Arkeoloji Yoluyla İşgal

Geçmiş, ulusal mitoloji inşasının temel taşıdır. Ayrıca, belirli bir alanda (hem yeraltında hem yerüstünde) denetim tesis etmek için de oldukça yararlı bir araçtır.

İsrail’de arkeoloji, bugün açıktan bir işgal silahı olarak kullanılıyor ama, politik bir araç olarak kullanılması oldukça eskilere dayanıyor. Dünyanın her yerinden göçmenlerin İsrail’e geldiği 1950’ler ve 1960’larda Yahudilerin toprakla olan fiziksel bağlarının araştırılması (nereden gelirlerse gelsinler) bütün yeni yerleşimcileri derin bir aidiyet hissiyle saran birleştirici bir mitolojinin oluşmasına yardımcı olmuştu.

Bu, sadece İsrail’e özgü bir taktik değil: Ulus inşası süreçlerinde, söz konusu insanların o topraklarda bulunmasının meşru olduğunu vurgulamak adına arkeolojiye başvurmak âdettendi – o topraklara daha yeni ya da tesadüfen gitmiş olmalarının bir önemi yoktu. İtalya’nın birleşmesinin ardından politikacı Massimo D’Azeglio “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmamız lazım,” demişti. Aynı şekilde, kuruluş yıllarında İsrail devletinin öncelikli hedeflerinden biri de İsraillileri yaratmaktı.

 

 

Davud’un Şehri Millî Parkı’nın girişinde bekleyen bir polis minibüsü

 

Fakat, mesele bundan ibaret değil. Antropolog Nadia El-Haj’ın belirttiği gibi, Yahudi kökenleri arayarak toprağı kazmanın ardındaki romantik ‘eve dönüş’ mesajı “Siyonist projenin kurucu bir öğesini dikkatlerden kaçırmaya” yarıyor: “kolonileştirme meselesini ve dolayısıyla Yahudi yerleşiminin sebep olduğu toprak mücadelesini perdeliyor”. Yahudilerin bu topraklarda binlerce yıl öncesine dayanan bir geçmişleri olduğunu kanıtlamak üzere sunulan arkeolojik bulgular “burada sizden önce biz vardık” mesajını yaymak için kullanılıyor. Bunun dillendirilmeyen devam cümlesi de şu: “Bunu ispat ettiğimize göre, sizden sonra da burada olacağız.”

Arkeolojinin bu şekilde istismar edilmesi, Filistinliler açısından, normal olarak güvenlik gereklerine bağlanan bazı uygulamaların yapısal bir şiddete dönüşmesine yol açtı – yıkımlar, hareket özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar, “arkeolojik alan” ilan edilen bölgelere el konması, gözetimin artırılması. Bu hak ihlallerini güvenlik amacıyla değil de arkeoloji adına sürdürmenin çok daha karanlık bir yönü var. Böyle bir durumda, söz konusu ihlaller, “tarihsel araştırma”nın kanatları altına giriyor ve dolayısıyla onun sözde iyicil karakterinden pay almış oluyorlar. Akademik ve kültürel ilgilerle kurulan bağ, bu müdahalelerin gerekliliği ve yerel halka verdiği zararın boyutları hakkındaki soruları yersiz kılıyor. Bu bakımdan, günümüzde güvenliğin görevini arkeoloji üstleniyor.

Hükümeti bir yana bırakırsak, buradaki temel aktör, İsrailli yerleşimci topluluğu Elad. Elad, gecenin bir yarısı Filistinlilerin evlerini basmak ve Filistinlilerin boşalttığı evlere geleceğin yerleşimcileri adına “göz kulak olmaları” için “bekçiler” tutmak (işe kabul koşulu: silah sahibi olmak) gibi faaliyetler yürütüyor. Doğu Kudüs’ü “Yahudileştirme” hedefini gizleme gereği duymayan bu örgüt ile hükümet arasındaki bağlantıları duymayan kalmadı. Özellikle de İsrail Eski Eserler Yönetimi’nin (IAA) örgütle yaptığı işbirliği, bir akademik disiplin olarak arkeolojinin giderek örgütün ideolojik hedeflerine teslim edilmesine sebep oluyor.      

Bu anlamda, Silvan’daki Davud’un Şehri millî parkı ve ziyaretçi merkezi çarpıcı bir örnek teşkil ediyor: Davetkâr girişi, hoş müziği, bölgenin Kitab-ı Mukaddes’e dayanan tarihini insanın gözüne sokan levhaları ve zengin hediyelik eşya dükkânıyla Davud’un Şehri insanlar üzerinde uyuşturucu etkisi yapıyor ve Filistinlilerin bölgeyle bağını (ve buradaki mevcudiyetlerini) perdelemeye yarıyor.   

 

 

Silvan’da yaşayan Filistinlilerin evleri polis gözetiminde yıkılıyor.

 

Dahası, işgal altındaki toprakların tam ortasında cazip bir turistik mekân işletmenin işgali normalleştirmek ve Filistinliler üzerindeki etkisini temize çekmek gibi bir yan etkisi de oluyor. Davud’un Şehri’ne gelen ziyaretçilerin çoğu, ihtilaflı topraklara adım attığından, gezdikleri bölgenin uluslararası hukuk nezdinde İsrail toprağı olmadığından, ya da orada bir kahve içmek için harcayacakları paranın doğrudan doğruya halihazırda kasası dolup taşmakta olan ırkçı, ve hatta zaman zaman şiddete başvuran aşırı sağcı bir örgütün cebine akacağından habersiz. Davud’un Şehri ziyaretçi merkezine yer açmak için, çocuk parkı ve kahvehanesi de bulunan Filistinlilere ait bir sosyal merkezin yıkıldığını da bilmiyorlar.     

Davud’un Şehri parkının (kurucuları ve destekçileri açısından) yakaladığı başarı, İsrail’de arkeolojinin gördüğü rağbetin dinsel Siyonizm’in yükselişi ve artan politik gücüyle doğrudan ilintili olduğunu gösteriyor. Toprağın altındakileri, kutsal hakkın ve bunun bize bahşettiği varsayılan politik ve bölgesel egemenliğin delili olarak sunmak adına Kitab-ı Mukaddes’ten türetilmiş birtakım haritalar tekrar tekrar önümüze sürülüyor.

Yerleşimcilerin gündemine ayak uyduramayanların George Orwell’in 1984’te dediğini hiç unutmamaları gerekir: “geçmişi denetleyen geleceği de denetler; bugünü denetleyen geçmişi de denetler”. İsrail-Filistin toprakları Tanrı ve Hükümet adına kazılır ve tarih de iktidar aygıtının boyunduruğuna girerken, böyle bir denetimin önünde pek bir engel kalmamışa benziyor.

 

 

Natasha Roth’un Parks and Occupation: Archaeology is the new security başlıklı yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.

 

arkeoloji, kolonyalizm