Fernando Solanas ve Octavio Getino’nun çektiği La hora de los hornos filminin gösterimlerine eşlik eden pankart: “Bütün seyirciler ya korkaktır ya hain”.
La hora de los hornos (Kızgın Fırınların Saati, 1968) –ki neokolonyalizme karşı bir Üçüncü Sinema manifestosudur– filminin yönetmenleri, gösterimler için dâhiyane bir şart koşmuşlardı:[1] Filmin gösterildiği her yere, “Bütün seyirciler ya korkaktır ya hain” cümlesinin yazıldığı bir pankart asılacaktı.[2] Amaç, yönetmen ile izleyici, yazar ile üretici arasındaki ayrımları yok etmek, böylece bir politik eylem alanı açmaktı. Peki bu film nerede gösteriliyordu? Tabii ki fabrikalarda.
Artık politik filmler[3] fabrikalarda gösterilmiyor. Müzelerde, ya da galerilerde gösteriliyor –sanat mekânlarında. Yani, herhangi bir beyaz küpte. [4] Bu noktaya nasıl gelindi? Her şeyden önce, geleneksel Fordist fabrika, büyük ölçüde yok oldu (en azından Batı ülkelerinde). İçi boşaltıldı, makineleri sökülüp toplanarak Çin’e gönderildi. Eskinin işçileri, daha fazla yeniden eğitim için yeniden eğitim aldı, ya da programcı olup evden çalışmaya başladı. İkincisi, sinema da neredeyse fabrikanınki kadar ciddi bir dönüşümden geçti. Katmerlendi, dijitalleşti, serileşti, neoliberalizmin egemenlik kazanma ve yayılma hızına koşut bir hızla ticarileşti. Sinemanın terkinden önce politik filmler kendilerine başka yerde yuva arardı. Sinema mekânına dönmeleri yakın bir zamana denk gelir, zira sinema hiçbir zaman biçimsel açıdan deneysel çalışmaların mekânı olmamıştır. Oysa şimdi, beyaz küplerin içerisine yerleştirilmiş kara kutularda –kaleler, depolar, rıhtımlar, eski kiliseler– politik filmler de deneysel filmler de gösteriliyor. Ses kalitesi neredeyse her zaman berbat.
Fakat, görüntülerin korkunçluğuna ve gösterimlerin kasvetine rağmen bu çalışmalar beklenmedik bir arzu uyandırıyor. İnsanlar, kalabalıklar halinde eğilip çömelmek pahasına, politik film veya video sanatı eserlerine göz ucuyla bakmaya gidiyor. Bu izleyiciler medya tekellerinden gına mı getirmiş? Her konuda yaşanan bariz krizin çözümünü mü bulmaya çalışıyorlar? Eğer öyleyse, bu çözümleri neden sanat mekânlarında aramaları gerekiyor?
Video/film yerleştirmesi gösterimi, James Cohan Gallery 2013 (eser: Hiraki Sawa)
Gerçeklik Korkusu mu?
Politik filmlerin (veya video yerleştirmelerinin) müzeye göçmesi karşısında gösterilen tutucu tepki, bu filmlerin bu nedenle anlamlarını kaybettiği varsayımını temel alır. Yüksek kültürün burjuva fildişi kulesine kapanmaları esefle karşılanır. Eserlerin bu şekilde elitist bir güvenlik kordonunun arkasında yalıtıldığı düşünülür – sterilize edildikleri, dünyadan ve “gerçeklikten” koparıldıkları varsayılır. Nitekim, Jean-Luc Godard’ın da video sanatçılarına “gerçeklikten korkmamayı” salık verdiği söylenir, tabii gerçeklikten korktuklarını varsayarak.[5]
Peki bu gerçeklik nerede? Beyaz küpün ve teşhir teknolojilerinin ötesinde bir yerlerde mi? Bu iddiayı ters çevirsek, ve polemik olsun diye aslında beyaz küpün Gerçek’in ta kendisi olduğunu söylesek: burjuva enteryörünün dehşet verici boşluğu. Öte yandan –çok daha iyimser bir açıdan bakarsak– Godard’ın ithamına karşı çıkmak için Lacan okumamıza gerek yok, çünkü fabrikadan müzeye göç aslında hiç yaşanmadı. Gerçekte, politik filmler yine oldum olası gösterildikleri yerde gösteriliyor: bugün birçoğu müzeye dönüşmüş eski fabrikalarda. Ses yalıtımı berbat bir galeride, sanat mekânında, beyaz küpte. Buralarda elbette politik filmler gösteriliyor. Ama bunlar aynı zamanda çağdaş üretimin de yuvasına dönüştü. İmgelerin, jargonların, hayat tarzlarının ve değerlerin üretimi. Sergileme değeri, spekülasyon değeri, kült değeri. Eğlencenin yanında ciddiyet. Ya da mesafesiz bir aura. Bedava çalışan hevesli stajyerlerin doldurduğu, Kültür Endüstrileri’nin öncü vitrini.
Burası, tabiri caizse yine bir fabrika, ama eskisinden farklı. Yine bir üretim mekânı, yine bir sömürü mekânı, hatta politik sahneleme mekânı. Fiziksel buluşmanın, zaman zaman da ortak tartışmanın mekânı. Ama aynı zamanda, tanınmaz hale gelecek kadar değişmiş. Peki ne menem bir fabrika bu?
Eski bir cam fabrikasından dönüştürülmüş Sapnu Fabrika (Rüya Fabrikası), Letonya
Üretim Dönemeci
Fabrika-müze ortamının tipik kurulumu şöyledir: Eskiden endüstriyel bir çalışma ortamı vardı. Şimdi boş vakitlerini televizyon ekranları karşısında geçiren insanlar var. Eskiden bu fabrikada çalışan insanlar vardı. Şimdi bilgisayar ekranları karşısında evde çalışan insanlar var.
Andy Warhol’un Fabrika’sı, yeni müzenin üretim dönemecine girerek bir “toplumsal fabrika”ya dönüşme sürecinde model işlevi gördü.[6] Artık toplumsal fabrika tanımlarından geçilmiyor.[7] Toplumsal fabrika, geleneksel sınırlarını aştı ve hemen hemen her şeye bulaştı. Algı, duygulanım ve dikkat kadar, yatak odalarına ve rüyalara da sızdı. Dokunduğu her şeyi, sanata değilse de kültüre dönüştürüyor. Mahremiyeti, sıradışılığı ve yaratıcılığın kabul görmemiş diğer biçimlerini kaynaştırıyor. Bulanık bir hiper-üretim alanında kamusal ve özel alanlar iç içe geçiyor.
Fabrika-müzede, hâlâ bir şeyler üretilmeye devam ediyor. Yerleştirme, planlama, ahşap işçiliği, seyretme, tartışma, bakım ve onarım, yükselen değerler konusunda tahminde bulunma ve ağ kurma, döngüler halinde birbirinin yerini alıyor. Bir sanat mekânı bir fabrikadır, aynı zamanda bir süpermarkettir – bir kumarhanedir, yeniden üretim işinin temizlikçi kadınlar ve cep telefonlu videocu-blogcular tarafından yerine getirildiği bir ibadethanedir.
Bu ekonomide seyirciler bile işçiye dönüşmüştür. Jonathan Beller’in dediği gibi, sinema ve türevleri (televizyon, internet vs.) seyircilerin bilfiil çalıştığı birer fabrikadır. Bugün “bakmak çalışmaktır”.[8] Taylorist üretim ve taşıyıcı bant mantığını bütünleştiren sinema, şimdi gittiği her yere fabrikayı taşıyor. Ama bu üretim tipi, sınai üretimden çok daha yoğun. Duyular üretimin hizmetine koşulmuş durumda; teknik araçlar, seyircilerin estetik becerilerini ve hayal gücünü istismar ediyor.[9] Bu anlamda, sinemayı halefleriyle bütünleştiren her mekân –ki buna müze de dahil– artık bir fabrika haline geldi. Politik film tarihinde fabrikalar sinemaya dönüştürülmüştü, oysa şimdi sinema müze mekânlarını fabrikaya dönüştürüyor.
Hito Steyerel’in “Is a Museum a Factory?” başlıklı yazısının ilk kısmından çevrildi. Hito Steyerel, The Wrteched of the Screen içinde (Sternberg Press) s. 60-64.
[1] Grupo Cine Liberación (Fernando E. Solanas, Octavio Getino), La hora de los hornos, Arjantin, 1968. Film, Üçüncü Sinema akımının en önemli örneklerinden biridir.
[2] Cümle, Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri (1963) adlı eserinden alıntılanmış. Film tabii ki yasaklanmış ve kaçak olarak gösterilmiştir.
[3] Veya videolar, ya da video/film yerleştirmeleri. Bunlar arasında doğru bir ayrım yapmak için (ki bu ayrımlar mevcuttur ve önemlidir) başka bir yazı yazmak gerek.
[4] Bütün bu mekânları aynı kefeye koymanın sorunlu olduğunun farkındayım.
[5] Godard bu yorumu, genç yerleştirme sanatçılarıyla yaptığı bir söyleşi –daha doğrusu bir monolog– sırasında sarf etmiş; yönetmen, genç sanatçıları sergilerde “teknolojik aygıtlar [dispositif]” kullandıkları için kınıyor. Bkz. “Debrief de conversations avec Jean-Luc Godard,” Sans casser des briques (blog), 10 Mart 2009, http://bbjt.wordpress.com/2009/03/10/debriefde-conversations-avec-jean-lucgodard/(blog yayınına son verilmiş).
[7] Sabeth Buchmann, Hardt ve Negri’den aktarıyor: “ ‘Toplumsal fabrika’, kamusal ve özel hayatın, bilgi üretimi ve iletişimin her alanına ve her yönüne temas ve nüfuz eden bir üretim biçimidir.”: “From Systems-Oriented Art to Biopolitical Art Practice,” Media Mutandis: A NODE.London Reader içinde, ed. Marina Vishmidt (Londra: NODE.London, 2006).
[8] Jonathan L. Beller, “Kino-I, Kino-World”, The Visual Culture Reader içinde, ed. Nicholas Mirzoeff (Londra: Routledge, 2002), 61.