Kasım ayının sonuna doğru Kuzey Avrupa’da iklim hızlıca değişir. Günlerin kısalması, karanlığın erken çökmesiyle kış tüm gücünü göstermeye başlar. Kasım’ın son pazar günü, Hıristiyan kültüründe önemli bir yeri olan birinci Advent’e denk gelir. Dört hafta sonra İsa’nın doğumu kutlanacak, “yılsonu”, şair Rainer Maria Rilke’nin[1] tanımladığı melankolik biçimiyle, duygu ve düşünce dünyasının kapısına dayanacaktır. Kiliseler ve onların hayır kurumları, Kasım ayından itibaren konserler, sergiler, okuma günleri, kermesler, eski eşyaların satıldığı küçük pazarlar düzenleyerek para toplamaya çalışırlar. Hayırsever kişiler ev yapımı kek ve lezzetli yılbaşı kurabiyeleri satarken, eski eşyaların satıldığı bölümlerde mutlaka ilginç bir şeyler bulunur. Bir proje nedeniyle bulunduğum Göttingen’de bir pazar günü yürüyüşünde önünden geçtiğim St. Pauli kilisesinin Advent pazarına girdiğimde, itiraf etmem gerekirse, amacım yılbaşı kurabiyesi alıp kahve içmekti. Yağmurun durmasından yararlanarak çıktığım kent turunu yorgun argın tamamlamıştım. Advent pazarı daha önce görmediğim kadar zevkli süslenmişti. Masalarda âdet olduğu üzere cam dallarının arasına yerleştirilmiş mumlar yanıyor, Bach olduğunu tahmin ettiğim hafif bir müzik sesi duyuluyordu. Ölümcül sessizliğin ve rüzgârın egemen olduğu Göttingen sokaklarında bundan güzel bir kahve bulamayacağım için ikinci kahvemi de içtim. Yan masadakiler, bugün güneş açacak mı, açmayacak mı sohbetine başlayınca, Advent pazarına doğru ilerledim. Ayaklarım beni otomatik olarak kitapların olduğu bölüme götürdü. Burada kategorilere ayrılmış kitaplar vardı. Sanat bölümünde ilginç bir şey bulamayınca yabancı diller bölümüne baktım. Bir sürü Türkçe kitap çıktı karşıma, tamamı 1950’lere ait. Yerde duran bir kutuda, uzun süreden beri aradığım bir küçük fotoğraf albümü elime geçti: İstanbul.[2] Raflara baktıkça şaşkınlığım daha da arttı, Yeditepe yayınlarının peşinde olduğum şiir kitapları arkası arkasına sıralanmış, bana göz kırpıyorlardı adeta. Bir rafın tamamını boşaltıp Advent pazarına geri döndüğümde taze kahve kokusu mekânı sarmıştı. Öğleden sonrayı burada okuyarak, not tutarak geçirmeye karar verdim. Kitaplara dalınca zamanın nasıl geçtiğini unutmuşum. Bir görevli birazdan kapatacağız pazarı ama çocuk korusu çalışmaya gelene kadar kalabilirsiniz deyip eski tarz küçük bir kahvepotunu masama bıraktı.
“İmtidat hattının ortasında 'hal' içinde yaşıyoruz; gelecek kısmını göremiyoruz”
İstanbul fotoğraf albümünde yer alan Yahya Kemal’in uzun yazısındaki bir paragraf beni çok etkiledi:
“Zaman mazi, hal ve istikbal diye üçe taksim edilirse de bu çok itibari bir taksimdir. Sabit olan bir şey üçe taksim edilebilir; lâkin daima yürüyen bir şey taksim edilemez. 'Hal' dediğimiz şey yarından sonra mazi olacaktır. İstikbal dediğimiz günler dahi, zaman yürürken, 'hal' olacaktır, sonra maziye karışacaktır. Hakikatte mazi, hal ve istikbal yoktur. Ortada bir 'imtidat' vardır. Bu imtidat hattının ortasında 'hal' içinde yaşıyoruz; gelecek kısmını göremiyoruz.”[3]
Bir 19. yüzyıl insanı olan şair, Modernleşme sürecindeki kültürel değişime ayak uyduramadığı için artık “yaşlandığının” farkındadır bu satırları yazdığında. “Geçmişe sığınırken” bir yandan da şimdiki zamanla hesaplaşması gerektiğinin bilincindedir. Beyatlı’nın 1954’teki “geleceğin görünememesi” saptamasından yola çıkarak 2013’te de sanat ortamı için de aynı durumun olduğunu söylemek çok mu iddialı olur? Aradan geçen kırk yıla rağmen, çağdaş sanat çerçevesindeki gelişmeler doğrultusunda “geleceğin görünememesi”, benim için bir yılsonu değerlendirmesinin ötesinde, yaşadığımız sürecin gündeme taşıdğı en önemli özellik. Peki, ama geleceği neden göremiyoruz? Önümüzdeki zaman süreciyle olan ilişkilerimiz neden bu kadar sorunlu? Hadi, daha da açık söyleyelim, gelecekten neden bu kadar korkuyoruz? Açık konuşmak gerekirse, çağdaş sanat ortamımız eleştirel bakış açısının “erdemini” tamamen unutmuş durumda. Sergi ya da etkinliklere dayalı “güncel eleştirinin” yokluğu hakkında fazla konuşmaya gerek yok. Gelişen sanat ortamamız, eleştirinin “e” harfine bile katlanamadığı için sabun köpüğü sergi haberleri artık sadece hafta sonu eklerine kaldı. Gazetelerdeki övgü, beğeni ve destek tiradlarındaki seviyesizlik, yazar bozuntularını iş yaptığı kurum ya da bağlı olduğu kast içindeki iç ilişkiler nedeniyle “satılık kalem” düzeyine taşıdığı için bu konuya da değinmemize gerek yok. Neredeyse üç yıldan beri yazılarına ara vermiş olan Ahu Antmen’in eksikliğini, yarattığı boşluğu daha da derinden kavrayabiliyoruz. Eleştirinin bu içler acısı hali elbette ister istemez “eleştirel bakış açılarının” yokluğunu gündeme getiriyor. Ama samimi olmakta fayda var, “eleştirel bakış açılarının” olmamasından kaynaklanan bir rahatsızlık söz konusu mu sanat ortamamızda? Hayır! Birkaç yazımda İstanbul’daki “kast sisteminden” bahsetmiştim. Bu artık o kadar güzel bir şekilde oturdu ki, var olan etkinlik ve görünürlük alanlarının tamamı paylaşıldığı için, kastlar arasından bir tür “bana dokunma, ben de sana dokunmayayım” tarzında tuhaf bir anlaşma, uyum havası söz konusu. 2013 yılında vitrinde olanlar, oldukları yere bu tür bir uyum antlaşmasının sonunda gelmişlerdi. Sanatçı, yazar, sergi yapımcısı, galerici olarak vitrindeki isimler ve becerdikleri operasyonlar hakkında daha önceki yazılarımda detaylı bilgiler verdiğim için bu sefer aynı olguları tekrarlamak istemiyorum. Ama “eleştirel bakış açılarının” yokluğu nedeniyle, yirmi yıl önce de vitrin süsü olup gündemde olan bu kişilerin günümüzde de aynı yerlerini koruyabiliyor olmaları, elbette takdir edilmesi gereken bir “ekip işi”nin sonucu. “Bana dokunma, ben de sana dokunmayayım” sistemi olmasaydı, biz bugün hâlâ artık hiçbir inandırıcılığı kalmamış olan bu isimlerin, retrospektif etkinliklerle, sergi yapımcısı olarak ya da günümüzde moda olduğu gibi koleksiyoner olarak önümüze sürülmesiyle karşılaşır mıydık? Bu sistemi ayakta tutan güç odakları ve hileli ayak oyunlarıyla palazlanan sanat piyasası, büyük bir zafer sarhoşluğunda… Dünya değişti, kurulu politik sistemler çöktü ama bizim önümüzdeki isimler hâlâ eski yerlerinde durabiliyorlar.
“Doğru söyleyen dokuz köyden kovulur” geleneğinden gelen bizler, belki bir gün vitrin süsü olmamıza müsaade edilir mantığıyla sesini kısan genç kuşakların ve “eleştirel bakış açılarının” yokluğunun damgasını vurduğu 2013 yılını geride bırakıyoruz. Eğer bir yılsonu sorgulaması yapmamız gerekirse, var olan sistem ve ona koşulsuz olarak, eleştirmeden, sorgulamadan uyum sağlayan “bilinci bağlanmış” bir sanat ortamından söz etmemiz gerekecek. Ülkemizde, sanatçının temel sorumluluğu olan “sanatsal üretimde” de, özeleştirinin olmamasından kaynaklanan bir samimiyetsizlik var. Halil İbrahim sabrıyla gezilse bile, galerilerde, bienallerde kurumsal sergilerde, sözüm ona müzelerde “farklı” olana rastlanamıyor. Vitrini oluşturan sergilemeler 2013 yılında açıkça görülebilecek bir tıkanıklık içindeydiler. Şimdiye kadar düzenlenen en yetersiz İstanbul Bienali’nin de damgasını vurduğu geçtiğimiz yılda, alternatif sergi mekânlarında, sanatçıların inisiyatifleriyle gerçekleştirilen etkinliklerde bir tür protesto havası seziliyordu. Bu da “Gezi ruhunun” yansıması olarak değerlendirilebilecek bir umut ışığıydı.
“Nasıl olsa başka bir enayiye satarım güdüsü”
Tuhaf ama Türk Sanatı’nın tarihsel gelişim sürecini sergileyen bir müzenin olmadığı bir sanat ortamız var. Mimar Sinan Üniversitesi’ne bağlı olan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin hâlâ açılmamış olması, bu üniversitenin asla affedilemeyecek bir hatasıdır. Bu önemli koleksiyonun bir daha gün ışığına çıkıp çıkamayacağı bile belli değil. Yağmalanan, çalınan devlet koleksiyonlarıyla tarihsel belleğimizi kaybettik. Bu konuda da “eleştirel bakış açılarının” olmaması, tepkilerin dile getirilememesi, sürekli suskunluk ve “sükût” hali birçok değeri kaybetmemize neden oldu. Sanatsal kurumsallaşma ülkemizde ne yazık ki, liberal ekonominin yörüngesinde gelişmeye devam ediyor. Temelinde özel koleksiyonların yer aldığı bu “kurumsallaşma eğilimi”, bırakalım çağdaşları, Türk Modernizmi’ni bile yok sayıp farklı tarihsel çizgi yaratma çabası içinde. Resmi sanat tarihi yazımının aşılamaması nedeniyle, Türk Modernizm’i de, Hadi Bara, Hale Asaf, İlhan Koman gibi sıradışı sanatçılar da tartışmaya açılamadı. Sanat piyasasının gedikli isimlerine birbiri ardına retrospektif sergiler açılırken, Mübin Orhon, Nejad Devrim, Kuzgun Acar, Adnan Çoker gibi sanatçılar unutuldu. Tamamıyla gerçekdışı değerler üzerine oturan müzayedeler sistemindeki çarkın dönmesi için kullanılan Türk Modernizmi’nin en büyük sorunu sahte resimdir. Bu alanda da bırakalım “eleştiriyi”, dolandırıldığının farkında olan kişilerden bile bir ses çıkmaması – nasıl olsa başka bir enayiye satarım” güdüsünden olsa gerek– tarihsel olarak içinden çıkılması mümkün olmayan hataların çoğalmasına neden oldu. Her nedense resimlerin malzemelerini kontrol ederek gerçek üretim yılını ortaya çıkarabilen laboratuvar sistemleri bir türlü ülkemizde kurulamıyor. Oysa dünyada uzmanların görüşlerine paralel olarak, kimyasal değerlerden yola çıkarak değerlendirme yapan bu tür laboratuvarlarda, sertifikası olan sanat eserleri için bile araştırmalar yapılıp garantiler alınıyor. Acaba böyle bir araştırma İstanbul’da koleksiyonlara girmiş olan resimler için uygulansa nasıl bir sonuç ortaya çıkardı? 2013 yılı bir şekilde “müzayedeler döneminin” sonuna gelindiğini duyumsatıyordu. Eskiden neredeyse ayda 10 müzayedenin düzenlendiği İstanbul’da bu sayının giderek düştüğünü gözlemliyoruz. Aynı şekilde yıldızı müzayedelerle parlayan birçok sanatçının da önü alınamaz bir düşüşe geçtiği artık bilinen bir gerçek. Piyasa sanatının etrafında oluşturduğu fuar, büyük sergiler, yurtdışı etkinlikleri sistemlerinin de bu durgunluktan kendilerine düşen payı aldıklarını görüyoruz. Nasıl sanat eleştirisi bilinçli bir şekilde yok edilmiş ise, galerilerin de aynı şekilde eridikleri artık bilinen bir gerçek. Birçok galeri sanat koleksiyonu yapan yatırımcıların eline geçti. Garip olan, yurtdışında sanata meraklı olan kişiler vakıflar, müzeler kurarak, karşılıksız hizmet anlayışıyla bulundukları ülkenin sanatsal düzeyini yukarı çıkarmaya çalışırken, bizim sanatsever elitlerimizin satış amaçlı galeriler kurmalarıdır.
Hadi Bara İlhan Koman
Sanat ortamının ayrıcalık ve saygınlığını yitirerek giderek bir AVM durumuna düşmesi, var olanla yetinilerek eleştirel bakış açılarının geliştirilememesinin sonucudur. Yaşam tarzında daha yeniye, daha moderne, daha lükse yönelmekte olan toplumumuzun sanatsal bağlamda giderek tutuculaşan, dekoratifin ötesine geçemeyen “var olanla yetinme” eğilimi, 2013 yılının gündeme getirdiği en önemli olgulardan biriydi. Bir gelenek olduğu üzere, yılsonu değerlendirmeleri pozitif bir düşünce ya da temenni ile bitirilir. Samimi olmam gerekirse, bu yazı üzerine çalışmaya başladığımdan beri 2013 yılının en olumlu olgusu neydi sorusuna yanıt bulmaya çalışıyorum. Aklıma sadece Gezi protestoları geliyor. Yazımın başında Advent pazarında bulduğum kitaptaki Yahya Kemal alıntısı vardı. Aynı kitapta Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aşağıdaki satırlarına rastlayınca, buradaki düşüncelerin günümüz çağdaş sanat ortamıyla neredeye birebir örtüştüğünü kavradım:
“En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız, hepimiz Hamlet’ten daha keskin bir 'olmak veya olmamak' davası içinde yaşıyoruz.”[4]
Mazi, dün, geçmiş, konuştuğumuz, düşündüğümüz konuların tamamı “eski dünyanın” ürünü. Bugünü, yakın geleceği formlandırmaktan bu kadar uzak durmamızın arkasındaki nedenler arasında “özgüven yoksunluğu” ilk bakışta ortaya çıkmıyor mu? Bu özgüveni kazanabilmek için eleştirel bakış açılarına ve cesarete ihtiyacımız var. Genç kuşak sanatçılarımızın bu cesarete sahip oldukları ancak hak ettikleri desteği göremedikleri de ortada. Yılsonu yazılarının geleneğini bozmadan olumlu bir kapanış paragrafına doğru ilerlemek istedikçe farklı soru ve sorunların olduğu cümlelerin belleğimi doldurduğunu duyumsuyorum. Bir noktada bu yazıyı sonlandırmam gerekiyor. Birkaç torba yılbaşı kurabiyesi satın alıp kısa bir yürüyüşe çıkmam gerekiyor belki de.
[1] Rainer Maria Rilke’nin (1875-1926) şiirlerinin tamamı Yüksel Pazarkaya’nın yetkin çevirisiyle Cem Yayınevi tarafından dilimize kazandırıldı. Toplam on üç kitaptan oluşan bu külliyat içinde Rilke’nin Advent isimli kitabı da (Almanca ilk yayımlanışı 1897, Türkçe çevirisi 2005) bu diziden yayınlandı. Rilke kendi şiirini kurmadan önce, uzmanlar tarafından „avant-Rilke“ olarak tanımlanan bir süreçteyken, kaleme aldığı bu eşsiz kitabında „yıl sonu“ düşüncesini, hayat-ölüm sürecinde önemli bir metafor olarak değerlendirir.
[2] Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi, Ahmet Hamdi: İstanbul 1954, Yapı ve Kredi Bankası’nın 10. kuruluş yıldönümü nedeniyle Othmar Pferschy ve İlhan Arakon’un siyah beyaz fotoğraflarıyla yayımlanan bu çalışma, bir tür kent monografisi olarak Türkçe yayımlanmış ilk kitaplardan biri olarak değerlendirilebilir.
[3] Yahya Kemal: Türk İstanbul, İstanbul 1954, Sayfa 44.
[4] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul 2008, 24. Baskı, Sayfa 208.