/ DirenGezi / Yataylık, Demokrasi ve Konsensüs Çıkmazı: Occupy Hareketinin Zaafı ve Gücü

Not an Alternative, New York merkezli bir sanatçı kolektifi. Brooklyn’de bulunan No-Space adlı galeride film gösterimleri, paneller, atölyeler ve sanatçı sunumları düzenliyorlar. Aşağıda yer alan metin, kolektifin The Journal of Aesthetics and Protest dergisinin son sayısında yer alan “Counter-Power as Common Power” başlıklı yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.

 

Kapitalizmin yakıtı, krizlerdir. Sürekli veya nükseden, yerel veya küresel, çevresel veya finansal: kriz kapitalizmi işletir. Onu güçlendirir, uyarlanma yeteneği kazanmasını sağlar. Kimileri, son yıllarda patlak veren isyanların yeni bir küresel direnişin alametleri olduğunu düşünüyor. Yanılıyorlar. İsyanlar kapitalizmin küresel kuvvetinin göstergesi. Büyük ölçüde, yoksulluğun ve azalan beklentilerin tepkisel dışavurumları.

Örgütlü direnişi, hele güç dengelerini sarsmaya yetecek bir direniş biçimini, henüz pek görmedik. Böyle bir direniş, kâh orada kâh burada parladığında, iktidar bunu fırsat bilip anti-terör altyapısını genişletiyor, bu da sol muhalefetin inşa edilmesinden çok kapitalist devletin güçlendirilmesine yarıyor. Bazı küçük çaplı çözümler –yerelcilik, kooperatifler, rüzgâr türbinleri, güneş panelleri vs.­– alternatif bir gelecek imkânının emareleri olarak gösterilse de, içinde var olacakları toplumsal ilişkilerin biçimine dair kendi içlerinde hiçbir ipucu taşımıyorlar. En fazla, yeni metaların yaratılmasında sermayeyle işbirliği yapıyor, piyasa ilişkilerinin genişletilip yoğunlaştırılması için yeni fırsatlar sağlıyorlar. Yerel, “yeşil” çözümler, eşyanın mevcut düzenini takviye ettiği sürece iktidar bunlara kucak açar. Mevcut düzeni pekiştirmediği zamansa, bu çözümler göz ardı edilir, terk edilir, boğulur ya da bastırılır.

Yine de hareketler arasında belli bir düzeyde koordinasyonun bulunduğuna işaret eden veriler de gözleniyor: bir isyandan ötekine aktarılmış gibi görünen kimi dersler; birbiriyle bağlantılı altyapılar; bir nebze de olsa kolektif bilinç. Günümüz ortamıyla ilgili yazdığımız ilk satırları zorlayacak, söz konusu göstergelerin aslında başka bir şeye, yeni doğan bir karşı-güce işaret ettiğini düşündürecek veriler var.

Bu metinde, Occupy hareketini bir örnek-olay olarak ele alacağız. Hareket içinde, önemli bir karşı-gücü temsil eden bir unsur olduğunu öne sürüyoruz. Bu unsur, ABD’de ve tüm dünyada  meydanlara kurulan kampların hızla yayılmasını teşvik etti. Bu unsurun kuvvetini doğru anlamak için, önce Occupy’la ilgili bazı efsaneleri sökeceğiz. Böylelikle hareketin güçlü yanlarını ve zaaflarını net biçimde ayırt edebiliriz.

 

Mayıs 2012, Barcelona Genel Meclisi. Videodan kare. Global Uprisings

 

Occupy’ın Zaafı

Occupy hareketiyle ilgili yaygın kanı şudur: Yatay örgütlenmenin, demokratik konsensüse dayalı karar alma sürecinin, ve Genel Meclislerin [forumlar], hareketin kapitalist “hiyerarşik” düzenlemeden kurtulmasındaki kilit unsurlar olduğu düşünülür. Gelgelelim, bizzat katılanlara sorulduğunda, çoğu, söz konusu karar alma zeminlerinin tamamen işlevsiz olduğu cevabını verir.

Not An Alternative kolektifi için, görünürdeki bu çelişki şaşırtıcı değil. Son on yıldır yaptığımız çalışmalarda, katılımcı demokratik süreçlerin –seçimlerde oy vermekten, konsensüs odaklı tartışmalara katılmaya kadar– kapitalizme karşı bir alternatif sunmaktan aciz olduğu iddiasını irdeledik, geliştirdik ve savunduk. Aslında bu süreçleri, iletişimsel kapitalizmin hâkim ideolojisinin semptomları olarak okumak gerek: demokratik ideallerin medyada ve enformasyon ağlarında somutlaştırıldığı, böylece %1’in sermaye birikiminin pekiştirilip korunduğu kapitalizm türü. Günümüzde demokratik ve katılımcı çerçeveler, siyaseten, kendi içlerinde ve kendileri için anlamlı değildir. Bizim amacımız bir kralı devirmek değil. Ağların çoğalmasından da anlaşılacağı gibi, iktidar kişilerden azade hiyerarşik yapılarla kendini sınırlamaz. Yayılmış ve dağılmıştır, bizim aracılığımızla ve  bizim üzerimizde işler. Katılımcılık, bir özgürleşme aracı olabileceği gibi, pekâlâ hâkim ideolojilerin taşıyıcısı işlevi de görebilir.

Yataylığı ve katılımı şiar edinen Occupy hareketi, iktidarın ne olduğundan ve ne şekilde kullanılabileceğinden bihabermiş gibi davrandı. İlericiler arasında yaygın olan hiyerarşi eleştirisinin izinden giden hareket, iktidarın sadece tepeden işlediğini, komuta ve kontrolün merkezî ve kapalı bir otoriteden kaynaklandığını sanmak gibi bir tuzağa düştü. Bunun sonucunda pek çoklarının açıklık, şeffaflık ve katılım kavramlarına kendi içlerinde radikal hedeflermiş gibi büyük anlam atfetmeleri kaçınılmazdı. Böylece, sonuç yerine süreci, amaç yerine araçları fetişleştirdiler; oysa hâkim iktidar yapıları üzerinde bir noktada etkide bulunabilecek bir biçim inşa etmeye odaklanmaları gerekiyordu. Neyse ki hareket içinde böyle bir biçimin nüveleri gelişti. Ama bunun, Occupy’ı Occupy yaptığı düşünülen süreçlerle uzaktan yakından ilgisi yoktu.

Hareketin sembolü haline gelen Genel Meclis, yatay katılımı sağlamanın başat aracıydı. Fakat fiiliyatta, artık çoğu Occupy’cının da kabul ettiği gibi, meclisin hareketi yıkıma götürmekten başka bir faydası olmadı. Belirli meselelere odaklanan bazı çalışma gruplarında katılımcı konsensus süreci etkili biçimde işlediyse de (ki onların da çoğunda işlemiyordu), Genel Meclis tam bir felaketti.

Genel Meclislerin işlevsizliği ciddi biçimde dile düşmüştü. Bir taraftan, herkese açıktılar. Üyelik için hiçbir kural yoktu. Herkese kucak açılıyordu. Dolayısıyla insanları eylemlerinden ve sözlerinden sorumlu tutacak bir mekanizma yoktu. Birisi (mesela bir sivil polis), sırf bir tartışmayı rayından çıkarma amacıyla oraya geliyorsa, bunu rahatlıkla yapabiliyordu. Muhalif ve aykırı tavır sergileyenler arasında ille konsensüs sağlama çabası, kilitlenmeyle, eylemsizlikle veya en az tartışma yaratan tavrın benimsenmesiyle sonuçlanıyordu.

Ama öte yandan, Genel Meclislerde kurucu bir dışlayıcılık da vardı: Şahsen oraya gelemeyenler meclise katılamıyordu. Ücretli ya da ücretsiz çalışanlar, emek piyasasında çalışanlar ya da başkalarının bakımını üstlenmiş olanlar, hareketin bu temel yapısından ötürü dezavantajlıydılar. Occupy doğrudan demokrasiyi bir türlü dilinden düşürmediği için de, meclise bilfiil katılmayanların tartışmalarda temsil edilmesi söz konusu olmuyordu. Bu insanların düşündüklerini öğrenmeyi ve dikkate almayı sağlayacak hiçbir yöntem geliştirilmedi.

Genel Meclis, yalnızca karar alma oyununu sahneliyor, etkili bir süreç işlevi görmüyordu. İşin doğrusu, güç sahibi olan örgütçüler hedeflerine ulaşmak için Genel Meclis’in dışında faaliyet yürüttüler. Yani hareketi tanımladığını ve meşrulaştırdığını öne sürdükleri süreci bizzat kendileri atladılar. Dolayısıyla, Occupy hiçbir zaman retoriğinde ilan edildiği kadar yatay bir hareket olmadı. Bazı insanların diğerlerinden daha fazla nüfuzu vardı. Bazı insanlar gerçekten bir işi kotarıyor, diğerlerinin de kendisine uymasını sağlıyordu. Onlar liderlerdi. Genel Meclis bu temel gerçeği kabul edememekle kalmadı, yarattığı efsane de bunu düpedüz gizledi.

Genel Meclis, katılımcı süreci gözler önüne serdi. Gücü de bundan kaynaklanıyordu. İnsanlara, ortak bir isim altında, kendilerini ifade edecekleri bir zemin sundu. Fakat bu zeminin karar alma işlevi görmesi beklentisi, meclislerin icra gücü olduğu fikri, sürece katılmayı kafa karıştırıcı ve bezdirici bir deneyim haline getiriyordu. Zeminin gerçekteki işlevselliği ile katılanların beklentileri arasında dağlar kadar fark vardı.

Dahası meclisler, kolektif ifadeyi inşa edecek biçimde de işlemedi, bireysel ifade zemini olarak kaldı. Bir kişi bir şey söylüyor, ardından başka biri bir şey söylüyordu ve iki beyan arasında en iyi durumda tesadüfen bir bağlantı oluyordu. İkinci konuşanın, birincinin söylediklerine cevap vermesi veya onu dikkate alması gerekmiyordu. Sanki ne kadar çok fikir beyan edilirse o kadar iyi karar alınırmış gibi, konuşanların birbirini muhatap almasından ziyade olabildiğince çok kişinin konuşmasına öncelik veren meclisler, nihayetinde insanların içlerinden geçeni ifade ettikleri, seslerini duyurabildikleri yerler oldu. Dinamik bir politik ortam içinde fikir üretmeyi, eylem önerilerini değerlendirmeyi sağlayacak bir zemin yoktu.

Occupy Wall Street’in (OWS) en önemli pratik icadı, İnsan Mikrofonu’ydu. Parka megafon ya da hoparlör sokulamadığı için zorunluluktan doğan İnsan Mikrofonu, uzaktaki insanların konuşan kişinin söylediklerini duyabilmesini sağlamak için sözlerinin kalabalık tarafından tekrar edilmesiydi. İdealize edilmiş haliyle, canlı bir kolektif söylem ve irade oluşumu biçimiydi. Oysa pratikte, ayrıcalığa ve sansüre davetiye çıkarıyordu. Katılımcılar, bilhassa da konuşan kişinin en yakınındakiler, bütün söylenenleri eşit biçimde tekrar etmiyordu. Nahoş bulunan veya sarih olmayan ifadeler tekrarlanmıyor, böylece tartışma dışı kalıyordu. Buna karşılık, iyi kotarılmış, retoriği güçlü, aktarılması kolay ifadeler öne çıkıyordu. Hâkim dili akıcı biçimde konuşabilenler, ve elbette kamu önünde rahat konuşabilenler, bu ortamda parlıyordu. Çekingen olan, kalabalık önünde rahat konuşamayan, konuşma güçlüğü olan, ağır aksanı veya şivesi olan, hatta daha dolaylı ya da karmaşık ifadeler kullanan insanlarsa geri planda kalıyordu. Kısacası, İnsan Mikrofonu, belli retorik becerilere sahip insanları öne çıkarıyor ve örtük birer lider haline gelmelerini sağlıyordu.

Occupy’cılar meclislere bağımlıydı çünkü kararların alınması gerekiyordu, ama meclis karar alma zemini olarak işe yaramıyordu. Sonuç, bitmek bilmeyen tartışmalar, haftalarca hiçbir yere varmayan münazaralar, kilitlenme ve bezginlik oluyordu. Occupy’cıların istediği karar alma biçiminin –açıklık ve yataylık– fiiliyatla bağı yoktu. Yapılan eylemlerin de meclis kararlarından çıktığı nadirdi. Bunlar, Genel Meclis yapısını es geçip hareket adına eylemde bulunan, hareketin kendi iddiası olan katılımcı ilkelere tamamen aykırı davranan bağımsız gruplar tarafından örgütleniyordu. Otonom gruplar Genel Meclis’in bir karara varmasını beklemiş olsalar, ne ülkenin dört bir yanına yayılan eylemler ne de parklarda kurulan kamplar olurdu. 

 

Kasım 2012, Portekiz, videodan kare. Global Uprisings

 

Konsensüs Çıkmazı

Yatay işleyiş efsanesi Zuccotti Park işgalinin ilk haftalarında egemen oldu. İnsanlar Occupy’ı yeni bir şey olarak gördüler. Genel Meclislerin ve İnsan Mikrofonu’nun yeni demokratik biçimler olduğu inancı Occupy’ın yayılmasına yardımcı oldu. Ama iş fiilî kararlar almaya geldiğinde, sürekli, bir işgalden diğerine, işlev ile beklentiler arasındaki uyuşmazlık su yüzüne çıktı. 

New York’takiler bu durumun açıklığıyla, doğrudan eylem kararı aldıklarında yüzleştiler. İlk OWS doğrudan eylem toplantıları, eylem fikirleri olan farklı insanların Genel Meclis’te küçük gruplara ayrılmasıyla başladı. Occupy’cılar, biraraya geldikleri insanları tanımadan onlara nasıl güvenecekleri sorusuyla ilk defa bu noktada yüzleşmek zorunda kaldılar. Gruptaki herhangi bir kişinin sivil polis olup olmadığını nereden bileceklerdi? İnsanların, gereken zamanda gereken yerde olacaklarından, verdikleri sözü tutacaklarından nasıl emin olacaklardı?

Bu ilk doğrudan eylem toplantılarının birinci haftasında, yeni katılanlar çok hızlı bir eğitimden geçirildi. Tecrübeli eylemcilerin aşina olduğu, “güvenlik eğitimi” denen sürece odaklanıldı. Eğitim süreci kapsamında, herkese açık olmayan, yakınlık grubu modeline dayanan eylemler örgütlemenin önemini açıklayan metinler yazıldı ve dağıtıldı. Yakınlık grubu, birbirine güvenen arkadaşların biraraya geldiği, kapalı gruplar halinde örgütlenmektir. Temel ilke, herkesin her karara katılmasının şart olmamasıdır. Bir eylem planlanırken herkesin her şeyi bilmesine gerek yoktur. Başarılı eylemlerde, kim neyi ne kadar bilmesi gerekiyorsa o kadarını bilir.

Eylemlerin bu şekilde kapalı gruplar halinde örgütlenmesi gereği, açık zemin mantığına aykırıdır. Ama Occupy’da bu çelişki hiçbir zaman ciddi biçimde gündem edilmedi. Bunun sonucunda, hareket süresince, bağımsız eylemler yapan gruplar, Genel Meclis’te onaylanmamış eylemleri Occupy adıyla örgütledikleri için suçlandılar. Öyle ki, hareket içinde insanları hem bağımsız eylem örgütlemeye teşvik eden, hem de bunu yaptıklarında önceden onay almadıkları için suçlayan bir zihniyet gelişti.

Yataylık efsanesi ile Occupy pratiği arasındaki kopukluğun bir başka örneği, Zuccoti Parkı işgalini mümkün kılan koşulların ısrarla inkâr edilmesiydi. Kimileri hâlâ, 14 Ekim 2011’de polisin işgalcileri hijyen bahanesiyle parktan çıkarmaya yönelik ilk tehdidi karşısında kampın ayakta kalmasını yataylık ilkesine bağlıyor. Bu tam bir masal. Gerçekte, Genel Meclis ne yapmalı diye tartışadururken perde arkasındaki örgütçüler (meclis onayını beklemeden) harekete geçmişti. Çalışan Aileler Partisi, üyelerine e-posta göndererek Kent Konseyi Temsilcilerini ve 311 yardım hattını telefon bombardımanına tutmaya çağırmıştı. 8 milyon üyesi olan MoveOn lobi kuruluşu, New York’taki tüm üyelerini arayarak paspaslarını ve temizlik malzemelerini alıp parka gitmeye ve saat altıda işgali “savunmaya” çağırmıştı. Avaaz lobi kuruluşu, Zuccoti Parkı’nın sahibi olan ve emniyet güçlerinden parkı boşaltmasını talep eden Brookfield gayri menkul şirketi yöneticilerinin şahsi telefon numaralarını ele geçirip dağıtmıştı. Bu gruplar Genel Meclis’te konsensüse varılmasını beklemiş olsalar, ortada tartışılacak bir kamp da kalmayacaktı.

 

Occupy’ın Gücü

Peki Occupy’ın güçlü yanı, Genel Meclislerin verdiği yatay işleyiş görüntüsü değilse, neydi? Bize göre Occupy, konsensüsün işlediği noktalarda değil, gruplar ve kişiler anlaşmazlık içinde oldukları noktada bile ortak bir fikre bağlılık gösterdiklerinde güçlü oldu.

2011’de Tunus’ta, Mısır’da, Yunanistan ve İspanya’da ayaklanmalar olduğunda, dünyanın dört bir köşesinde insanlar merak etmeye başladı: bir sonraki isyan nerede olacaktı? ABD’de olur muydu, olabilir miydi? Şubat ayında Wisconsin Madison’daki hükümet binasının işgali bu modele uyuyordu, çünkü kamu çalışanları ile destekçilerinin –tek bir gösteride yüz bin kişi toplanmıştı– kemer sıkma tedbirlerine ve sendikalara yönelik tehditlere direnme kararlılığını kanıtlamıştı. Protestocular Zuccoti Parkı’nda kamp kurarak Wall Street’i işgal etme çağrısına cevap verdiklerinde, bir parkı işgal etmekten daha fazlasını yaptılar. Bir fikri hayata geçirdiler.

Bu fikir Mısır’ın, İspanya’nın ve Yunanistan’ın meydanlarında büyümüştü. Mücadele biçimleri arasındaki süreklilik –meydanların işgal edilmesi– isyanların tekil hoşnutsuzluk ifadelerinden ibaret olmadığı inancını mümkün kıldı. Yerel veya ulusal olaylar değil, küresel bir hareketin uğrakları olarak yorumlanmalarını sağladı. İnsanların, Adbusters’ın New York’un finans merkezini işgal etme çağrısına cevap vermeleri tesadüf değildi. Fikir onlara zaten anlamlı geliyordu. Hayata geçmiş halini çoktan görmüşlerdi. İşe yarayabileceğine inanıyorlardı çünkü neredeyse bir yıl boyunca işe yaradığını –hatta bir rejimi devirme noktasına geldiğini– görmüşlerdi.

Kolaylıkla tekrarlanabilecek bir modelin var olması, hareketin yayılmasını kolaylaştırdı. Zuccoti’de olduğu gibi, ABD’nin ve dünyanın başka yerlerinde de insanlar artık herkesin aşina olduğu gösterenleri benimsediler: merkezî bir meydanda kurulan çadırlar, el işaretleri, meclisler ve forumlar ve ortak bir isim: Occupy. İnsanlar, hareketin gösterenlerini kendi özgül bağlamlarında tekrar etmekle, biçime hayat verdiler.

 

Ağustos 2013, Türkiye, videodan kare. Global Uprisings

 

Occupy’ın gücü, konsensüs sürecine taban tabana zıt bir siyasi mantığa dayanır. Occupy’cılar bu ismi üzerinde anlaştıkları için benimsemediler; “Occupy” adının, inandıkları ve çoktan hayata geçmiş olan bir şeyi temsil ettiğini bildikleri için benimsediler. İnsanlar harekete bir süreçten değil, bir fikirden ötürü katıldı. Kısacası, herkesle uzlaşmaya varana kadar tartışmaya değil, muhakkak uzlaşmasalar da başka insanlarla ortak bir mücadele yürütmeye karar vermişlerdi.

Occupy’ın asla yatay bir yapısı olmadı. Ortak bir isim altında birlikte hareket eden, ama farklı örgütlenme yapıları olan çok sayıda gruptan oluşuyordu. Maalesef yataylık, açıklık ve konsensüs fikrinden taviz vermeyenlerin katılığı, farklı süreçlere bağlı kalan grupların harekete katılımının önünü kesti, onların katılımını retorik açıdan sınırları çizilmiş temellerin dışına itti. Halbuki kapsayıcılığı teoride savunmaya gelince mangalda kül bırakmayanlar, pratikte en dışlayıcı davrananlardı.

Dikey örgütsel yapıların bazı bireylere, fikirlere ve gruplara başkaları karşısında ayrıcalık verdiğini kimse inkâr etmiyor. Burası açık. Ama bu açıklığın bir faydası var: sorumluların kim olduğunu biliriz ve gerekirse onlardan hesap sorabiliriz. Bu açıklık olmadığında, insanları bezdirici, anlamsız ve nihayetinde yanıltıcı süreçlerle boğuşmaya zorlayan yataylıkla baş başa kalırız.

 

Demokrasi kapitalizmi yıkabilir mi?

Demokrasinin doğasında kapitalizme karşıt olmasını gerektirecek hiçbir özellik yoktur. Demokratik süreçler kapitalist üretim ve birikim tarzıyla gayet güzel birarada var olabilmiştir. Küresel kapitalizme asıl tehdit, kapitalizmi reddeden ve evrensel eşitlikçi özgürleşmeyi savunan tavırdır. Bu tavır, uygun karar alma süreçleri sağlandığı takdirde kapitalizme rızanın ötesinde bir işleyiş kazanır.

Aslında Occupy hareketinin ciddi bir bölümü bu tavrı temsil ediyordu. Occupy üzerine yorumlarda bulunan finans dergileri bu noktayı anlamıştı. Bu dergilerde çıkan haberlerde, insanların kapitalizmden başka bir sistem talep etmek için demokrasiden vazgeçip sokaklara çıkışına tanık olunduğu yazıldı. Doğrusu bunu söylemekle, finans dergileri pek çok Occupy’cının kafasındakinden daha radikal bir imkânı benimsemiş oluyordu. Onlar Occupy hareketinde kapitalizme karşı gerçek bir alternatif, fiilî bir karşı-güç görmüştü.

Karşı-gücün gücü, kuvvetlerin yan yana gelme görüntüsünde yatar. Değişim, yeni bir düşünme biçiminin, bir fikrin, insanları dünyanın işleyişiyle ilgili belli bir hikâyeye inanmaktan vazgeçip bir başkasına inanmaya teşvik etmesiyle mümkün olur. Occupy’ın sunduğu da buydu: evrensel eşitlikçi özgürleşme fikrini hayata geçirmek için, bu fikrin ilk kez görünür olduğu biçimi kopyalamaya, onun gösterge ve sembollerini tekrarlamaya ve ortak bir isim altında birlikte mücadele etmeye dayanan bir politika yapma biçimi.