kavram, modern çağda tarihsel bir değişimden geçmiştir, öyle ki artık gelecek, şimdiki zamana ağır basmaktadır.

Tasavvur ettiğimiz haliyle geleceğin, şimdiki zamanın düzeni ve gelişimi üzerinde yinelemeli biçimde etkide bulunduğu fikri, erken modern dönemde kendini gösterdi. Thomas More’un Ütopya’sının (1516) yayınlandığı tarihte, fetihçiler de toprak egemenliklerini genişleterek gelecekle ilgili olası ütopyalar tasarlamaya sevk ediliyordu. “Yeni Dünya”nın fatihleri, fethedilen “Kızılderililer”den sadece teknik açıdan üstün değillerdi; verili olandan, uzun zaman denenip sınanmış ve nesilden nesle aktarılmış olandan farklı bir şeyi hayal etme yetenekleri de vardı. Cortés, Orta Amerika’yı fethetmekle, bu halkların zaman mefhumunu keyfince bertaraf etti. Dönüştürmeye soyunduğu dünyada hiçbir takvim bu olayı haber vermiyordu. Aztekler bu saldırıyı beklemiyordu, tüm uyarıları da göz ardı ettiler. Bu fetih yalnızca mevcut bir ütopyayı ne pahasına olursa olsun hayata geçirme hırsının işareti değildi, dönüştürücü bir hegemonik kültürün geliştiğinin de göstergesiydi: artık dünyaya uyarlanmakla yetinmeyen, dünyayı kendi ideallerine göre değiştirme peşinde olan bir kültür. Böylece 16. yüzyılda, olanaklı ve hayalî olan, verili ve gerçek olana baskın çıkmaya başladı. Garp kültürünün yayılması Eski ile Yeni’yi farklılaştırma işlevi gördüyse, bunun bir sebebi de, ekvator yakınındaki sömürge bölgelerinin ikliminin, eski kıta Avrupa üzerindeki insan faaliyetlerini şekillendiren dört mevsimin ritminden sapmasıydı. Döngüsel olan etkisini kaybetmeye başladı, gelecek artık kaçınılmaz bir kuvvetin takdiri olarak görülmekten çıkıyordu. İnsanlar kendilerini geleceklerinin efendisi olarak görmeye başladıkça, Batı kültürü sürekli tekrar eden olaylar akışından bağımsızlığını ilan etti.

Bundan sonra zaman anlayışımız sürekli yeniden kavramsallaştırılıp “düzeltildi”. Sözgelimi, “İsa’dan önce” kavramı ancak 18. yüzyılda yaygın kabul gördü. Zaman, sabit başlangıç noktasını yitirmeye başladı, artık geçmişe ve sonsuzca ileriye uzanıyordu. Zamanı birleşik ve standartlaşmış olarak kavrayan bu bakışla birlikte, gelecek de açık ve sınırsız bir sürekliliğe dönüştü. Zaman algısındaki bir sonraki önemli kırılma, bizzat modern çağ kavramı oldu: “Modern” terimi, çağdaşa odaklanmasıyla, “aydınlanmış” şimdimizi geçmişin “geriliğinden” ayıran net bir sınır yarattı. Çizgisel zaman mefhumu öne çıktıkça, döngüsel zaman anlayışı hükümsüzleştirildi. Teknolojik inovasyonlar zamanın ölçülmesini ve farklı şekilde yapılandırılmasını mümkün kıldı: fabrika ışıklarının gece ile gündüz ikiliğini bastırması gibi. Teknoloji, zaman üzerindeki kontrolü tabiat olaylarının elinden aldığı için, daima zamanın akışına müdahale eder.

Sanayileşme, makineleşme, sömürgeci yayılma ve dünyaya hâkim olma savaşının sonucunda 19. yüzyıl Batı kültürüne biteviye dönüşüm damgasını vurdu; sonunda insan ilerlemesinin bir nevi tabiat kanunu olduğu inancı yerleşti. Gelecek artık, vaktiyle olmuş olanın döngüsel tekrarı olarak anlaşılmıyor, ilerlemenin vaatlerinin hayata geçirilebileceği zamansal bir planlama ve arzu nesnesi olarak görülüyordu. Bu görüşü savunanlar arasında Karl Marx da vardı. Klasik modernite, zamanı kronolojiyle eşitledi – sanki geçmişi geleceğe bağlayan tek bir yol varmış ve bu yol bizi geleceğe götürecekmiş gibi. Aydınlanma rasyonalitesi, bu çizgisel yolu izlemek suretiyle ulaşılacak “daha iyi bir toplum” yanılsamasını yaydı. Zamanın dokusunun dönüştürülmesi, geleceği ilerlemeyle eşanlamlı hale getiren bir müdahaleydi. Modernleşme normatif bir kuvvet halini aldı – veya, post-endüstriyel toplumun savunucusu, fütürist Daniel Bell’in belirttiği gibi, “modernitenin alamet-i farikalarından biri, değişim bilinci ve bu değişimin yönünü ve hızını kontrol etme çabası”ydı.

Bitimsiz inovasyona ve sürekli rekabete yönelten bu itici gücün yol açtığı sorunları dizginlemek üzere yeni bir bilim geliştirildi: toplum mühendisliği. Toplum mühendisliğinin hedefi, toplumsal ilişkileri dengede tutarken, bir yandan da direnişi ve yoksullar ile zenginler arasındaki çatışmaları etkisiz hale getirmekti. Amaç, davranışsal eğitim ve cezalandırma yoluyla tüm özneleri bütünleştirmek ve “normalleştirmek”ti. Toplum mühendisliği, çalışma süreçlerini rasyonelleştirme çabalarından doğan Taylorizmle yakından bağlantılıydı; günümüzde de süren Taylorizmin temel ilkesi, eylemleri parçalara ayırmak, ölçmek ve optimize etmek suretiyle “zaman kazanmak”tı. Teknoloji, üretimin zamansal ihtiyaçları doğrultusunda, sermayedarlar için daha fazla kâr üretmek üzere hem çalışma süreçlerini hem de zamanı hızlandırmak amacıyla kullanıldı. Michael Ende 1973’te bu tarihsel gelişmenin sonuçlarıyla ilgili bir kitap yazmıştı: Momo: Zaman Hırsızları ile Çocuğun Tuhaf Hikâyesi adlı kitap, çalınan zamanı insanlara geri getiren bir çocuğun öyküsüydü. İnsanların, üretim verimliliğini artırmakla zaman kazanılabileceği fikrine nasıl inandırıldığı anlatılıyordu. Ende, toplumun zaman organizasyonunu yönetmek için bürokratik bir aygıtın oluşturulmasını tasvir ediyordu. Fakat bu aygıt, insanların daha fazla zaman kazanmak için daima daha fazla zaman harcamalarını gerektirdiğinden, stres düzeyi durmaksızın artıyordu. İnsanlar sözümona kazandıkları veya kazanmaları amaçlanan zamanın kayıplara karıştığının farkına bile varmıyordu. Öyküden çıkarılacak ders basittir: Zaman yönetimi, insanlara hükmetme yöntemidir.

İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte Batı, tarihsel farkındalığını kaybetti. Küllerin arasından geliştirilen yeni bir felsefe, “bitişin [aftermath] bir son değil, başlangıç olduğunu” savunuyordu. Pek çoklarının bir fırsat ânı olarak gördüğü 1945’in kaosu, basitleştirme ve yapılandırma aracığılıyla siyaset geliştirmeyi vâdeden bir yığın yeni kavramın ortaya atılmasını teşvik etti. Oyun teorisi, sibernetik, rasyonel seçim teorisi, operasyon araştırması ve sistem analizi gibi teorik çerçeveler, sivil toplumda uygulanmadan önce savaş koşullarında denenmişti. Bu kavramların vaadi, savaş-sonrası dönemde egemen olan Batı ütopyasıyla ilişkiliydi: yeni bir toplum inşa etme, insanlığı düzenleme ve denetleme, toplumsal kurumları ve dünyayı randımanlı bir makineye dönüştürerek küresel güçleri dengede tutma arzusu. Bu çerçevelerin ortak yanı, şimdiki zamanda alınan kararlar üzerinden hem siyaseti rasyonalize edip hem de geleceği denetleme, planlama ve şekillendirme girişimiydi.

İkinci Dünya Savaşı, 20. yüzyılın en büyük yönetişim krizine yol açtı. Arzu edilen, zihinde kurulan bir geleceğin, şimdiki zamanda alınan kararlar ve uygulanan icraatlar yoluyla gerçekleştirilebileceği yolundaki köklü inancı besledi. Zamanın anlamındaki bir değişim bu fikrin yerleştirilmesinde kilit yer tutuyordu: şimdiki zaman ile gelecek arasındaki ilişki ters çevrilmişti. Geleceğin hükmedilir olması için, geleceğin açıklığı şu anda ve burada denetlenebilen bir senaryoya indirgenecekti.

 

Norbert Wiener, Julian Bigelow, Paul Mooney: Uçaksavar Öngördürücü [Anti-aircraft Predictor]. Norbert Wiener: Summary Report for Demonstration, 10 Haziran 1942, Bilim ve Araştırma Geliştirme Bürosu, Ulusal Savunma Araştırma Komitesi Yükleniciler Teknik Raporu, 7. Daire, MIT.

 

“Defütürizasyon”, veya Şimdiki Zamanın Önemi

Dizginlenemez ilerleme şevkinin eşlik ettiği birinci Sanayi Devrimi sırasında, insanlar şimdiki zamana odaklanmayı bırakmıştı. Çalışmanın, kasvetli ufkun ötelerindeki çok uzak bir gelecekte serpilecek uygarlığa hizmet ettiği öne sürülüyordu. Burjuvazinin odağa aldığı ilerleme ve modernite, geleceği yüceltiyor, şimdiki zaman geçici ve yavan bir eşik olarak görülüyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra aklın nihai zaferine duyulan inanç terk edildi, İkinci Dünya Savaşı ise nükleer savaşla dünyanın toptan imhası olasılığını gündeme getirdi; böylece geleceğin başta içerdiği olumlu çağrışımlar yok oldu. Peki bu inanç kaybının ardından geleceğe ne oldu? Nükleer savaşın toplumda nesiller boyu etkisini sürdürecek sonuçlara yol açacağı, hatta insan varlığını tümden yok edebileceği gerçeği karşısında, zamanın anlamı değişmeye başladı. Zaman, Batı’da insanların umut aracılığıyla yönetildiği klasik modernitedeki anlamından yavaş yavaş farklılaştı. Hiroşima’dan önce gelecek, insanlığın ilerlemekte olduğu olumlu bir ufuk olarak görülebiliyordu. Nükleer savaşların ve yıkıcı potansiyellerinin ortaya çıkmasıyla birlikte, geleceğe dair olasılıklar arasından bazı sonuçları elemek mutlak bir zorunluluk haline geldi. Günther Anders’in belirttiği gibi, bu insan yapımı senaryo, geleceği bir Rus ruletine çevirme riski taşıyordu; “bugün yaptıklarımızın sonuçları kalıcı olacağından, çoktan geleceğe erişmiş” haldeydik, “gelecek, pragmatik anlamda, şimdiden mevcut”tu.

İnsanlığın karanlık nükleer yazgısı ufukta belirdikçe, gelecek, bir belirsizlik perdesinin arkasına çekildi ve şimdiki zaman giderek can alıcı bir önem kazandı. Aydınlanma’nın insanı kusursuzlaştırma ideali yerine, bilimler artık tehdit edici ve esasen açık uçlu bir geleceği kontrol altına alma girişimiyle ilgilenmeye başladı. Çizgisel zaman anlayışının apaçık kusurlarına rağmen, savaş-sonrası dönemde epistemoloji, teleolojik inançlarımızı sorgulamak yerine, zamanın sürekliliğini görünürde ölçülebilir basamaklar halinde kesip kısaltmaya yöneldi. Planlamak ve karar almak için, çeşitlilik ve karmaşıklığın şu anda ve burada denetlenebilecek faktörlere indirgenmesi gerekiyordu; bunun sonucunda odak, akıldan, düzenlemeye ve geribesleme kontrolüne kaydı. Savaş, toplumu bilfiil yeniden biçimlendirme hevesindekiler için yeni fırsatlar yaratmıştı. Bilim insanları ve mühendisler, Alman sistem kuramcısı Niklas Luhmann’ın “defütürizasyon” olarak adlandırdığı bir teknikle belirsizlikleri azaltmak ve geleceği etkin bir şekilde denetlemek suretiyle sürece katkıda bulundular.

Antik çağdan beri Batı felsefesi ve teolojisi, insan mantığının gelecekteki olası olayları hesaba katma noktasındaki sınırlarıyla yüzleşmişti. Luhmann’ın yorumuna göre, modern toplum haddinden fazla karmaşıklaşmışsa da, “defütürizasyon” işlemiyle olası tüm gelecekleri indirgeyip sistemli hale getirmek hâlâ mümkündü. Gelecek, bilgi eksikliğinin ve olumsallığın damgasını taşıdığından, defütürizasyon, ikili bir kod uygulayarak bu açıklığı sistemli biçimde azaltabilirdi; böylece, gelecekteki bir olay, olası veya olasılıkdışı sayılabilirdi. Defütürizasyon perspektifi, olayların tekrar edeceği inancına yaslanan, tecrübeye dayalı bilgiye dayanmıyordu; gözlem yoluyla evrensel “doğa” yasaları inşa eden deney-temelli bir yaklaşıma da dayanmıyordu – bunların ikisi de, 17. ve 19. yüzyıllar arasında epistemolojinin yöntemsel temellerini oluşturmuş yaklaşımlardı. 20. yüzyılda, bunlar yerine, matematik ve istatistik alanındaki gelişmelerin mümkün kıldığı “prognoz” [prognosis] ve “öngörü” [forecasting] ön plana çıkacaktı.

Belirsiz bir geleceği tahmin etme çabası öncelik kazandıkça, yeni bir grup insan idareyi ele almaya başladı. Planlamada otorite, ihtiyarlamış savaş gazileri yerine genç bilim insanları ile işletmecilerin eline geçti. Koca bir geçmiş tecrübe hazinesi, aniden, olası geleceği hesaplama yeteneği karşısında değersizleşti. Genç teknokratlar, öngörüyü, bilimsel temeli olan bir politika danışmanlığı yöntemi olarak görüyor, siyasi kararların sonuçlarını tahmin etmede ne tecrübenin ne de alışıldık yöntemlerin işe yarayacağını iddia ediyorlardı. Sibernetik, zamanı, Kant’ta olduğu gibi sabit bir form veya a priori bir kategori olarak düşünmek yerine, temel ölçüm birimine indirgeyerek rasyonelleştiriyordu. Sibernetik mefhumunu ortaya atan Norbert Wiener, İkinci Dünya Savaşı sırasında bir uçaksavar öngördürücü [anti-aircraft predictor] inşa etmekte kullanılan matematiksel öngörü teorisini geliştirdiği sırada, zaman-dizilerinin analizi üzerinde çalışmıştı. Wiener, bir dizi zaman noktası arasındaki istatistiksel korelasyon yardımıyla uçakların gelecekteki konumlarını hesaplamıştı. Bu hesaplama sayesinde ordu, düşmana ait belirli bir bombardıman uçağını vurmak için ne zaman nereyi hedef alması gerektiğini belirleyebilecekti. Bu anlamda sibernetik, şimdiki zamandaki eylemleri gelecekte arzu edilen sonuca doğru yönlendirme yöntemi olarak geliştirilmişti; amacı, hedefleri tanımlamak ve bir geribesleme süreci içinde bu hedeflere götürecek rotayı tarif etmekti.

Sibernetikçi Hasan Özbekhan, 1960’larda, daha önceki hiçbir çağda geleceğin bu denli takıntı haline getirilmediğini söyleyecekti. Aralarından seçim yapılacak çok sayıda farklı geleceğin bulunduğu fikri, o dönem muazzam önem kazanan fütürolojiyi (diğer adıyla gelecek çalışmalarını) oluşturan alanların temel ilkesi oldu. Savaşın yol açtığı yıkım, geleceği rasyonel, bilimsel yöntemlerle yönetme yaklaşımını doğurdu. Bu yöntemlerin dayandığı mantık hiç de barışçıl değildi; fütüroloji ile nükleer silahlanma yarışı aynı kökenlere sahipti. John von Neumann, oyun teorisine dayanarak, “karşılıklı garantili imha” [mutually-assured destruction] denen denge stratejisini icat etti; Herman Kahn, alternatif nükleer savaş senaryoları üzerine makaleler yazarak, kimi çağdaşlarının tartışmasız bir ideal olarak özgür aşkı savunurken kullandığı retoriğin aynısıyla savaşı savundu.

Fütürolojinin en önemli işi, teknolojik prognozu icat etmesiydi. Sonuçların, kamusal söylemdeki bir kutuplaşmayı gidermesi amaçlanıyordu: Bir kesim, geleceğe dair olumlu tasavvurlarında tekniği yüceltirken, diğeri, sayborgların ve yapay zekânın kontrolü ele geçireceği olumsuz bir tablo çiziyordu. Ölçüsüz spekülasyonlarla başa çıkmak isteyen fütüristler, uzmanlarla söyleşiler yaparak, belirli icatların veya sözgelimi Ay’da yaşamak gibi büyük olayların ne zaman mümkün olacağını soruyorlardı. Fakat fiilî şimdiki zaman, fütürolojinin tahminlerinin tümünün yanlış olduğunu gösterecekti: 2000 yılına gelindiğinde, söylenenlerin aksine, ne dünyaya günışığı sağlayacak bir yapay Ay vardı ne de gezegenler arası uzay uçuşları. Fütüristler ne enerji krizini öngörmüştü ne de çevre hareketini; Sovyetler’in çökeceğini tahmin etmemiş, bilgisayarların önemini öngörememiş, nüfus artışı konusunda yanlış sonuca varmışlardı; raporlarında Çernobil ve Fukuşima nükleer felaketleri yoktu. Tahmine dayalı kavramsal fikirlerin siyasetin ayrılmaz parçası haline gelmesinin veya prognozun son derece yaygın ve yerleşik bir uygulamaya dönüşmesinin ne kadar saçma olduğunu görmek aslında hiç de zor değil. Fakat, geleceği hesaplayarak nükleer riski kontrol altında tutma yönündeki ilk bilimsel girişimler, sonunda baskın iktidar yapısının asli parçası haline geldi.

Hedef bir kez belirlendikten sonra kontrolün geriye dönük olarak ayarlanabileceğini öne süren sibernetik düşünce, sapmaları tedricen düzeltmek için geleceği yönetilebilir kesitlere ayırma uygulamasını beraberinde getirdi. Ancak formel modellerin kullanımı, geleceği tahmin etmenin nötr bir yöntemi değildir kesinlikle. Basitleştirmeler kesin temsiller değildir, siyasi varsayımların damgasını taşır ve manipülasyona açıktırlar. İstatistik, şimdiki zamanda alınan kararları meşrulaştırmaya yarayan bir çerçeve sunduğundan, geleceğe hükmetme stratejilerinde kilit rol oynar. Yöneticiler, iktidar yapılarını ve ekonomiyi dengede tutma çabalarında, istenmeyen olası gelecekleri eleyecek bu türden hesaplama yöntemlerini temel alırlar. Gelecek için belirledikleri hedef, bir tür geribesleme döngüsü [feedback loop] gibi çalışır; yani son tahlilde, öngörülerin doğru kabul edilmesinin sebebi isabetli olmaları değil, onları doğru hale getirmek için muazzam kaynaklar ayrılıyor olmasıdır.

 

  

Sol: Roma Kulübü’nün 1972’de yayınlanan, bugün de sık referans verilen Büyümenin Sınırları başlıklı raporunun kapağı: “Roma Kulübü’nün, İnsanlığın Akıbetine Dair Projesi İçin Rapor”. Sağ: Raporun yazarlarından Jorgen Randers, Roma Kulübü toplantısı, Bükreş, 2010.

 

Çağımızda yönetişim artık hükümetlerin elinde değil; merkezî iktidar kalmadı. Egemenlik dağılıp yayıldı; dünya, yeryüzünün her santimini bütünleştiren ve az gelişmiş ülkeleri zincirleyen bir “ağ toplumu”nda birleşti. Bugün devletin rolü bu şebekeyi ayakta tutmak ve savunmakla sınırlı. İkinci Dünya Savaşı’nın kışkırttığı istikrarsızlık korkusu ve geleceği planlama arzusu, NATO, BM, IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi, Batı düzenini yeniden inşa etmek ve Sovyetler Birliği’ne karşı denge tesis etmek isteyen uluslar-üstü örgütlerin oluşturulmasına yol açtı. Fakat bu kurumlar ancak 1970’lerin siyasi ve ekonomik çalkantılarının ardından gerçek anlamda nüfuz sahibi oldu. O tarihten beri egemenlik küreselleşmekle kalmadı, aynı zamanda adım adım melezleşti ve enformel nitelik kazandı: Uzman görüşü, karar alıcıların icraatlarını meşrulaştırmak için başvurdukları yeni bir yöntem halini aldı. Roma Kulübü olsun, Dünya Ekonomik Forumu veya Mont Pèlerin Cemiyeti olsun, hepsi, paydaşlarının yerkürenin yönetiminde proaktif rol oynayabilmesini sağlamak üzere ekonomi ve siyasete her açıdan hâkim bir bakış açısı kazanmanın peşindeydi. Bu kuruluşların iktidarı, buyruk altındakileri denetleyip yönetecek elit düşünürlere ihtiyaç olduğu fikrine dayanıyordu.

Bu merkezsiz altyapının yetkilenmesiyle birlikte, “demokratik” meşruiyet meselesi gündeme oturdu; ancak, acil pratik ihtiyaçlarla ilgili öne sürülen iddialar galebe çalacaktı. Breton Woods anlaşmasıyla devreye sokulan parasal sabitlemeye son verilmesi ve 1970’lerin petrol krizi, yeni bir çağın başlangıcını, koşullardaki değişimi temsil ediyordu: Öncelikle, Ortadoğu’da Batı ve Sovyet hâkimiyeti zora girdi; ikincisi, kamunun dikkati teknolojik inovasyondan hammaddelere yöneldiği için, petrol krizi, kaynak kıtlığı tartışmalarını başlattı. Krizin nüfusu disipline etme mekanizması olarak kullanılmasının bir diğer örneğiydi bu: İnsanların, krizi yoluna koymaya yardımcı olmakla mükellef tüketiciler oldukları ilan edildi. Bundan böyle herkesin görevi enerjiden tasarruf etmekti – kaynak tüketiminin yine de arttığı gerçeği, bariz bir çelişki oluşturmasına rağmen.

Batı yönetişimi kendi yıkımından korkmaya başlamıştı. 20. yüzyılın ortalarında teknolojiye dayalı ütopyaların etkisi hissedilmişken, 1970’lerin başından beri sürekli diriltilen kıyamet  tasavvuruyla yaşıyoruz. Hıristiyan geleneğinde kıyamet zamanın sonudur. Ama asla gerçekleşmeyen bir tahmin olarak kıyamet, sadece zihinleri disipline etmeye yarar. Kıyamet fikrinin gördüğü işlevi, bugün hükümetlerin durmaksızın çoğalttığı felaket senaryoları yerine getiriyor. Kıyameti sürekli pusuda tutmak için, şimdiki zaman, kendi kendini idame ettiren, kendi kendini düzenleyen bir sistemde donduruluyor.

Sibernetik kuramına göre sistemler esasen kendi kendini idame ettirir veya kendini içerden yeniden üretir [autopoietic]. Kendini içerden üreten bir sistem [autopoietic system], geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasında çizgiselliğe dayanmaz; kendini düzenleme süreci, sistemin dengesizleştiği andan yeniden dengeye kavuştuğu âna kadar sürer. John von Neumann, çizgisel olmayan sistemlerle ilgili problemin sibernetik yorumunu şu ilkeyle açıklar: “İstikrarlı tüm süreçleri tahmin edeceğiz; istikrarsız tüm süreçleri kontrol altında tutacağız.” Kendi kendini düzenleyen sistemler teorisinin hedefi artık yol haritası belirlemek ve değişim olasılıklarını elemek değildir. Söz konusu olasılıklar bizzat sistemin içine dahil edilir, onları gözlemleme ve düzenleme becerisine (veya “meşruiyetine”) sahip yegâne kişiler ise üst düzey teknokratik yetkililerdir.

Sibernetikteki bu değişim ile zaman perspektifimizdeki kayma arasındaki ilişki, 1968’de kurulan fütürist bir kurum olan Roma Kulübü’nün jargonunda açıklık kazanır. Kulübün aynı zamanda OECD’de yetkili olan kurucu üyeleri, devlet bürokrasilerinin gerektirdiği, uzadıkça uzayan tartışmalardan usanmışlardır. 1970’lerde yaşanacak küçülme tartışmalarını önceden haber veren Roma Kulübü, küresel politikada acil bir rota değişimi talep eder. Kulübün lideri Hasan Özbekhan, dünyada kalkınmanın rasyonel biçimde planlanmasını savunuyor; geleceğe yönelik tüm kontrol girişimlerini devralacak, “gözcü” adını verdiği kurumlar oluşturulması gerektiğini söylüyordu. Bu ileri görüşlü üst kurumlar sadece hangi geleceklerin olanaklı olduğunu tanımlamakla kalmayacak, bunların gerçekleştirilmesi için izlenecek yolları da önereceklerdi. Özbekhan, mevcut uluslararası kurumların bu şartları yerine getirmediğini, gerekli kararları alacak siyasi meşruiyetleri olmadığını söylüyordu. Toplumun tüm kesimleriyle bağ kurup ilişkiye girecek hak ve özgürlüklere sahip bir uzmanlar şebekesi oluşturulmasını öneriyordu.  

1970’lerdeki uzun gerileme, uzmanlaşmış bir bilirkişiler sınıfının otoritesini toplumsal açıdan kabul edilir hale getirdi. Bugün boğazımıza kadar battığımız, mütemadiyen diriltilen “kriz” ortamının kökenleri 1970’lere uzanıyor: O korku verici dönemeçten beri, daimi ve kendi kendini idame ettiren bir kriz içindeyiz. Neoliberalizm yalnızca kendini kriz içinden doğurmakla kalmaz, kendisi de krizle büyür. Kriz, kapitalizmin kendini idame ettirmesinde esastır.  

Halihazırdaki kriz yönetişimi tarzına nasıl karşı çıkabiliriz? Soyut bir ilke olarak, Batı’nın zaman anlayışlarını bir kenara bırakmak, zamanı farklı bir şekilde tanımlamak veya nihilistçe bir tutumla geleceğe dair her türlü hayalden vazgeçmek çare değil, ikisinin de siyasi bir etkisi olmayacaktır. Başka olası geleceklerin önünü açan, yeni çoğulcu yaşam biçimleri ve söylemler yaratabilecek bir strateji geliştirmekten başka seçeneğimiz yok. Bize kalan “şimdiki zaman”la ne yapmayı planlıyoruz? Mevcut baskıcı ütopyadan kendimizi kurtarıp, bambaşka, özgürleştirici bir geleceği şekillendirecek miyiz?

 

ağ toplumu, ütopya