İdeal Şehir (ykl. 1480-1484), Fra Carnevale’ye atfedilir.
Bundan elli sene önce sanat tarihi üzerine çalışanlar, üç boyutlu uzamı iki boyutta temsil etme tekniği perspektifin, ilk defa 1425’te, Floransa’da sansasyon yarattığını öğrenirlerdi: Mimar Filippo Brunelleschi, yurttaşlarını, küçük bir diyoramaya dönüştürdüğü vaftizhanelerine bakmaya davet etmişti. Floransalılar Brunelleschi’nin diyoramasına baktıklarında, gördüklerinin gerçek vaftizhane değil de onun resmi olduğuna inanamamışlardı; sanatçı onlara şehrin ana meydanı Piazza della Signoria’nın diyoramasını gösterdiğinde ise şaşkınlıkları büsbütün artmıştı: Resmedilmiş tasvir gerçeğine inanılmaz ölçüde benziyordu.
Brunelleschi, düz yüzeyli resimlerin üç boyutlu gibi görünmesini sağlayan tekniğin mucidi olduğunu iddia ediyordu, ama icadın patentini başka bir Floransalı, Leon Battista Alberti kapacaktı: 1434 tarihli Della Pittura/Resim Üzerine adlı yazısıyla. Alberti’nin, âlimler kadar ressamlara da hitap etmeyi amaçlayarak konuşma diliyle kaleme aldığı, bomba etkisi yaratan bu kısa metin, perspektife dayalı uzamın nasıl kurgulanacağını tarif etmekteydi. “Resim Üzerine” metni, “kaçış noktası” ve costruzione legittima gibi kavramları, kelimelerin ulaşabileceği her yere taşıyıp yaygınlaştırdı.
O günden bu yana perspektif her yönüyle ve her açıdan tartışılan bir mesele olageldi, ama tartışmalar en çok, yeni soruların gündeme geldiği 20. yüzyılda hararetlendi: Perspektifi icat eden gerçekten Brunelleschi miydi, yoksa Romalılar mı? (Romalıların üç boyutlu uzamı tasvir etmeyi bildikleri kesindi). Brunelleschi yurttaşlarına tam olarak ne göstermişti? (Anlaşıldığı kadarıyla bunlar, aynalarla donatılmış ekmek kutusu büyüklüğünde kutulardı, ama bunun ötesinde görüşler değişiyordu.) Alberti’nin perspektife dayalı resim kurgulama yöntemi costruzione legittima, Brunelleschi’ninkiyle aynı mıydı, yoksa arada küçük farklar var mıydı? Brunelleschi, kendisine atıfta bulunan ama şöhreti elinden alan Alberti’nin yazısı hakkında ne düşünüyordu? Perspektife dayalı mekânlar 15. yüzyıl Floransalılarına –çoğumuza olduğu gibi– o kadar gerçeğe yakın görünürken, 20. yüzyılda antropologların keşfedeceği üzere, başka insanlara neden o kadar anlaşılmaz gelmişti? Perspektife verdiğimiz tepki doğuştan mı geliyordu, yoksa öğrenilmiş bir davranış mıydı?
Hans Belting, bu tartışmaya paradoksal bir iddiayla katılıyor: Resimlerde uzamı tasvir etmek için kullanılan bu çarpıcı yöntemin ana esin kaynağının, 11. yüzyılda yaşamış Arap matematikçi İbnü’l-Heysem’in optik üzerine kuramları olduğunu söylüyor. İddia paradoksal, çünkü İbnü’l-Heysem’in yaşadığı kültür, temsilî sanatları yasaklamıştı ve muhtemelen bambaşka bir görme biçimine sahipti. Tabii Belting’in asıl derdi, Avrupa ile İslam dünyası arasındaki, asırlara uzanan karşılıklı ilişkileri vurgulamak; üstelik bunu, 20. yüzyıl ortalarında pek az uzmanın paylaşabileceği eşitlikçi bir bakış açısıyla yapıyor. Floransa ve Bağdat kitabında, Doğu ile Batı arasındaki bağ yepyeni bir keşifmişçesine heyecanla kuruluyor: Gerçekten de Belting, perspektifin öyküsünü yeni baştan öğreniyor, yeni baştan anlatıyor – bu kez Avrupalılar için ve Floransa’dan yola çıkarak değil, küresel bir bakış açısıyla ve küreselleşmiş bir dünya için. Giriş yazısında kendisinin de dediği gibi Bağdat aslında sembolik bir başlık: İbnü’l-Heysem Basra’da doğup Bağdat’ta eğitim görse de Kahire’de yaşamış ve eserlerini burada kaleme almış. Ama Bağdat, bugün İslamiyeti akla getiren kelimeler arasında, süregelen bir savaşı ve ‘medeniyetler çatışması’na dair güncel korkuları çağrıştırma olasılığı en yüksek olan kelime. Nitekim Belting’in incelemesi de tam bu korkuları ve bölünmeleri bertaraf etmeyi amaçlıyor.
Floransa ve Bağdat kitabının en özgün yanı, bakış açıları arasında hayal ettiği alışverişe dayanıyor: Belting’in, görmenin anlamı üzerine yazarken İbnü’l-Heysem’in neyi nasıl gördüğünü samimiyetle merak etmesi; onun görme yetisini tarif edişinin 15. yüzyıl İtalyanlarına nasıl ilham verdiğini irdelemesi. Fakat şu da var: Bakış açıları arasında bir alışveriş olabilmesi için, tanım gereği, kim olduklarından ve nerede yaşadıklarından bağımsız olarak iki insanın çok sayıda düşünceyi, özelliği ve alışkanlığı paylaşması gerekir. Ama Belting’in İslami Doğu ile Hıristiyan Batı arasında kurduğu tezat, özellikle ilk bölümde, fazlasıyla keskin ve şematik. Zira 15. yüzyıl Floransası, en az bir Venedik veya bir Kahire kadar işlek bir kavşak noktasıydı.
İmparatorluk zamanında Viyanalılar “Asya’nın Landstrasse’den başladığını”; batıdan, doğudan ve güneyden Akdeniz’le çevrili İtalyan yarımadasının, karalarla çevrili Viyana’ya kıyasla Asya ve Afrika’yla hep daha yakın temas içinde olduğunu savunurlardı. İtalya’da Doğu-Batı ayrımı hiçbir zaman gerçek bir ayrım olmamıştı – en azından, gerek kültürel gerek genetik açıdan Anadolu’yla bağı olan ve Kartacalılarla ittifak kuran Etrüsklerden beri. Roma İmparatorluğu döneminde Doğu-Batı ayrımı olmadığı ise muhakkaktı: yönetici sınıf asırlar boyu hem Latince hem Yunanca konuşmuştu. Araplar iki yüzyıl boyunca Palermo’daki merkezlerinden Sicilya’yı yönettiler; adada hâlâ Arapça birçok yer ve kişi ismi var. 12. yüzyıl Palermo’sundaki büyük Norman yapıları –Cappella Palatina, Monreale Katedrali, Santa Maria dell’Ammiraglio Kilisesi– Bizans’a özgü figüratif mozaikler ile İslam üslubundaki soyut geometrileri birleştirmişti. Sonuçta, Doğu ile Batı, İtalya’da kadim birer düşman oldukları kadar kadim birer dosttular da.
Hindu-Arap sayı sistemini Avrupa’ya getiren, Pisa’lı tüccar Leonardo Fibonacci olmuştur: Cezayir sahiline yaptığı seferler sonucunda yazdığı, 1208 tarihli Liber Abaci kitabıyla. Böylece Toskanalı tüccarlar, cebir gösterim sistemi icat edildikten sonra zenginleştirilebilecek matematiğin gelişmesinin önünü açmışlardır. Belting, perspektifin icadının yüksek matematikten doğduğunu varsayıyor, oysa Alberti perspektife dayalı uzam oluşturma yönteminde, Euklides geometrisinin basit araçlarından yararlanmıştı.
İbnü’l-Heysem ve diğer Arap matematikçileri cebiri yoktan var etmediler, tıpkı Brunelleschi’nin perspektifi sıfırdan icat etmemiş olması gibi. Bütün bu icatlar, kendilerinden önceki büyük âlimler üzerine düşünen, okuyan ve çalışan insanların eseriydi. Arap matematikçileri Yunan filozoflarını harıl harıl okurken, Avrupamerkezcilik veya kolonyalizm gibi kaygılar taşımıyorlardı, dil onlar için bir engel değildi. Gerek İslam’da gerek Hıristiyanlık’ta olağanüstü incelikli ışık tasvirleri varsa, bunun sebebi her ikisinin de Platon’un derin etkisi altında olmasıydı – Belting’in incelemesinde ne yazık ki yer verilmeyen bir etki bu.
İbnü’l Heysem’in camera obscura’sı
Belting, çalışmasının İslam tarafı söz konusu olduğunda en yeni çalışmaları ve kaynakları temel almış (gerçi zaman zaman “İslami” ile “Arap” kelimelerinin eşanlamlı olmadığını unutmuş gibi); fakat antik dünyayla ilgili bilgisi, muhtemelen “Batı”ya karşı duyduğu düşünsel antipatiden ötürü, çoğunlukla yaygın görüşlere –yani yanlış bilgilere– dayanıyor. Örneğin, Alberti, Belting’in dediği gibi Vitruvius’un kötü bir yazar olduğunu söylememişti. Alberti’nin şikâyeti çok daha özgül bir konudaydı. Vitruvius Mimarlık Üzerine On Kitap’ını, okurları ikidilli olduklarından Yunanca-Latince karışımı bir dilde yazmıştı; ama ilerleyen yüzyıllarda metnini kopyalayan kâtipler bu iki dilde kıvrak olmadıklarından, sonunda ortaya karman çorman bir Yunanca metin çıkmıştı. Alberti’nin asıl dediği, Vitruvius’un okunamaz olmasıydı ki bunda da haklıydı.
Keza, Roma duvar resimleriyle ilgili modern bilgi, Belting’in iddia ettiği gibi Pompeii kazılarıyla başlamadı – sanatçıların 1470’lerde Neron’un Altın Ev’inin duvar resimleriyle dolu yıkıntılarını gezdikleri biliniyor; dahası, Boticelli gibi kimi 15. yüzyıl ressamlarının Roma sanatı kadar Etrüsk sanatını da bildiklerini, en azından kimi zaman bu ikisini ayırt edebildiklerini gösteren kanıtlar var. İtalyan Rönesansı, pek çok açıdan, klasik dünyayla çevriliydi. Geç antik resimlerin, İtalya’da 13. yüzyıl ile 14. yüzyıl arasındaki geçiş döneminde hâlâ var olduğuna şüphe yok: Bu yüzyıl, sadece, 16. yüzyılda yaşamış Toskanalı biyografi yazarı Giorgio Vasari’nin modern resmin mucidi olduğunu söylediği memleketlisi Giotto’yu değil, onun kadar övülmemekle birlikte aynı ölçüde çığır açmış Romalı ressamlar Jacopo Torriti ile Pietro Cavallini’yi de çıkarmıştı – tabii, geometrik tasarımın öncülerinden, taş yontma ustaları Cosmati ailesini de unutmamak gerek. Belting, antikiteyi tarihin akışı içinden çıkarıp İslami “Doğu” ile Hıristiyan “Batı”yı ayırmak yerine, bu Akdeniz toprakları arasında bin yıldır kesintiye uğramayan teması ortaya koysaydı, kendi savlarını da güçlendirmiş olurdu. Böylece, İbnü’l Heysem ile Brunelleschi’yi, (arkeolojik bulguların ziyadesiyle gösterdiği gibi) tarih-öncesi zamanlardan başlayıp hâlâ süren, kesintisiz bir etkileşim tarihine yerleştirmiş olurdu.
Çalışmalarının büyük kısmını 15. yüzyıl perspektifine ayıran Samuel Edgerton gibi, Belting de, Brunelleschi’nin uzamı tasvir etme yönteminin genel olarak Avrupa kültürü üzerinde çok büyük etkileri olduğunu savunuyor. Edgerton, perspektifin önünü açtığı imkânlar konusunda iyimser: insana verilen değerin artması, bilimin gelişmesi gibi örnekler veriyor. Belting ise tam tersine, kolonyalizmin köklerini perspektifin icadına bağlıyor. Fakat doymak bilmez bir egemenlik dürtüsünü, sabit bir bakış noktasına bağlamak epey zayıf bir iddia: Ne de olsa, perspektifin olmadığı Çin’in “Orta Krallık”ı, dört köşeli düz bir sistemle, açgözlülükte ve benmerkezcilikte sınır tanımamayı başarmıştı; keza, yayılmacılık ile kendini merkeze almak arasında bağ kurulacaksa, aynı şey Cengiz Han’ın dünya ağacı için, veya Osmanlı İmparatorluğu için de söylenebilir.
Sultan Süleyman’ın Macar Kralı’nı kabulü, 1556, anonim
Perspektifi Avrupa’da tehlikeli hale getiren, 16. yüzyılda, “barut” dediğimiz Çin icadı üzerinden balistik bilimiyle elbirliği yapması olmuştur: Perspektifin Avrupa kolonyalizmiyle arasındaki asıl suç ortaklığı da burada başlar. Victor Davis Hanson, Batı’nın hâkimiyetinin büyük ölçüde Batı’nın savaş yöntemlerine dayandığını söylemiştir – üzücü olsa da, son derece sarih ve yalın bir iddia. Belting’in çalışması, tahakkümün değil, çok daha olumlu bir kültürel alışveriş tarihinin anahatlarını ortaya koyuyor ve Akdeniz bölgesinin en kıymetli varlıklarından biri üzerine, kesintili olmakla birlikte olağanüstü bir düşünce sunuyor: ışık – bütün gücü ve ihtişamıyla, hem gerçek hem sembolik varlığıyla. Ama perspektifle ilgili analizlerinde olduğu gibi, bu konuda da, sadece İtalya ile İslam dünyası arasında değil, antik dünya ile İslam dünyası arasında da bağ kurmuş olsa, kitabının en temel mesajlarından birini daha da güçlendirmiş olurdu: insan bilgisi ve güzellik arayışı, ne coğrafya, ne zaman ne de kültür sınırı tanır.
Ingrid D. Rowland’ın 29 Aralık 2011 tarihli yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.