Göz ardı edenlerin tekrar etmeye mahkûm oldukları tek şey siyaset tarihi değildir. Son dönemde ortaya çıkan bir yığın “post-Marksizm”, Marksizm’in “ötesine geçme” çabalarının tipik biçimde Marksizm öncesine ait eski tutumları yeniden keşfetmekle son bulduğu iddiasının ne kadar doğru olduğunu gözler önüne seriyor: neo-Kantçılığın dirilişinden tutun, Hume ve Hobbes üzerinden ta pre-Sokratiklere giderek yapılan “Nietzscheci” dönüşlere kadar. Marksizm’in kendi içinde bile, problemlerin –çözümleri olmasa da– terimleri daha baştan belli; ve Marx-Bakunin, Lenin-Luxemburg tartışmaları, ulusal sorun, tarım sorunu, proletarya diktatörlüğü gibi eski anlaşmazlıklar, geçmişi arkamızda bırakıp yolumuza devam edebileceğimizi düşünenlerin başına musallat olmaya devam ediyor.
“Bastırılanın geri dönüşü” diye nitelenebilecek bu durumun en çarpıcı tezahürü, “realizm” ile “modernizm” arasındaki estetik ihtilaf bağlamında yaşandı; o tartışmanın tüm taraflarında katılacağımız yönler olduğunu, ama hiçbirinin tamamıyla kabul edilebilir olmadığını düşünsek de, bugün bu ihtilafı dindirecek bir yol bulup karara bağlamak hâlâ kaçınılmaz bir iş olarak önümüzde duruyor. Tartışma, Marksizm’in kendisi kadar eskiye gidiyor; aslında biraz geniş bir açıdan bakıldığında, 17. yüzyılda estetiğin, tarihselciliğin ikilemleriyle ilk kez karşı karşıya geldiği Querelle des anciens et des modernes [kadimler-modernler kavgası] olayının çağdaş bir tekrarı olduğu söylenebilir.
Georg Lukács (1885-1971) Ernst Bloch (1885-1977)
Yüzyılımızın Marksizm’i içerisinde realizm/modernizm münakaşasının bıraktığı izler, 1920’lerde ve 1930’larda Alman soluna mensup yazarlar üzerinde ekspresyonizmin ne kadar canlı ve kalıcı bir etki bıraktığının kanıtıydı. Lukács’ın 1934’te ekspresyonizme yönelttiği sert ithamlar, Bloch, Lukács, Brecht, Benjamin ve Adorno arasında, bu kitapta yayınladığımız birbiriyle bağlantılı bir dizi tartışma ve yazışmanın önünü açmıştı. Bu polemiklerin bu kadar etkileyici olması, aslında, kendi içlerindeki dinamizme dayanıyor: Birbirine cevaben hızla ortaya konan mantıki olasılıklar, konuyu ekspresyonizmle sınırlı olmaktan çıkarmış, hatta bizzat realizmin ideal tipi meselesinin ötesine taşımış, popüler sanat, natüralizm, sosyalist realizm, avangardizm, medya ve nihayet –politik olsun olmasın– modernizm gibi problemleri de tartışmaya dahil etmişti. Tartışmanın temel izlek ve görüşlerinden birçoğu, başta Marcuse olmak üzere Frankfurt Okulu üzerinden, 1960’ların öğrenci hareketleri ile savaş karşıtı hareketine nüfuz etti; Brecht’in dirilişi ise, Tel Quel grubu gibi politik modernizm örnekleri arasında bu izlek ve görüşlerin yayılmasını sağladı.
Mevcut kültürel durumda realizm ve modernizm seçeneklerinin her ikisi de bize olsa olsa tahammül edilmez görünüyor: realizm, tüketim toplumunun çoktan çürümeye başlamış geleceğinde artık söz konusu olmayan bir toplum türüne has eski deneyimleri (klasik kent yoksulluğu, geleneksel köy/kent karşıtlığı) canlandırdığı için; modernizm ise, çelişkilerinin pratikte realizminkilerden bile daha müzmin olduğu görüldüğü için. Günümüzün yenilik estetiği –hâkim eleştirel ve biçimsel ideoloji olarak çoktan tahta çıkarıldı bile– kendi ekseninde durmadan hızlanarak dönmek suretiyle umutsuzca kendini yenileme arayışında: modern olmayı bırakmadan post-modernizme dönüşmek isteyen modernizm. Dolayısıyla bugün, sonuçları kolaylıkla tahmin edilebilen bir geri dönüş gösterisine tanıklık ediyoruz: Soyutun kendisi bıktırıcı bir geleneğe, figüratif sanata dönüşürken, hiper-realizm veya foto-realizm adı verilen bir figüratif sanat da bizatihi şeylerin değil onların fotoğrafının temsiline dönüştü – aslında bizzat sanat “hakkında” olan bir temsilî sanat! Edebiyata gelince, şiirsel, veya olay örgüsünden yoksun kurmacanın yarattığı bıkkınlıkla, entrikaya geri dönüldü – ama bu türün yeniden keşfedilmesiyle değil, eski anlatıların pastişi ve geleneksel seslerin kişiliksizleştirilmiş taklitleri yoluyla: Adorno’nun Müziğin Felsefesi’nde eleştirdiği, Stravinski’nin klasiklerden yaptığı pastiş gibi.
Theodor Adorno (1903-1969) Bertolt Brecht (1898-1956)
Bu durumda, modernizmi son bir yenilenmeden geçirmek, algı devrimine dayalı bir estetiğin artık kanıksanmış unsurlarındaki son diyalektik sarsılışı yaratmak, realizme düşüyor olmasın? [...] Beklenmedik bir sonuç olabilir ama, 1930’larda ne kadar haksız olmuşsa da bugün bizlere son sözü söyleyecek kişi Lukács’tır belki de. Ama bu Lukács, eğer onu tasavvur etmeyi başarabilirsek, realizm kavramını Tarih ve Sınıf Bilinci’ndeki kategoriler, en başta da şeyleşme ve bütünsellik çerçevesinde yeniden yazmış bir Lukács olacaktır. Başta çalışma olmak üzere insan etkinliğini ilgilendiren bir süreci (işçinin emeğinden, ürettiğinden, diğer işçilerden ve nihayet kendi “tür varlığı”ndan kopmasını) ifade eden bildik yabancılaşma [alienation] kavramından farklı olarak, şeyleşme, toplumsal bütüne dair kavrayışımızı etkileyen bir süreçtir. [...] Geç kapitalizmin şeyleşmesi –insan ilişkilerinin şeyler arasındaki ilişkiler görünümüne bürünmesi– toplumu anlaşılmaz hale getirir: ideolojinin dayandığı ve sömürünün meşrulaştırıldığı gizemleştirmelerin canlı kaynağıdır bu. Toplumsal “bütün”ün temel yapısı bir dizi sınıf ilişkisinden oluşuyorsa –çeşitli toplumsal sınıfların diğerleriyle aralarındaki antagonizma ve karşıtlık üzerinden kendilerini tanımladığı antagonistik bir yapı söz konusuysa– şeyleşme, bu yapının sınıfsal niteliğini zorunlu olarak gizler ve beraberinde yalnızca anomiyi getirmekle kalmaz, bugün “ileri” kapitalist ülkelerin tümünde örneğine bolca rastlandığı üzere, toplumsal sınıfların mahiyeti, hatta varlığı konusunda bile artan bir kafa karışıklığına yol açar. Bu tespit doğruysa, sınıf bilincinin güçlendirilmesi, tek bir sınıfın popülist veya uvriyerist bir yaklaşımla kendi kendini yüceltmesiyle başarılamaz demektir – bunun için, toplumu bir bütün olarak kavrama olanağının önünü yeniden açmak, toplumsal olayların sınıflar arasındaki mücadelenin uğrakları olarak yeniden şeffaflaşmasını sağlayacak bilgi ve algı imkânlarını yeniden keşfetmek gerekir.
Walter Benjamin (1892-1940)
Bu koşullar altında yeni bir realizmin işlevi de açık olacaktır; tüketim toplumunda şeyleşmenin gücüne direnmek, ve bugün hayatın ve toplumsal örgütlenmenin tüm düzeylerinde varoluşsal parçalanmayla sistemli biçimde altı oyulan bütünsellik kategorisini yeniden keşfetmek, giderek bir dünya sistemi halini alan koşullarda sınıflar arasındaki yapısal ilişkiler kadar başka ülkelerdeki sınıf mücadelelerini de yansıtmanın tek yoludur. Böyle bir realizm anlayışı, diyalektik karşıtı olan modernizm kavramındaki en somut yönü de bünyesine katacaktır: deneyimin katılaşarak alışkanlıklar ve otomatik davranışlar kütlesine dönüştüğü bir dünyada, algının büyük bir güçle sarsılıp yenilenmesi üzerindeki vurgu. Ancak, yeni estetiğin sarsacağı alışkanlıklar, artık bildik modernist terimlerle ele alınmayacaktır: kutsiyetini kaybetmiş ve insanlıktan çıkarıcı hale gelmiş akıl, kitle toplumu, sanayi şehri ya da genel olarak teknoloji vs. temaları çerçevesinde değil, geç kapitalizmin meta sisteminin ve şeyleştirme yapısının bir sonucu olarak işlenecektir.
Elbette başka realizm anlayışları, başka politik estetik türleri tasavvur etmek mümkün. Realizm/modernizm tartışmasından çıkaracağımız ders, her iki kavramı da, devreye sokuldukları tarihsel ve toplumsal konjonktür bağlamında yargılamak gerektiğidir. Geçmişin can alıcı mücadelelerine belli bir saf tutarak bakmak, ne iki taraftan birini seçmeyi gerektirir, ne de uzlaşmaz farklılıklar arasında uyum sağlamaya çalışmayı. Varlığı son bulmuş olsa da şiddetini hâlâ koruyan bu tür düşünsel ihtilaflarda temel çelişki, bizzat tarih ile, onun gerçekliklerini kavrayacağım derken düşüncenin karşısına bir muamma, bir açmaz çıkararak o uyuşmazlıkları kendi içinde yeniden üreten kavramsal aygıt arasındaki çelişkidir. İşte tutunmamız gereken de bu açmazdır – hâlâ aşamadığımız bir tarihin düğüm noktasını bünyesinde barındıran bu açmaz. Tabii bize nasıl bir realizm anlayışı geliştirmemiz gerektiğini söylemeyecektir, ama onu incelemek, yeni bir realizmi keşfetme yükümlülüğünden kaçmamızı imkânsız hale getirir.
Fredric Jameson’ın “Sonuç Niyetine Düşünceler” başlıklı yazısından seçilmiş pasajlar, Estetik ve Politika: Realizm-Modernizm Çatışması içinde, Ernst Bloch, Walter Benjamin, Theodor Adorno, Georg Lukács, Bertolt Brecht, çev. Elçin Gen, Taciser Belge, Bülent Aksoy (İstanbul: İletişim Yayınları SanatHayat dizisi, 2016) s. 291-316.