Aşağıdaki metin, Samir Amin’in Monthly Review dergisinin Haziran 1996 tarihli sayısında yayınlanan Imperialism and Culturalism Complement Each Other başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerin çevirisidir. (İlk yayınlandığı yer: Al Ahram Weekly, 28 Aralık 1995; Fransızca’dan çeviren: Pascale Ghazaleh.)
Hâkim ideolojiler tanımları gereği muhafazakârdır: bütün toplumsal örgütlenme biçimleri, kendilerini yeniden üretebilmek için, kendilerini tarihin sonu olarak algılamak zorundadır. Ancak, bilimsel düşüncenin ilk adımı, tam da toplumsal sistemlerin kendileri hakkındaki bu fikrini aşmaya çalışmaktır. Hâkim muhafazakâr söylem, modern dünyaya egemen olduğunu iddia ettiği “değerleri” çorba edip birbirine katarak güç kazanır. Siyasi örgütlenme ilkeleri (hukukilik, devlet, insan hakları, demokrasi mefhumları); toplumsal değerler (özgürlük, eşitlik, bireycilik); ve ekonomik hayatın düzenlenme ilkeleri (özel mülkiyet, “serbest piyasa”), hepsi aynı kaba konur. Bu karışımdan da, aynı mantık işlemiyle, söz konusu değerlerin bölünmez bir bütün oluşturduğu gibi yanlış bir çıkarıma varılır. Böylece kapitalizm demokrasiyle özdeşleştirilir – sanki ikisi arasında bariz veya zorunlu bir bağ varmış gibi. Fakat tarih bize tam tersini göstermektedir: demokratik gelişmeler mücadelelerle kazanılmıştır, kapitalist yayılmanın doğal ve kendiliğinden sonucu değildirler.
*
Kültürel farklılıkların gerçek ve önemli olmakla kalmayıp, aynı zamanda temel, kalıcı ve değişmez –başka deyişle, tarihötesi– oldukları iddiası yeni değil. Tam tersine, bu iddia çağlar boyu bütün halkların paylaştığı bir önyargının temelini oluşturuyor. Bütün dinler kendilerini bu şekilde tanımlar: tarihin sonu olarak, mutlak cevap olarak. Ancak, eleştirel, toplumsal ve tarihsel düşüncede ilerleme (evrenselci bir ilerleme), ve sosyal bilimlerin inşası, oldum olası bu kültürel değişmezlik önyargısıyla savaşmayı gerektirmiştir. Kültürler ve dinler sürekli değişimden geçer ve bu değişim açıklanabilir bir şeydir. O halde mesele, yaşanmış tarihin, bu dünya görüşünü çürüttüğünü bir kez daha göstermek değil. Yapmamız gereken ilk iş, tarihin dışında var olan “kültürler” gibi saçma bir fikrin bugün neden böylesine büyük bir kararlılık ve inançla önümüze konduğunu görmek; ikincisi, bu fikrin siyasi başarısının sonuçlarını kavramak.
Kültürel özgüllük teorilerinin çoğu tatmin edicilikten uzaktır, çünkü farklılıkların her zaman belirleyici, benzerliklerinse tesadüf olduğu önyargısını temel alırlar. Böylece girişilen işin arzu edilen sonuçlarına daha en baştan, bu temel üzerinden varılır. Delil olarak gösterilen farklılıklar, düşüncedeki sığlığı eleverir. Mesela Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” adlı ünlü makalesinde yaptığı gibi, “insanların Tanrı’yla, Doğa’yla ve İktidar’la ilişkilerini” tanımlayan alanları içerdikleri için bu farklılıkların özsel mahiyette olduğunu iddia etmek, kültürü dine indirgemek demektir; ve her kültürün, Huntington’ın baştan belirlediği kategoriler çerçevesinde, söz konusu ilişkilerle ilgili özgül ve sabit kavramlar geliştirdiğini varsaymak demektir.
Halbuki tarih bize bu kavramların çoğunlukla düşünüldüğünden çok daha esnek olduklarını gösteriyor. Yine tarih bize gösteriyor ki bu kavramlar, onlardan bağımsız koşullara göre değişen tarihsel evrim biçimlerine işlemiş olan ideolojik sistemlerde bulunuyor. Kötü kültüralistler –iyileri var mı acaba?– dün Çin’in geri kalmışlığını açıklamakta başvurdukları aynı Konfüçyüsçülüğü bugün Çin’in hızlı kalkınmasına gerekçe gösteriyor. Pek çok tarihçi 10. yüzyıl İslam dünyasını son derece parlak bulmakla kalmıyor, Hıristiyan Avrupa’nın aynı dönemdeki durumuna kıyasla çok daha fazla ilerleme potansiyeli barındırdığını da düşünüyor. Peki o zaman ne değişti de, ikisinin konumları sonradan ters yüz oldu? Din (daha doğrusu, toplumun dini yorumlama biçimi) mi? Yoksa başka bir şey mi? Veya ikisi birden mi? Ve bu iki farklı gerçeklik aşaması birbiriyle nasıl etkileşime girdi? İtici güçler nelerdi? İşte kültüralizmin, en kaba örneklerinden birini sergileyen Huntington’ınkinden daha sağlam formüller geliştirdiğinde bile, cevap vermeye yanaşmadığı sorular bunlar.
Dahası, şunu sormalı: Hangi “kültürler”den bahsediyoruz? Dinî alanın tanımladığı kültürlerden mi, yoksa dilin, “ulus”un, aynı ekonomik bölgenin, veya siyasi sistemin tanımladığı kültürlerden mi? Huntington’ın, ayırdığı “yedi grup” için “din”i temel aldığı anlaşılıyor: Batılı (Katolik ya da Protestan), Müslüman, Konfüçyüsçü (gerçi Konfüsyüsçülük bir din değil ama olsun!), Japon (Şintoist mi Konfüsyüsçü mü bilemiyoruz), Hindu, Budist, ve Ortodoks Hıristiyan. Huntington belli ki bugün dünyadaki önemli bölünmeleri açıklama imkânı taşıyan kültürel alanlarla ilgileniyor. Mesela, Japonları diğer Konfüsyüsçülerden, veya Ortodoks Hıristiyanları diğer Batılılardan ayırma gereği duymasının nedeni gayet açık (Huntington’ın açık ve örtük biçimde ilgisi olan Dışişleri Bakanlığı stratejisi, Rusya’nın Avrupa’yla bütünleşme ihtimalini hâlâ korkulu bir rüya gibi gördüğü için olmasın?). Huntington’ın, ister Hıristiyan, ister Müslüman, ister animist olsunlar, yine de kendilerine has birkaç özellikleri olan Afrikalıları neden önemsemediği de ortada (gerçi buradaki ihmali yalnızca cehaletin ve basbayağı ırkçılığın göstergesi de olabilir). Keza Latin Amerikalılar, Hıristiyan olduklarına göre, acaba Huntington'ın “Batılı” dedikleri kadar Batılı değiller mi? Eğer öylelerse, neden az gelişmişler? Üçüncü sınıf Avrupamerkezciliğin bu berbat vesikasında göze çarpan daha nice saçmalığa işaret edilebilir.
Huntington bu incelikli sınıflandırmadan hareketle, ayırdığı yedi gruptan altısının Batı değerlerinden tamamen bihaber oldukları keşfine varıyor. Tabii saydığı değerler arasında, bu yazın türüne has keyfî özdeşliklere de rastlanıyor: kapitalizmi (“piyasa”) ve demokrasiyi tanımlayan kavramlar (bu ikinciler, daha en baştan, tarihsel gerçekliklerden bağımsız olarak, kapitalizmle özdeşleştiriliyor). Peki piyasa, Batılı olmayan Japonya’da Latin Amerika’dakinden daha mı kötü işliyor? Piyasa ve demokrasi kavramları, Batı’nın kendi içinde de yeni olgular değil mi? Ortaçağ Hıristiyanlığı kendini bu sözümona “Batı” değerleriyle mi tanımlıyordu?
İdeolojilerin –özellikle de dinlerin– önemli olduğuna kuşku yok. Ama iki yüz senedir, ideolojiyi toplum içerisinde konumlandıran, ve benzer tarihsel koşullara tabi farklı toplumlardaki işlevsel benzerlikleri tespit edebilen bir analiz geliştirmekteyiz. Dinî ideolojilerin kendilerine has farklı özellikleri yanında, yerine getirdikleri toplumsal işlevler arasındaki benzeşimler de açıkça görülebiliyor. Birbirinden farklı geleneksel “kültürel alanlar” bu çerçeve içinde yok olmuş değildirler elbette. Ama modern kapitalizm (Huntington’ın hatalı bir şekilde “Batı kültürü” dediği şey) aracılığıyla, hem içerden hem dışardan köklü bir dönüşüme uğramışlardır. Ben bu kapitalizm kültürünün (“Batı” kültürünün değil), dünya çapında hâkim olduğu, ve kadim kültürlerin içini boşaltanın da bu hâkimiyet olduğu sonucuna vardım. Kapitalizmin en çok geliştiği yerlerde, kapitalist modern kültür de kadim kültürleri içerden ikame etti: Avrupa ve Kuzey Amerika’da Ortaçağ Hıristiyanlığını, aynı şekilde Japonya’da özgün Konfüçyüs kültürünü ikame etmiş olması gibi. Öte yandan, kapitalist çevre ülkelerde kapitalist kültürün hâkimiyeti kadim yerel kültürleri kökünden dönüştürmeyi tam olarak başaramadı. Ama bu farklılığın, geleneksel kültürlerin kendilerine has özellikleriyle hiçbir ilgisi yok, tamamen kapitalist yayılmanın merkez ve çevre ülkelerde büründüğü biçimle ilgili.
Kapitalizm, küresel yayılma sürecinde, evrenselci iddiaları ile maddi gerçeklikte yarattığı kutuplaşmalar arasındaki çelişkiyi gözler önüne serdi. Kapitalizmin evrenselcilik adı altında başvurduğu içi boşaltılmış değerler (bireycilik, demokrasi, özgürlük, eşitlik, sekülarizm, hukukun üstünlüğü vs.), sistemin mağdurları nezdinde birer yalan gibi, veya sadece “Batı kültürü”ne uygun değerlermiş gibi görünmeye başladı. Bu çelişkinin kalıcı olduğu aşikâr, ama derinleşen küreselleşmenin her aşaması (şu an yaşamakta olduğumuz da dahil), çelişkinin şiddetini olanca çıplaklığıyla gösterdi. O zaman sistem, başat özelliği olan pragmatizm sayesinde, çelişkiyi idare etmenin yolunu keşfetti: “Uygun” değerleri (ki genellikle bunun tersidirler) yerine koymak için, herkesin “farklılığı” kabul etmesi, ezilenlerin de demokrasi, bireysel özgürlük ve eşitlik talebinden vazgeçmesi yetecekti. Bu kullanışlı model çerçevesinde kurbanlar madun statüsünü içselleştirdi, böylece kapitalizm de, ister istemez doğurduğu katı kutuplaşmanın ciddi engeliyle karşılaşmadan ilerleme yolu buldu.
Bu yüzden emperyalizm ve kültüralizm her zaman iyi dost oldu. Emperyalizm, “Batı’nın” tarihin sonuna ulaştığı yönündeki kibirli iddiayla; ekonomiyi (özel mülkiyet, piyasa), siyasi hayatı (demokrasi), toplumu (bireysel özgürlük) yönetme reçetelerinin en baştan birbirine bağlı, kesin ve aşılmaz olduğu iddiasıyla ifade ediyor kendini. Gözlemlenebilen gerçek çelişkilerin hayalî olduğu ilan ediliyor, veya kapitalist rasyonaliteye uymamak için gösterilen yersiz direncin neticesi oldukları öne sürülüyor. Bütün öteki halkların önündeki seçenek açıktır buna göre: ya “Batı değerleri”nin bu sahte birliğini kabul etmek, ya da kendi kültürel hususiyetleri içine kapanmak. “Piyasa”nın ve emperyalizmin yarattığı kutuplaşma nedeniyle bu seçeneklerden ilki mümkün değilse (nitekim dünyanın büyük kısmı için değil), o zaman kültürel çatışma ön safları işgal edecek demektir. Ama bu çatışmada da zarlar hilelidir: “Batı” hep kazanacak, ötekiler hep yenilecektir. Ötekilerin kültüralist seçeneği bu nedenle hoş görülmekle kalmaz, teşvik de edilebilir. Ne de olsa yol açtığı yegâne tehdit kurbanlar aleyhinedir. Bu koşullar altında, “tarihin sonu” ve “medeniyetler çatışması” gibi mitolojik söylemlerin aksine, eleştirel analiz gerçek mesele ve sorunları tanımlamaya uğraşır. Kendi mantığıyla üstesinden gelinemeyecek çelişkilerle dolu olan kapitalizm, tarihin bir aşamasından ibarettir ve ilan ettiği değerler tarihsel bağlamdan, kapitalizmin sınır ve çelişkilerinden koparılmış, içleri boşaltılmıştır.
Halinden memnun “Batı” söylemi bu sorunlarla uğraşmaz, çünkü onları bile bile görmezden gelir. Ama kurbanların benimsediği kültüralist söylem de bu sorunları es geçer, zira o da kültürün muhayyel alanında huzur bulmak için çatışmayı asıl önemli mevzunun yer aldığı alanın dışına aktarır ve o alanı düşmana teslim eder. O zaman, sözgelimi İslam’ın yerel toplumun denetimine sıkı sıkıya bağlı olmasının; dünya ekonomisi hiyerarşisi içinde sistemin kurallarının Müslüman toplumları pazarın kompradoru statüsüne hapsetmesinin ne önemi var? Dünün faşizmi gibi, bugünün kültüralizmleri de yalanlar üzerinden işliyor: krize çözümmüş gibi sunulan, ama aslında krizi idare etmeye yarayan araçlardan ibaretler. Ama geriye değil, ileriye bakacaksak, gerçek sorularla yüzleşmemiz gerekiyor: ekonomik yabancılaşma, israf ve küresel kutuplaşmayla nasıl savaşacağız; tarihsel kapitalizmin reçetelerinin ötesinde gerçek anlamda evrenselci değerlerin gelişeceği koşulları nasıl yaratacağız?
[…]
Dünyayı bir piyasa gibi yönetmek, siyasi güçlerin azami düzeyde parçalanmasını gerektirir; başka deyişle, (etnik, dinî veya başka türden) “topluluklar” ve dinî köktencilik gibi ilkel ideolojik birlikler lehine, devlet güçlerinin fiilen imha edilmesini gerektirir (devlet-karşıtı ideolojinin meşrulaştırmaya çalıştığı bir hedeftir bu). ABD’nin yegâne küresel polis memuru olduğu küresel yönetim projesinin ideali, adına yaraşır tek bir devletin daha (özellikle de bağımsız bir askerî gücün daha) hayatta kalmamasıdır. Diğer bütün güçler, piyasa yönetiminin gündelik işleriyle iştigal edeceklerdir. Bizzat Avrupa projesi de bu çerçevede tasarlanmıştır: Avrupa, sınırları ötesinde azami parçalanmayı sistemli biçimde desteklerken (Slovenyaların, Makedonyaların, Çeçenistanların sayısı ne kadar artarsa o kadar iyidir), kendi sınırları içinde de ortak piyasa yönetiminden ibaret olacaktır. “Demokrasi” ve “insan hakları” temaları manipüle edilerek, insanların demokrasiden ve haklardan yararlanma kabiliyetini ortadan kaldıracak sonuçlara ulaşmak için seferber edilir. Özgüllük ve farklılığa düzülen methiye, etnik veya kültüralist hedefler etrafında yaratılan ideolojik seferberlik, aciz cemaatçiliğin motorudur ve mücadeleyi etnik temizlik ya da dinî totalitarizm zeminine çeker.
Bu mantık çerçevesinde “medeniyetler çatışması” mümkün, hatta arzu edilir hale gelir. Bence Huntington’ın bu konudaki yazısı bu gözle okunmalı. Geçmişte Üçüncü Dünya diktatörlerine verilen desteği “kalkınma” adı altında meşrulaştıran metinler yazmış olması gibi, bugün de çatışmaları “kültürel uyuşmazlıklar” etrafında kutuplaştırarak krizi yönetmeyi sağlayan araçları meşrulaştıran bir metin kaleme alıyor. Bu düpedüz, “Batı” için zaferi garantileyen bir çatışma meydanını dayatan bir stratejidir.
Kısa vadede yaşanan olaylar, etnik ve dinî çatışmaların artmasında da görüleceği üzere, bu stratejinin ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Peki bu çatışmaların artması, “doğal” kültürel çatışmalar oldukları tezini doğruluyor mu? Bu tezi çürüten sağlam itirazlarımı pek çok yerde ifade ettim. “Özgüllüğü” olumlayan şiddet tezahürlerinin büyük çoğunluğu, konunun muhatabı halkların kendiliğinden başlattığı olaylar değildir. Neredeyse hepsi, iktidar sahibi olan veya liderliğe göz diken azınlıkların icadıdır. Sistemin küresel evrimi sonucunda en çok güç kaybeden yönetici sınıfların, bu kültüralist veya etnik stratejilere en sık başvuran kesimler olduğu da aşikâr. Görülmemiş ölçekte bir felaketin vurduğu Doğu Avrupa ülkelerinde durum budur. Ama rekabet halindeki endüstriyel üreticiler listesinden çıkarılan ve bu nedenle dünya sisteminde marjinal konuma itilen İslam dünyası ile Sahra-altı Afrika için de aynı şey geçerli. Bu negatif milliyetçilikler kapitalist kriz yönetimi açısından tamamen işlevseldir. ABD’nin dış politika ve istihbarat kurumları da, ki Huntington bunların memurudur, sermayenin genişlemesine (savaş-sonrasında verilen tavizlerin gittikçe daralan çerçevesi içinde de olsa) direnen halk hareketlerine karşı “farklılık” ve “kültürel uyuşmazlık” kozlarını kullanmakta gecikmemiştir. Sözgelimi Angola’da Savimbi, Afganistan’da Hikmetyar, Yugoslavya’da Tudjman gibi isimlere verilen destek, bugün “kültürel çatışma”nın en korkutucu örneklerinin aslında pek de “doğal” olmadıklarını gösteriyor.
Dünyanın bölgeleri arasındaki farklılıkları açıklayabilecek gerçek anahtarlar kültür alanının dışında yer alıyor. Ortada sistemli bir kültürler çatışması yok: Temelde başka bir mahiyet taşıyan, ama bazıları kültürel bir boyut da içeren çatışmalar var. Bu nedenle, bir halk mücadelesinde gereken stratejiyi tanımlamak için, kapitalizmin çelişkilerini ve içinden geçtiğimiz tarihsel dönemde bu çelişkilerin aldığı biçimi analiz ederek işe başlamamız gerekiyor.