Estetik rejimde bildiğimiz haliyle sanat, belirli bir eşitliğin yürürlüğe sokulmasıdır. Bu işlem, güzel sanatların hiyerarşik sisteminin yıkılmasına dayanır. Bununla birlikte, genel eşitliğin, siyasi eşitliğin ve estetik eşitliğin hepsinin birbirine denk olduğu anlamına gelmez bu. Yazma sanatının modern bir biçimi olarak edebiyatın genel koşulunu, (Platoncu eleştiriyi farklı bir yoldan devreye sokarak) yazılı kelime demokrasisi olarak adlandırıyorum. Fakat, yazılı kelime demokrasisi henüz bir siyaset biçimi olarak demokrasiyle aynı şey değildir. Edebi eşitlik de basitçe yazılı kelimenin eşitliği demek değildir; eşitlik burada, onu herhangi bir siyasal eşitlik biçiminden uzaklaştırabilecek bir tarzda işler. Kabaca söylemek gerekirse, edebiyat, 19. yüzyılda, kendine özgü eşitlik biçimini tesis ederek kurulmuştur. Dolayısıyla, Flaubert’deki üslup eşitliği, yazılı kelime demokrasisinin aynı anda hem yürürlüğe sokulması hem de çürütülmesidir. Dahası, bu üslup eşitliği, içkin bir eşitliği açığa çıkarmayı amaçlar: her tür eşitlik biçimindeki politik özneleşmeyle tam bir tezat oluşturan, şeyler arası edilgin bir eşitliktir bu.
Eşitliği, kavramsal bir sanat kategorisi olarak önermiyorum; yalnızca, estetik eşitlik kavramının, “sanatsal modernlik” olarak adlandırılan şeyin ayrılmaz parçası olan bazı tutarsız kategorileri yeniden düşünmemize imkân verdiğini düşünüyorum. Geçişsizliği ele alalım örneğin. Geçişsizliğin, yazarların bundan böyle hikâye anlatmak yerine dille uğraşacakları ya da ressamların, savaş atı ve çıplak kadın resmetmek yerine tuval üzerinde renk alanları paylaştıracakları anlamına geldiği düşünülür (Maurice Denis). Fakat, resimde veya edebiyatta konunun bu şekilde devre dışı bırakıldığı iddiası, öncelikle konuya ilişkin bir eşitlik rejiminin kurulmuş olmasını gerektirir. “Temsil”, zaten başından beri tam da buydu: Birilerinin zannettiği gibi benzerlik değil; belli türdeki bir konu ile belli bir ifade formu arasında zorunlu bağlantıların var olmasıydı. Şiir ve resimde türler arası hiyerarşi bu şekilde işliyordu. Bu, mutfak aletleriyle beraber bir kadın aşçıyı resmetmenin, muharebe meydanındaki bir generali resmetmek kadar önemli olduğu fikriyle başladı. Edebiyatta, soylular, burjuvalar, köylüler, prensler ya da uşaklar hakkında yazmak için belirli bir üslup benimsemeye gerek olmadığı fikrinin ortaya çıkmasıyla başladı. Konuların eşitliği ve ifade tarzlarındaki ayrımsızlık, soyutlama yolunda her tür konunun terk edilmesi imkânından önce gelir. İlki ikincisinin koşuludur.
Modern sanatı eşitlik temelinde düşünmenin bir yolunu oturtmaya çalışmıyorum. Birden fazda eşitlik türü olduğunu göstermeye çalışıyorum; edebi eşitliğin demokratik eşitlikle ya da metaların evrensel olarak mübadele edilebilirliğiyle bir olmadığına işaret ediyorum.
Madam Bovary’yi ele alalım örneğin. Bir yandan, üslubun mutlaklaştırılması, demokratik eşitlik ilkesine tekabül eder. Bir çiftçi kızının işlediği zina, büyük adamların kahramanlıkları kadar ilgi çekicidir. Dahası, neredeyse herkesin okuma yazma bildiği bir dönemde, yazının eşitlikçi dolaşımı sayesinde hemen hemen herkes Emma Bovary’nin kurmaca hayatına erişebilir ve onu kendine mal edebilir. Dolayısıyla, yazılı kelimenin rastgele dolaşımı ile belirli bir edebi mutlak arasında tam bir uyum vardır. Fakat öte yandan, Flaubert, edebi eşitliğini, yazılı kelimenin rastgele dolaşımına ve bunun ürettiği “estetik” eşitlik türüne karşıt olarak kurgular. Madam Bovary’nin odağında, iki eşitlik biçimi arasındaki mücadele vardır. Bir anlamda, Emma Bovary, belirli bir estetik demokrasinin kahramanıdır. Yaşamına, yani hem aşk hayatına hem de evinin dekorasyonuna sanat katmak ister. Roman, çiftlikte yetişmiş bir kızın yaşamına sanat katma arzusuna karşı aralıksız bir polemik olarak kurgulanmıştır: “Hayatın içindeki sanat”ın (sonradan gündelik hayatın estetikleştirilmesi denecek şeyin) karşısına, yalnızca ve yalnızca kitaplarda bulunan bir sanat formunu çıkartır.
Fakat, ne kitaplardaki ne de hayattaki sanat, kamusal yaşamda verili olan üzerine uyuşmazlık inşa etmenin bir biçimi olarak demokrasiyle eşanlamlıdır. Dahası, ne ilki ne de ikincisi, metaların ve paranın hükmüne içkin olan ayrımsızlığa denktir. Flaubert, her tür siyasal özneleşmeyle mesafesini koruyan bir edebi ayrımsızlık kurgular. Demokratik bir siyaset sahnesi inşa eden öznelerarası molar eşitliğin karşısına, duygulanımlar arası moleküler eşitliği koyar. Keza, bir berduştan çok berduşun kanını emen bitlerle; toplumsal eşitsizlikten çok moleküler eşitlikle ilgilendiğini söylemiştir. Her bir cümleyi (uzunlukta olmasa da yoğunlukta) birbirine ve sonuçta kitabın bütününe eşit kılan mikroskobik eşitliğin yürürlüğe sokulması olarak kurgulamıştır romanını. Ve bu eşitliği, bazı başka eşitlik türlerine karşıt olarak kurgulamıştır: ticari eşitlik, demokratik siyasi eşitlik, ya da tıpkı kahramanının hayata geçirmeye çalıştığı eşitlikteki gibi, bir yaşam tarzı olarak eşitlik.
Rancière’in Le Partage du sensible: Esthétique et politique adlı kitabının İngilizce edisyonu için Gabriel Rockhill’in yazarla yaptığı söyleşiden seçilmiş pasajlar; The Politics of Aesthetics: The Distribution of the Sensible içinde, çev. Gabriel Rockhill, (Londra ve New York: Continuum, 2011) s. 52-56. Le Partage du sensible, Görüntülerin Yazgısı – Duyulurun Paylaşımı başlığıyla Türkçede yayınlanmıştır, çev. Aziz Ufuk Kılıç (İstanbul: Versus Kitap).