“Çokkültürcülük, ya da Çokuluslu Kapitalizmin Kültürel Mantığı” son dönemin gözde teorisyenlerinden Slavoj Žižek’in oranla erken dönemde yazmış olduğu etkili metinlerden biridir.[1] Başlıktan da anlaşılabileceği gibi yazar bu metinde “çokkültürcülük” yaklaşımını eleştirel bir okumaya tabi tutar ve kavramın içeriğini doğru değerlendirebilmemiz için, ortaya çıktığı tarihsel koşullara, daha açık bir ifadeyle çokuluslu (küresel) kapitalizmin işleyiş biçimine bakmamız gerektiğini iddia eder. Makale farklı vurgularla okunabilecek bir metindir, fakat ben burada çok kısaca çokkültürlülük-küresel kapitalizm ilişkisi üzerine düşüncelerini özetleyeceğim.
Žižek’e göre, resmî ideolojinin tam da sınıf mücadelesi ve diğer politik tutkuların geride kaldığına bizi inandırdığı bu çağda, ötekine yönelik ırkçı nefret en saf haliyle geri gelmiştir (Bu noktada yaygın bir anti-İslami tavrı veya Avrupa’da milliyetçiliğin yükseldiği son seçimleri düşünebiliriz).
Bununla birlikte, bu durumu eski etnik veya dinî köktenciliklerle karşılaştırmamak gerekir. Tam aksine, kimliğe bugünkü yöneliş “olumsuzlamanın olumsuzlanması olarak” ancak organik birliğin tümüyle geride kaldığının işareti olabilir. Bireyin, içine doğduğu aile, cemaat gibi birincil (somut) özdeşleşmeleriyle göbek bağını kesmesi ve böylelikle ikincil (soyut) özdeşleşmeler yoluyla otonom bir nitelik kazanması üzerinden tarif edilen modernleşme süreci bugün tersine çevrilmiştir. Yazar buna “tersinden modernleşme” der. Bu ikincil özdeşleşmeler artık neredeyse tümüyle dışsal, formel bir çerçeve sağlarken, daha küçük ölçekli, ilksel gibi görünen (etnik veya dinî kimlikler gibi) özdeşleşme biçimlerine geri dönülür – bireyi doğrudan ve etkili bir şekilde kuşatan, artık bunlardır. Ne ki artık bu özdeşleşmeler de ‘dolayımsız’ değildir – küresel pazarın evrenselliğine verilmiş bir cevap olarak ortaya çıkarlar. Bugünün yeni cemaatleri, çokuluslu kapitalizmin toprağında yeşerirler. Bu nedenle söz konusu olan bir “geriye dönüş” değil, “olumsuzlamanın olumsuzlaması”, yani ilksel özdeşleşmelerin olumsuzlanması olan ikincil, soyut, evrensel özdeşleşmelerin de olumsuzlanmasıdır. Bu ikinci olumsuzlama, ilkinin hedef aldığı birincil özdeşleşmelerle bağın tümüyle koptuğunu imler ve yazara göre, pazarın ekonomik mantığının etnik Şey’le (birincil özdeşleşme) hiçbir ilişkisi kalmadığının işareti olarak okunmalıdır (Aşina okuyucu burada Žižek’in de bir yerde doğrudan atıf yaptığı Hegel’in sesini duyacaktır).
Bugün küresel şirketler kendi anavatanlarıyla (etnik Şey’le) göbek bağlarını tümüyle kesmiş ve onlara da sömürülecek herhangi bir coğrafya muamelesi yapar hale gelmiştir. İşte çokkültürcülük bu küresel kapitalizmin ideal ideolojik formudur. Sömürgeci ulus-devletin (merkezin, anavatanın, emperyal metropolün) olmadığı bir sömürgecilikte, çokkültürcülük de belirli bir kültürde köklenmeyen Avrupa-merkezci bir mesafe veya saygı anlamına gelir. Ötekini otantik, kendi içine kapalı bir cemaat olarak gören çokkültürcü, onunla arasına koyduğu mesafeyi bu ayrıcalıklı fakat aslında boş evrensellik konumuna borçludur. Tam da bu konum sayesinde diğer kültürlere kıymet biçme hakkını kendinde görebilir.
Burada Žižek’in vurgulamak istediği, çokkültürcülüğün aslında Avrupa-merkezci olduğu değil, tam aksine, belirli köklere, konumlara (hâlâ) atıf yapan yaklaşımların (bugünün eleştirellik iddiasındaki kültürel çalışmaları dahil olmak üzere) aslında küresel kapitalizmin belirgin niteliği olan köksüzlüğü örten fantazmatik birer perde görevi gördüğüdür. Günümüz kapitalizmi evveli görülmemiş bir homojenleşmeye neden olurken, kültürel farka vurgu yapan çokkültürlülük veya melezlik gibi kavramlar bu süreci görünmez kıldıkları için eleştiriyi hak ederler.