Victor-Gabriel Gilbert (1847-1933), Le Halles
Estetik devrimin özü nedir? Her şeyden önce estetik devrim, açık ve net kurallara sahip sistemli bir uygulama kümesi olarak tanımlanan her türlü sanatın yıkılması demek. Sanatın saygınlığının, işlediği konuların saygınlığıyla belirlendiği her türlü sanatın yıkılması demek – yani nihayetinde, tragedyayı komedyadan, tarihsel resmi genre resminden vs. üstün kabul eden bütün o hiyerarşik sanat anlayışının yıkılması demek. O halde estetik devrim, her şeyin sanata konu olabileceği fikriyle başlar, öyle ki sanat artık konusuyla, ne hakkında konuştuğuyla belirlenmez: Sanat her şeyi gösterebilir ve her şey hakkında konuşabilir. Bu anlamda, estetik devrim, dilin alanının, şiirin sonsuzca genişlemesidir. Şiirin her yerde olduğunun, resmin her yerde olduğunun kabul edilmesidir. Dolayısıyla, bu aynı zamanda, güzelliği her yerde görebilmemizi sağlayan algı biçimlerinin de gelişmesi demektir. Bu durum, güzelin anonimleşmesine işaret eder (Mallarmé’nin “sıradan” görkemi). Bence estetik devrimin gerçek özü bu: eşitlik ve anonimlik fikri. Bu noktada artık sanatın ideali, sanatsal iradenin, bir anlamda her şeyde içkin olan veya her yerde açığa çıkarılabilecek olan güzelliğe veya şiirselliğe tesadüf etmesi olur.
19. yüzyılın romanlarında hep bunu görürsünüz, ama şiir için de aynı şey geçerlidir. Mesela, Benjamin’in münhasıran Baudelaire’de gördüğü şeydir bu, ama aslında çok daha geniş kapsamlıdır. Bu, bir nevi türler patlamasına, bilhassa 19. yüzyılda hem edebiyata hem de resme egemen olan, edebiyat ile resmin iç içe geçirilmesine işaret eder. İşte ayrı sanat dallarının özerkliğinin artmasını savunan modernist doxa’nın sonradan karşı çıkacağı şey, tam da budur: edebiyat ile resmin, saf sanat ile uygulamalı sanatın, sanat için sanat ile hayat içindeki sanatın birbirine katıştırılması.
Modernist ideolojinin tamamı, son derece basitleştirilmiş bir “temsilden kopuş” fikri üzerine kuruludur: güya belirli bir noktada, sanatçılar temsilden vazgeçmiş, modelleri kopyalamaktan vazgeçmiş de, sanat kendi yapım sürecini kendi konusu haline getirmiş, bu süreçte her sanat formu özerkleşmiştir. Elbette bunların tümü 1960’larla 1970’lerde çöker, kimileri de bunu ‘modernizmin ihaneti’ olarak görür. Oysa bence modernizm, tamamen geçmişe dönük biçimde geliştirilmiş bir sanat ideolojisidir.
“Modernistler” hep Mallarmé’yi ve saf şiiri, soyut sanatı, saf resmi, veya Schönberg’i ve artık anlatımcı olmayan bir müziği vs. düşünmeye çalışırlar. Fakat bunun ortaya çıkışına baktığınızda, güya saf bir sanat tanımlamaya çalışan hareketlerin tümünün aslında bambaşka dertlerle iç içe olduğunu görürsünüz – mimarî, toplumsal, dinî, politik vs. dertlerle. Estetik sanat rejiminin paradoksu, sanatın kendini tam da sanat-olmayanla özdeşliği üzerinden tanımlamasıdır.
Bir Maleviç’i, bir Schönberg’i veya bir Mondrian’ı anlamak için, onların “saf” sanatının, bireysel veya kolektif bir hayat mekânı kurmakla, cemaat ütopyalarıyla, yeni tinsellik biçimleriyle vs. ilgili sayısız soruyla iç içe olduğunu hatırlamanız şarttır. Modernist doxa, tam da, iç içe geçmiş bu politik ve sanatsal rasyonalitelerin birbirinden kopmaya başladığı noktada inşa edilmiştir.
Modernizmin –yani, sanatın özerkliği olarak modern sanat kavramının– büyük ölçüde Marksistler tarafından icat edilmiş olması dikkat çekicidir. Neden? Çünkü mesele, toplumsal devrim feshedilmiş olsa bile, sanatta gerçek bir kopuşun ve özgürleşme vaadinin, saflığı içinde yaşatılabileceğini kanıtlamaktır. Bence Adorno veya Greenberg’in tezlerinin arkasında yatan da budur: Sanatın radikalliğini, diğer her şeyden ayrı olmasıyla tanımlamak, yani sanatın politik potansiyelini korumak için onu politikadan kökten biçimde koparmak.
Sonradan bu karmaşık diyalektik, “sanatın özerkliği olarak modern sanat” biçimindeki basitleştirici dogma içinde yok olmuştur. Bu dogmanın, sanat pratiklerinin gerçekliği karşısında uzun süre hayatta kalamayacağı aşikârdır; nitekim bu dogma çöktüğünde insanlar “modernliğin çöktüğünü” söylemeye başlamışlardır. Oysa modernlik çökmemiştir: Çöken şey, benim “estetik sanat kipi” adını verdiğim şeyin son derece kısmî ve gecikmiş bir yorumudur sadece.
Ben, modern ile postmodern arasında herhangi bir büyük tarihsel kopuşun var olduğuna inanmıyorum. Postmodern diye tanımlanabilecek bir sanatın hiçbir somut, ayırt edici özelliği yoktur. Postmodernizmi tam olarak nasıl tanımlayacaksınız? Figürasyona dönüşle mi? Bu sadece işin bir kısmı. Türlerin karıştırılmasıyla mı? Bu da çok eskilere dayanıyor. Bana göre, kopuşlar hakkında düşünmek istiyorsanız, her şeyden önce süreklilikleri düşünmeniz gerekir – örneğin, modern sanatın doğuşunun, bugün hâlâ düşündüğümüz gibi, realist gelenekten basit ve kökten bir kopuşa dayanmadığını görmeniz gerekir.
Örneğin enstalasyon, çağdaş sanatın temel formlarından biridir. Ama Zola’nın Paris’in Karnı (1874) romanında olağanüstü bir pasaj vardır – şiire, özellikle de modern şiire hasredilmiş bir pasaj. İmdi, bu büyük modern şiir nedir? Ve 19. yüzyılın en büyük anıtı hangisidir? Paris’teki Les Halles [büyük çarşı]. Zola, romanındaki ressam Claude Lantier’yi –modern güzelliğin peşindeki empresyonist ressamı– bu modernlik anıtının içine yerleştirir. Bir noktada Lantier, en güzel eserinin bir resim olmadığını; asıl şaheserini, kuzeninin kasap dükkânının vitrinini yeniden düzenlediğinde yarattığını söyler. Domuz sosislerini, hindileri, jambonları vitrine nasıl yerleştirdiğini anlatır. Zola’nın Kadınların Cenneti romanında da bonmarşe bir modern sanat eseri olarak boy gösterir, kapitalist Octave Mouret de modernliğin, meta enstalasyonunun büyük şairidir. O dönemde kimse enstalasyon yapmaz ama tuval sanatı ile teşhir sanatı arasındaki bir kararsızlığı o zamandan tespit etmek mümkündür. Yani, son yirmi veya otuz yıl içinde gelişmiş bir sanat, bir anlamda daha o zamandan düşünülmüş ve görünürlük kazanmıştır. Sanatın “modern” yalnızlığı, aynı zamanda daima onun yalnız olmayışıdır.
Peki ya Rothko gibi koyu modernist bir ressam? diye sorulabilir. Ama Rothko, bir modernizm fikrini temsil eder. Her halükârda, bunun da bir “saf resim” fikri olmadığı muhakkaktır, çünkü Rothko’nun son dönemlerinde iyiden iyiye mistisizme kaydığını biliyoruz. Elbette, başta Greenberg’in etkisiyle inşa edilen örnek modernizm konfigürasyonuna oturan birtakım ressamlar sayabilirsiniz. Ama sonuçta bu konfigürasyonun ne olduğunu sormak gerek: Başta sürrealizm olmak üzere, kökleri başka geleneklere dayanan sanatçılarca tarihin belirli bir noktasında üretilen kısa bir soyut sanat ânı. Modern sanatı kesinlikle bu kısa soyut sanat ânına indirgeyemezsiniz. Modern sanat aynı zamanda konstrüktivizmdir, sürrealizmdir, dadaizmdir vs. – kökleri, sanat ile hayat üzerine romantik düşünceye dayanan sanat formlarının tümüdür.
Angelaki dergisinde Rancière’le yapılan bir söyleşiden alıntılanmıştır. Rancière’in “estetik devrim”i derinlemesine analiz ettiği Estetiğin Huzursuzluğu adlı kitabı İletişim Yayınları’ndan çıkmıştır.
http://abahlali.org/files/ranciere.hallward2.pdf